Yeni Yayınlanmış Makaleler, Yorumlar ve Sohbetler |
İlim ve Tasavvuf |
Üç Güzellik: İman, İlim, Tasavvuf
|
DUANIN HİKMETİ İslam’da “Dua Etmek” en önemli ibadetlerden biridir. Dua Allah’a yalvarmak, yakarmak, niyaz etmek, çağırmak, yardım dilemektir. Kelime anlamıyla dua çağırma anlamına gelir. İnsan dua ile Allah’a yakınlaşır ve ruhen tatmin olurak huzura erer. Dua insanın Allah’a kulluk faaliyetlerinin asıl unsurudur ve bu nedenle önemli bir ibadettir. Dua aynı zamanda zikir sayılır. İslâm literatüründe çoğunlukla “ezkâr ve ed‘iye” (Zikirler ve Dualar) gibi ifadelerle bu iki kavramın birlikte kullanılması duanın içerdiği saygının bir sonucudur. Buna göre duada biri zikir ve saygı, diğeri herhangi bir dilek olmak üzere iki unsur bulunmaktadır. Duanın özünde şunlar mevcuttur: Zihnin maddî olmayan aleme doğru çekilmesi, her şeyin değişmez ve üstün prensibinin huşû içinde bir temaşası, ruhun Allah’a doğru yükselişi, hayat denilen mucizeyi yaratan varlığa karşı aşk ve tapınma ifadesi; her şeyi yaratan, en üstün kemal, kudret, kuvvet ve güzellik kaynağı, herkesin kurtarıcısı ve hamisi olan görülmez bir varlıkla irtibata geçilmesi, Allah’ın durmadan taşan sevgi ve alâkasına kulun verdiği bir karşılık. "Bana dua edin ki size icâbet edeyim. Bana (dua ve) ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mümin, 40/60) Dua kulluğun gereğidir. Kulluk ise gönülden Allah’a yüz çevirmektir. Kul aczini ifade edip, dua ile Allah’a iltica etmelidir. Kul, tedbiri Allah’a bırakmalıdır. Hikmetine itimat etmeli ve rahmetinden ümitvar olmalıdır. Bütün mevcudat, Hakk’a yönelmiş olarak O’na iltica ile dua etmektedir. Dua kulluğun bir ifadesi olduğundan, onda ibadet kastı ve gayesi hakim olmalıdır. Bu nedenle dua sadece kabul edilmesi gereken bir ihtiyaç dilekçesi olarak görülmemelidir. İslâmî hayat anlayışında insanın Allah’a doğru bir yöneliş halinde O’nun ilgi ve rahmetini isteyerek dua etmesi önemlidir. Bir hadiste Allah’ın kendisine tövbe edilmesinden duyduğu sevinç, çölde devesini kaybedip sonra bulan kimsenin sevincine benzetilmiştir. İnsan tabiatının ahlâkî ve manevi yönelişlerinin ihmal edilmesi onu manen duygusuz bir varlık haline getirir. Bu durum onun toplum içinde pozitif bir varlık olmasını engellemektedir. Buna karşı, dini inançların güçlenmesi, toplumun birlik halinde kalması için gereklidir. Bu da İslam dininin hedeflerinden biridir. Bireysel ve toplumsal faydalar için dua edilmesi İslam’ın emirleri arasındadır. Dua, yalnız Allah için ve Allah’a yapılır. Yani, insan istediğini sadece O’ndan ister, başkasından bir şey istenmez. Çünkü, O’ndan başka hiçbir güç ve kuvvet insanın isteklerini yerine getiremez. Gerçek güç ve kuvvet O’nundur. Önemli bir iş için duaya başlamadan önce sadaka vermek ve iki rekat namaz kılıp abdestli ve kıbleye yönelik olarak dua etmek, önce Allah’a hamd edip sonra da Peygamberimize salavat getirmek, duanın kabulü için önemli şartlardır. Duanın kabul olması için gerekli şartlardan biri, dua eden kimsenin yediği rızkın helal olmasıdır. İslâmî kaynaklarda diğer ibadetlerde olduğu gibi dua için de bazı şartlara riayet edilmesi istenmiştir. Buna göre dua eden kişinin konumuna uygun bir edep içinde olması gerekir. Nitekim bir nevi dua olan namazda kulun nasıl hareket edeceği tarif edilmiştir. Bu hareketler dış görünüşü bakımından insanın saygı ve sığınma tavrını belli bir disiplin içine almıştır ve özü itibariyle Allah’ın huzurunda güçsüzlüğünü, noksanını, hamd, şükür ve yardım isteklerini sunmayı ifade eder. Duanın edeplerinden biri, duanın kalb huzuru ile yapılmasıdır. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, kalbi gaflet içinde olan kulun duasını kabul etmez.” “Dua günahkarların ilahi affa nail olmaları için çıkacakları merdivendir.” “Dua, Allah ile kul arasında haberleşmedir, devam ettiği sürece her şey güzel ve hayırlıdır.”, “Dua, günahkarların dilidir.”, “Allah bir müminin kusurlarını itiraf edip özür dilemesini nasip ettiğinde, ona derhal af kapısını açar.” (Yayınlama Tarihi: 22.11.2024, Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız)
|
MARİFET NEDİR? Marifet, tasavvuftaki son hedefe varma yolunda aşılması gereken son aşamadır. Bilindiği üzere tasavvuftaki vuslata erme (Allah’a kavuşma) yolundaki aşamalar şeriat, tarikat, hakikat ve marifettir. Sufiler marifet makamında Allah Teâlâ hakkında en fazla bilgilere sahip olmaya çalışırlar. Marifet, uçsuz bucaksız sema ve sonu gelmez yolculuktur. Bir kul, bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ın marifetinde ne kadar ileri giderse gitsin, önünde yine sonsuz bir mesafe vardır. Marifet, Allah ve O'nun sıfatlan, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında manevi tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi anlamında bir tasavvuf terimidir. Sözlükte masdar olarak "bilmek, tanımak, ikrar etmek", isim olarak "bilgi" anlamına gelen ma'rifet (irfan) kelimesi ilimle eş anlamlı gibi kullanılmakla birlikte aralarında bazı farklar vardır. İlim tümel ve genel nitelikteki bilgileri, marifet tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. İlmin karşıtı cehil, marifetin karşıtı inkardır. Bu sebeple ilim kelimesi her zaman marifetin yerini tutamaz. Sufiler marifetin ledünni (manevi) bir ilim sayıldığı görüşündedirler. Onlara göre bu ilimde vehmin tesiri bulunmadığından ismet (masumiyet, saflık) vardır. Diğer ilimler ise vehmin etkisi altında oldukları için saf ve masum değildirler. Bu nedenle süluk ile ve yaşanarak öğrenilen bu bilgilerin aynı konularda akli istidlal ve kıyaslarla yahut belli metinleri okumakta elde edilen bilgilerden daha üstün olduğuna inanılır. Nitekim Cüneyd-i Bağdadî, "Mavi gök kubbesinin altında bizim ilmimizden daha şerefli bir ilim olsaydı gider onu öğrenirdim" demiştir. Bütün varlıkların fıtratında marifet arzusu vardır. Çünkü sufilere göre marifet: "Kalbin Allah'la olan hayatı ", "AIIah'ı sıfat ve isimleriyle tanıyanın niteliği", "birbirini izleyen nurlarla Hakk'ın kalplere doğması", "ilahi bir na't/vasıf", "kalbe atılan bir nurla iç aydınlığa kavuşma hali", "kalp gözüyle ilahi gerçekleri görmek"tir. Bu tarifler söz konusu bilginin mahiyetini tanıtmaktan ziyade kaynağı, elde ediliş yolu ve biçimi, gerçekleşme şartları, güvenilirliği, çeşitleri, etkileri ve sonuçları gibi hususlarla ilgili olup bunların her biri marifetin ayrı bir yönüne vurgu yapması bakımından önemlidir. Genellikle marifet dille anlatılan ve öğretilen bir şey olmaktan çok susarak anlaşılan ve öğrenilen bir şeydir. Bundan dolayı Zünnûn el-Mısrî'nin tasavvuf yoluna girmek isteyenlerin marifet ehlinin yanında sükut etmelerini ve marifet iddiasında bulunmamalarını tavsiye ettiği kaydedilmektedir. Önemli olan sadece dilin değil nefsin ve zihnin de susmasıdır. Hakk'tan başkasıyla meşgul olmamasıdır. Sükut tefekkürü temin ettiği ölçüde marifet tahsil etmenin aracıdır. Gazzalî marifeti, "Allah'ın kulunun kalbine attığı bir nurla kulun daha önce isimlerini bildiği şeyleri açık seçik görmesi" şeklinde tanımlamıştır. Buna göre marifet sırf bir lutûf olarak Allah'ın kuluna verdiği bir ışıktır. Hz. Ali'nin, "Allah 'ı Allah'la, O'ndan başkasını da O'nun nuru ile tanıdım" sözünün anlamı budur. Allah kendisini kime tanıtırsa O'nu ancak o tanır. Abdurrahman-ı Cami'ye göre marifetin dört mertebesi vardır. Tasavvuf yolcusu (salik) birinci mertebede baktığı her şeyi Hakk'la bağlantılı olarak görür; ikinci mertebede gördüğü her eserin Hakk'ın hangi sıfatıyla ilişkili olduğunu bilir; üçüncü mertebede Hakk’ın sıfatlarla tecelli etmesinin hikmetini kavrar; dördüncü mertebede ilahi ilmi kendi marifeti şeklinde algılar. Salik Hakk'a ne kadar yaklaşırsa marifeti o kadar artar. Sufilerin, doğrudan Allah tarafından bahşedilen marifetin nakil ve akıl yoluyla edinilen dini bilgilerden daha üstün olduğunu söylemeleri bu bilgilerin önemsenmediği şeklinde anlaşılmaması gerekir. Bu nedenle sufiler marifetin nakil ve akıl yoluyla elde edilen bilgileri geçersiz kılmadığını ve onların değerini azaltmadığını ifade etmiş, aksine marifetin sağlıklı ve geçerli olması için Kur'an'a ve hadise aykırı düşmemesini şart koşmuşlardır. Mutasavvıflar, Allah’ın insanın iç aleminde daha açık şekilde tecelli ettiğine inandıklarından Hakk'ı en iyi bilmenin ve tanımanın yolu olarak insanın özünü tanımasını göstermişlerdir. Dış alemden Allah'a ulaşmaya "seyr-i afak", iç alemden ulaşmaya "seyr-i enfüsî" diyen mutasavvıfların tercih ettiği yol ikincisidir. Marifetin nihai noktası, ilahî kemal karşısında dehşet ve onun münezzehliği karşısında hayrettir. (Yayınlama Tarihi: 11.11.2024, Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)
|
HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYYE İnsan yaratıldığından beri, her zaman diliminde “Hakikat” in ne olduğunu düşünmüş ve aramıştır. Hakikat kavramının ne olduğu ancak İslam Tasavvufunda tam karşılığını bulmuştur. Hakikat-i Muhammediyye "Hebâ" adı da verilen hakikatü'l-hakaik’ten (hakikatlerin hakikati) vücuda gelmiştir. Hakk ve halkın bütün makul (aklî) mahiyetlerini özünde toplamış olan hakikatü'l-hakaik, Hakikat-i Muhammediyye'nin maddesi, Hakikat-i Muhammediyye de onun suretidir. Hakikatü'l-hakaik var veya yok, ezeli ve hadis şeklinde nitelenmediği halde Hakikat-i Muhammediyye var ve ezeli diye nitelendirilir. Diğer taraftan İbnü 'I -Arabî, insanla ilgisini dikkate alarak Hakikat-i Muhammediyye'ye insan-ı kâmil adını verir. Çünkü insan-ı kâmil varlığın bütün hakikatlerini kendinde toplar ve bu özelliğiyle Allah isminin mazharıdır. Bilgi ve ilham bakımından ele alınınca Hakikat-i Muhammediyye bütün peygamberlerin ve velilerin ledünnî ve batınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Aynı zamanda bu hakikat Hakk'tan gelen feyzin halka ulaşmasında aracı olur. İnsan-ı Kâmil'in şerefi ve yüksekliği söz konusudur. Var oluşun bütün dereceleri insan-ı kâmilde gerçekleşir. Bu bakımdan insan-ı kâmil Evrensel hakikatin akılla idrak edilebilen suretidir. Hakikat-i Muhammedî (Hz. Muhammed'in hakikati) bütün ve genel olur, diğer varlıkların hakikatleri ise onun cüz ve parçaları olur. Hazreti Muhammed'e tabi olma mutluluğuna erişen ve tam olarak ona uyanlara bu tâbi olma ve münasebet sebebiyle zati tecelliden bir nasip ve hisse vardır. Çünkü onlara keşif olunmuştur ki, onların hakikatleri, bütün varlıkların hakikatlerinin özüdür. Bu sebeple onlar (Peygamber’e tâbi olarak, zâti tecelliden nasip alanlar) ayrışma ve kısımların tafsile gelmesi sıkıntısından kurtulmuştur. Sanki onlardan görülen şey, kısım perdesi olmaksızın (tecelli-i zâtiden) o hissenin aynısıdır. Onların mebde-i taayyünleri de o hissedir, kısımlar değil. Alemde ilk yaratılan nesne Hakikat-i Muhammediyye olduğu için kozmik anlamda, alemdeki bütün atomlarda Hakikat-i Muhammediyye'nin zerreleri bulunmaktadır. Bundan dolayı o alemin anası olarak görülüyor. Bu anlayış sofilerin bir yorumudur. Böyle itikat eder ve bundan feyz alırlar. Hz. Peygamber'in altmış üç senelik zamanla sınırlı maddi hayatından ayrı bir varlığı daha mevcuttur. Allah'tan başka hiçbir şey yokken ilk defa Hakikat-i Muhammediyye var olmuş ve bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir. Alemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen, "Sen olmasaydın ben kainatı yaratmazdım" ifadesiyle bu husus anlatılır. İlk ilahi tecelli olması sebebiyle "taayyün-i evvel", sevgi tarzında tecelli olması dolayısıyla "taayyün-i hubbi" adı da verilen nur-ı Muhammedî zuhur ettikten sonra her şey ondan ve onun için yaratılmıştır. Resul-i Ekrem'in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. Hz. Adem (as) insanların maddeten babası (ebü'l-beşer), Hz. Peygamber (sav) ruhların babasıdır (ebü'lervah). "Allah ilk defa benim nurumu yarattı"; "Adem toprakla su arasında iken ben peygamber idim" mealindeki hadislerle bu hususa işaret edilmiştir. Hz. Adem'de tecelli edip daha sonra öbür peygamberlere intikal eden, Hz. Muhammed beden olarak dünyaya gelince ona intikal edip onda karar kılan nur ölümünden sonra da devam etmekte ve kainat varlığını sürdürebilmektedir. Bu nur ölümsüz ve ebedî olduğundan mutasavvıflar Hz. Peygamber için "öldü" ifadesini kullanmazlar. (Yayınlama Tarihi: 03.11.2024, Makalenin tamamını okumak için tıklayınız) |
HAKİKAT NEDİR? Hakikat kelimesi sözlükte "gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek" gibi anlamlara gelen “Hakk” kökünden türetilmiştir. Bir mantık terimi olarak Hakikat, düşüncenin dış dünyadaki nesnelere uygunluğunu ifade eder. Nitekim aynı mantıki anlayışla Hakk terimi de "bir önermede hükmün gerçekle örtüşmesi" şeklinde tarif edilmiştir. Genellikle bir şey hakkında sorulan "Nedir?" sorusunun cevabı o şeyin hakikatini ve dolayısıyla tanımını ifade eder. İnsanlar evrende var oldukları sürece hakikatin ne olduğunu düşünmüşler ve araştırmışlardır. Ancak bu düşünce ve araştırmalarının sonuçları birbirlerinden farklı olarak ortaya çıkmıştır. Herkes kendi aklına ve fikrine göre hakikati anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Bunlar arasında benzerlikler varken çelişkiler de olmuştur. Bu süreç insanını yaşadığı sürece devam edecektir. İnsan hakikati kendi aklıyla bulabilir mi? Bunun böyle olması için insanın her şeyi ilmen kuşatmış olması gerekir. Halbuki insanın ilmi her şeyi kuşatmış değildir. Bu nedenle, insan ancak ilmen kuşattığı kadarını bilebilir. Bu ise kainatta %4 oranındadır. Bu yüzden insan aklı hakikati tam olarak bilemez. Burada hakikate erişebilmek için her şeyi ilmiyle kuşatan biri gereklidir. O da Allah Teâlâ'dır. Çünkü O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. “Sizin ilahınız, ancak kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah'tır. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (Taha, 20/98) Bu ayetlere göre hakikati tam olarak ancak Allah Teâlâ bilebilir. Allah Teâlâ'nın ilminde olan hakikat bilgileri insanlara kısmen bildirilmiştir Bunlar Kur'an ve sünnetle ifade edilmiştir. Ancak Allah Teâlâ seçtiği bazı kullarına hakikatle ilgili bazı bilgileri bildirmektedir. Bu bildirme vahiy, ilham ve keşif yoluyla olmaktadır. Bu da tasavvufun özüdür. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz ki, insan aklıyla ulaşabildiği hakikat sınırlıdır ve tüm hakikati yansıtmaz. Burada tasavvuf işin içine girer. Tasavvufta da bazı hakikat bilgilerine ulaşılır. Fakat onlar da sınırlıdır. Çünkü “Size ilimden az bir şey verilmiştir” (İsra, 17/85) buyurulmaktadır. Tasavvufta hakikat terimi "zahirin ardındaki örtülü ve gizli mana, dini hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilahi sırlara aşina olunması" gibi anlamlar ifade eder. Tasavvufta hakikat dinin, başka deyişle şeriatın iç yüzü olarak yorumlanmıştır. Kuşeyrî, Tasavvuf İlkeleri adlı eserinde şöyle söylemektedir: “Şeriat, kulluğu gerekli kılan bir iştir. Hakikat ise, Tanrının besleyiciliğini ve her şeye malik olduğunu görmektir. Şeriat O’na ibadet etmen, hakikat ise, O’ nu görmendir. Şeriat O’nun emrettiği ile kalkıp oturmak, hakikat ise takdir ettiğini, gizlediğini ve açıkladığını görmektir.” Buna göre şeriat zahir olandır (görünendir), hakikatse bâtındır (gizli olandır). Gerçeğe, doğruya ulaşmak için zahirdeki batını, yani görünendeki görünmeyeni görmek gerekir. Mutasavvıflara göre kulun ulaşacağı en yüce mertebe budur. Şeriattan hakikate giden yol tarikattır . Hakikati izleyen durak da marifettir. Mevlânâ, Mesnevi’de bu kavramları şöyle yorumlar: (Yayınlama Tarihi: 22.10.2024, Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)
|
TASAVVUF HAKİKATLERİN İLMİDİR Tasavvuf hakikatler ilmidir. Bununla beraber tasavvufun bir ilim olup olmadığı İslam alimleri arasında uzun bir zaman boyunca tartışılmıştır. Bugün de aynı şekilde itiraz eden ilahiyatçılar vardır. Onlar derler ki, Tasavvuf bilgi üreten bir ilim değildir. Ancak bunun nedeni bu kişilerin gerçek tasavvufu bilmemeleridir. Gerçek tasavvufu bilmek için bir kâmil Mürşide ve bir de kişinin manevi tahsile kabiliyette olmasına ihtiyaç vardır. Bu iki hususa muhatap olmayanlar tarafından tasavvufun bir bilim olduğu kolaylıkla reddedilebilmektedir. Ancak bu itirazlara gereken cevaplar yine mutasavvıflar tarafından asırlar boyunca verilmiştir. Buna rağmen itiraz etmekte devam eden ilahiyatçılar ve filozoflar görüşlerinde ısrar etmektedirler. İnsanın ulaşamadığı bir şeyi yok sayması tamamen izafi bir husustur. Bu bir zandır. Dolayısıyla hiçbir zaman gerçeği yansıtmaz. Tasavvufun bir ilim olduğuna itiraz edenler kendi zanları ile yollarına devam etmektedirler. Ancak bu zanları gerçeği ifade etmekten uzaktır. Bu husus Kur'an'da şu ayette dile getirilmektedir: “Onların çoğu, hiçbir dayanağı olmayan zandan başka bir şeye uymazlar. Zan ise, gerçek adına hiçbir şey ifade etmez. Hiç şüphesiz Allah,onlar ne yapıyorsa hepsini hakkıyla bilmektedir.” (Yunus, 10/36) Bu tartışmalarda bazılarının amacı da İslam'ın temel güzelliklerinden biri olan tasavvufun değerini küçülterek onu insanların gözünde itibarsızlaştırmaya çalışmalarıdır. Böylece İslam'ın bir güzelliği olan tasavvuf itibarsızlaşırsa İslam'da itibarsızlaşmış olacaktır. İslam ülkelerinde bunu yapanların büyük bir kısmı küresel emperyalizmin adamlarıdır. Küresel emperyalizm İslam’ı ortadan kaldırmak için onun üç güzelliği olan İman, İlim, Tasavvufa saldırarak onların hakikatlerini insanların gözünde küçük düşürmeye gayret etmektedir. Bu nedenle bazı yazarlar İslam'ın bu güzelliklerini gerçek anlamından kopararak dejenere etmek gayreti içindedirler. Ancak bunda başarılı olamayacaklardır. Çünkü İslam'ın bu güzellikleri Allah'ın yerdeki ve göklerdeki nurunun birer tezahürleridir. Bu Nur hiçbir zaman sönmez. Bu nedenle bütün alemlerde İslam'ın güzellikleri birer Nur olarak parlamaya devam edecektir. Sufiler inanç konusunda hadisçiler ve fakihlerle aynı görüşü paylaşan, onların ilimlerini benimseyerek onların esaslarına karşı çıkmayan kimselerdir. Çünkü sufiler, bid’atlardan ve nefsin kölesi olmaktan kaçınan, güzel örneğe bağlı ve ona uymaya hazır, her türlü bilgide fakih ve muhaddislerle ortak görüşlere sahiptirler. Sufilerden bilgi ve anlayışta muhaddis ve fakihlerin derecesine ulaşamamış olanlar, ahkam-ı şer’iyye ve hudud-u islamiyye konusunda karşılaştıkları müşkillerin halli için mutlaka muhaddis ve fakihlere başvururlar. Alimlerin icma ettikleri konuda sufiler de icma ederler. Ulemanın ihtilaf ettiği konularda ise sufiler, ihtiyatlı olmak için en güzel ve en mükemmel olanı seçerler ki böylece Allah’ın kullarına emrettiği şeyi uygulamış ve nehy ettiğinden de sakınmış olurlar. Buna göre sufiler ehl-i sünnetin gerçek temsilcileridir. Bidayette tasavvuf, sofi-bican olmaya derler / Nihayette gönül tahtında sultan olmaya derler. Tasavvuf kalp evinden masivâllâhı gidermektir / Tasavvuf kalb-i mü’min Arş-ı Rahman olmaya derler. Tasavvuf ilm-i Hakk'a sinesini mahzen etmektir / Tasavvuf sofi bir katreyken ummân olmaya derler. (Yayınlama Tarihi: 13.10.2024, Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız) |
TARİKATLARDA EĞİTİM VE İRŞAD Tarikatların amacı insanları eğiterek ve irşad ederek onların hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında saadeti elde edebilmelerine çalışmaktır. İnsanların kötü davranışlarına mani olmak toplum için son derece önemlidir. İnsanlarının kötü davranışlar içinde olmayan toplumlar en mutlu toplumlardır. Tarikatlarda bu amaca yönelik olarak kendilerine katılan insanları İslam inancı doğrultusunda eğitirler. Bu eğitimin temelinde insan nefsinin her türlü kötülüklere olan meylini engellemek ve onu hayırlı ve faydalı işlere yöneltmek vardır. İnsanları irşad etmek, onları mutlak ilim ve hakikati anlamaları için Allah Teâlâ'ya yakınlaşmalarını sağlamaktır. İnsanın Allah Teâlâ'ya yakınlaşarak hakikati ve ilmi öğrenmesi kabiliyeti ölçüsünde olur. Bunun için kâmil bir mürşit yönetimi gerekmektedir. Mürşit terbiye ve ahlâk bakımından örnek olan bir kişidir. Ancak toplumumuz bugün İslam tarikatlarının önemini ve işlevini anlayacak durumda değildir. Toplumumuzun büyük bir kısmı seküler ve laik eğitimli olduklarından İslam dininden uzaklaşmışlardır. Bu nedenle gerçek tarikatın ne olduğunu bilememektedirler. Bu tabii ki her şeyden önce kendi eksikleri ve kusurlarıdır. Bir yandan “En hakiki mürşit ilimdir” diyeceksin, diğer yandan İslami tarikatların gerçek amacının ve yapısının ne olduğunu araştırmayacaksın. Bu çelişki maalesef günümüzde önemli bir sorundur. Bu durum toplumumuzda İslam aleyhine yapılan kavgaları körüklemektedir. Aslında toplumumuzda bugün İslam dini ve tarikatlar hakkında çıkarılan kavgalar, İslam düşmanı olan küresel emperyalizmin entrikaları sonucudur. Çünkü onlar toplumumuzda ve bütün İslam ülkelerinde gerçek İslam'ın bilinmesine mani olmak için paralar harcamaktadırlar. Bunun da nedeni, gerçek İslam'ın hüküm sürdüğü bir toplumu sömüremeyeceklerini bilmelerindendir. Bu kavgadan tarikatlar da payını almaktadırlar. Küresel emperyalistler ülkemizde birçok sahte tarikatları oluşturup onları para ile desteklemektedirler. Bu sahte tarikatlara birçok olumsuz ve ahlâk dışı faaliyetler yaptırıldığından gerçek tarikat anlayışı toplumumuzda kötülenmeye ve silinmeye çalışılmaktadır. Bununla beraber toplumumuzda gerçek anlamda İslam tarikatları da vardır. Ancak bunlar fazla ortaya çıkmazlar ve kendi içlerinde kapalı kalmaktadırlar. Çünkü asırlarca ülkemizde süre gelen tarikat faaliyetleri bugün az da olsa devam etmektedir. Bu tarikatların kendi içlerinde kapalı kalmak istemelerinin nedeni, açık olunca içlerine fitne çıkarmak için bir sürü unsurun dahil olacağını bilmeleridir. Bu fitnelerle dejenere olmak istemediklerinden, kendi içlerinde kapalı olmayı tercih etmektedirler. Tabii ki bu böyle devam etmeyecektir. Küresel emperyalistlerin gücü bir gün azalınca gerçek İslami tarikatlar tekrar toplumda yerini alacaktır. Böylece toplumumuz daha yaşanabilir ve mutlu bir ülke olacaktır. Bu yakındır. Ümit ediyoruz ki, 3. dünya harbi sonunda Siyonizm yıkılacak ve dünya küresel emperyalizmden kurtulacaktır. O zaman ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde gerçek Müslümanlar devlet yönetiminde söz sahibi olabileceklerdir. Bu da bu ülkelerin tekrar refah ve mutluluk içinde yaşamaya kavuşmaları demektir. İstikbal İslam'dadır. (Yayınlama Tarihi: 30.09.2024, Yorumun tamamını okumak için tıklayınız) |
TARİKAT VE ZİKİR Tarikatların özünde zikir en önemli yeri tutar. Tarikatlar temelde aynı amaca yönelmiş olmalarına rağmen onları birbirinden ayıran husus yapılan zikirlerdir. Allah ile insan arasında irtibat ve münasebeti temin edecek vasıta ancak zikirdir. Bugün toplumumuzda tarikatlara olduğu kadar sufilerin yaptıkları zikirlere de itirazlar yükselmektedir. Onlara göre bu zikirler bugünkü modern çağa uymamaktadır. Çünkü onlara göre bu çağ bilim ve akıl çağıdır ve yapılan zikirlerin akıl ve bilim ile açıklanması mümkün değildir. Aslında bu türlü düşünce ve yorumlar İslami özelliklerini kaybetmiş olan toplumumuz için gayet doğaldır. Çünkü toplumumuz İslam'ın doğru anlaşılmasından maalesef uzaktır. Bunun da nedeni toplumumuzda yıllarca İslam aleyhine yapılan eğitimler ve propagandalardır. Batı hayranlığı ve batının modern dedikleri hayat ve düşünce tarzlarını ilericilik zannederek benimseyenlerin İslam'daki zikrin işlevini anlamaları imkansızdır. Bu insanlar sadece dünya hayatının zevk ve sefasını yaşamayı amaçlamaktadırlar. Bu nedenle gerek tabiatta ve gerekse insan yapısındaki manevi işaretleri görememektedirler. Eğer bu işaretleri görselerdi böyle düşünmeyecekler ve imanın tadını hissedeceklerdi. Ancak onlar her şeye akıl ve pozitif bilim anlayışı ile baktıklarından Allah'a iman zevkini elde edememektedirler. Onların iman ettikleri tanrı, akılları ve pozitif bilimdir. Akıl ve pozitif bilim ise eksikliklere ve hatalara muhataptır. Oysa Allah’ın ilmi her türlü noksanlık ve hatadan münezzehtir. Bizi insan yapan en önemli şey kalbimizdeki İslam imanıdır. İmansız bir kalp hiçbir şey demektir. Böyle bir imansız kalbe sahip olan insan ömrünü tamamen maddi arzularla oyalayarak geçirir. Böylece ahiret hayatı için kendisine hazırladığı hiçbir şey yoktur. Böyle insanların ahiret hayatlarında hüsranda olacakları birçok Kur'an ayetlerinde ve hadis-i şeriflerde ifade edilmektedir. Kalplerde iman sahibi olanlar, bu imanları sayesinde doğru yolu tutmaya çalışırlar. Bu doğru yol için bilmesi gereken şeyleri öğrenerek ilim sahibi olurlar. Ancak insan ruhu için bu da yeterli değildir. Ruhun tatmin olması ve huzur bulması için Allah'ı zikretmesi gerekir. Allah'ı zikretmenin yolları ise gerçek tarikatlarda öğretilir. Bu yol tasavvuf yoludur. Bu yolda insan ruhu tekamül ederek hakikate ve marifete ulaşmaya çalışır. İşte insanların dünya hayatında istemeleri gereken budur, kemal'e ermek ve Hakk'a vasıl olmak. Bu yol için en önemli vasıta Zikrullahtır. Bu zikirler insan ruhunu Allah Teâlâ'nın tecellilerine mazhar ve manevi sırlara muhatap kılar. İşte gerçek ilim budur. Bu Sırlar İlmine sahip olanlar, bütün diğer ilimleri de bilirler. Çünkü bütün ilimler Allah'ın indinde bilindiğinden, onların sırları kendisini Allah'a ulaşma yolunda geliştiren kimselere gösterilir. İşte hakikat ve marifet buradadır. Bunu elde etmek dünyada ve ahirette en büyük saadettir. Bu saadete erişmek için yaşamını İslam şeriatına uygun olarak düzenlemesi, yanı sıra Allah Teâlâ'yı zikretmesi çok önemlidir. Bu nedenle zikir tarikatların en temel öğelerindendir. Peygamber Efendimiz zikri, özellikle 4 arkadaşına, çeşitli vesilelerle ve başka başka şekilde Talim ve Telkin etmiştir. Yüksek tarikatların her biri bu telkinlere gelenek ile varis olduklarını bildirmektedirler. Bu geleneklerin esaslarını aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz: Sıddıkiye, Kübreviyye, Nur-Bahşiyye, Cehriyye. Bazı meşayih efdal-i zikir olarak “La ilahe illallah” zikrini kullanmışlar ve müritlerine de onu telkin etmişlerdir. Kelime-i Tevhid bir olumsuzlama ve ispat ifadesidir. Bazı şeyhler, düşmanların zail olup dostların ortaya çıkmasında bu zikrin etkili olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü bu zikirde bütün esmaların mevcut olduğunu ileri sürmüşlerdir. İsm-i Celal, yani “Allah” lafz-ı şerifi 99 ismin azamıdır. Bir kimse “Ya Allah” dese Hakk Teâlâ Hazretlerinin bütün sıfat ve cümle ef'aliyle zikretmiş olur. Ama “Ya Rahman” dese yalnız rahmet sıfatıyla anmış olur. Diğer isimler de böyledir. Buna göre Lafza-ı Celal, Allah Teâlâ'nın ilminin ismidir. Allah ismi hiçbir şeyden türememiştir. Allah isminin diğer bir hassasiyetini şöyle ifade edebiliriz: Bir kafir, “Eşhedü en Lailahe illa’r-rahman ve illa’r-rahim ve illa’l-melik ve illa’l- kuddus” dese küfürden İslam'a girmiş olmaz. Ama “Eşhedü en La ilahe illallah” dese küfürden çıkıp İslam'a girer. İşte bu da Allah isminin ne kadar kutsal ve şerefli olduğunu gösterir. İmam Gazali diyor ki “Lailaheillallah” tevhid-i avamdır. “Lailaheillahu” tevhid-i havastır. Fahruddin-i Razi, Gazali'nin bu sözlerini güzel bularak bunu Kur'an ile de şöyle takrir etmiştir: “Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmaktadır: “Allah ile beraber başka bir ilaha dua etme. Ondan başka ilah yoktur.” (Kasas, 28/88) Bu ayet şuna delalet eder ki tevhidin sonu bu kelimedir.” Bazı ehl-i işaret (Tasavvufi yorumcular) buyururlar ki Hak Subhanehu ve Teâlâ “Hu” ismi ile kâşife-i esrar (sırların keşfedilmesi) ve diğer isimlerle kâşife-i kulub’tur (kalblerin keşfedilmesi). “Hu” esmasının yeri ruh ve kitapların nurudur. Salik “Hu” zikrine devam ederek sır makamını keşfedebilmeyi ister. Hz. Ali (Kerrem-Allahu Vechehu) çok zaman şu duayı yaparmış: “Ya Hu, ya Men hüve lailahe illa Hu, la ya’lemu eyne hüve illa Hu”. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda “Ve hüve’l-ismü’l-azam” diye cevap vermiştir. Mevlana Celaleddin (ks) dahi bir çok vakitte bazen ism-i Celaleye ve bazen “Hu” ismine devam edermiş. Cehri zikrin üstünlüğünü imameyn ve gizli zikrin üstünlüğünü İmam-ı Azam söylemiştir. İmameyne göre derviş önceleri cehri zikire devam etmelidir. Zira cehr ile zikrettikçe tevhid sedası havatırların (fikir ve düşünceler) kalbten defedilmesine neden olur ve böylece masivayı kalbinden giderir. Ondan sonra gizli zikre devam etmelidir. Zira o sayede kutsal sırlar ortaya çıkar. Aynı zamanda gizli zikir riyadan varestedir. (Yayınlama Tarihi: 23.09.2024, Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)
|
Eski Yayınlanmış Makale ve Yorumların Özetlerini Özetler Sayfamızdan okuyabilirsiniz |
Hadis Şerhleri |
1. Bölüm Oku |
2. Bölüm Oku |
3. Bölüm Oku |
4. Bölüm Oku |
5. Bölüm Oku |
6. Bölüm Oku |
E - Kitaplar |
Üç Güzellik Oku |
Tasavvuf ve Fizik Oku |
Bir Gerçek Veli Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler- 1.Bölüm Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler– 2.Bölüm Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler- 3.Bölüm Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler 4.Bölüm Oku |
40 Hadis-i Şerif Oku |
İslâm Ahlâkı Oku |
Tasavvuf Sohbetleri Bölüm 1 Oku |
Tasavvuf Sohbetleri Bölüm 2 Oku |
Tasavvuf Sohbetleri |
Hayat ve Ölüm Oku |
Ruh Nedir ? Oku |
Nefs Nedir ? Oku |
Kalbin Hikmeti ve Sırları Oku |
Akıl Cevheri Oku |
Sevgi - Muhabbet Oku |
Besmele’nin Sırları Oku |
Fatiha’nın Sırları Oku |
Tecellilerin Hakikati Oku |
Allah Teâlâ’nın Zât ve Sıfatlarının Tecellileri Oku |
Esmâ-i Hüsnâ Oku |
Nur Tecellileri Oku |
İnsanın Halife Olmasının Hikmeti Oku |
Arif Kimdir ? Oku |
İnsanın Kendini Bilmesi Oku |
Marifetullah ve Muhabbetullah Oku |
Nefsin Özgürlüğü ve Ruhun Özgürlüğü Oku |
Ramazan Ayının Fazileti Oku |
Tasavvufta Hikmet Makamı Oku |
Namazın Sırları ve Güzellikleri Oku |
Sufilerin Namaz Hakkındaki Görüşleri Oku |
İbn Arabi (ks) Hazretleri Oku |
Vahdet-i Vücûd Oku |
Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd Oku |
Hakikat Arzı Oku |
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Oku |
Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) |
Yunus Emre (ks) Oku |
Şeyh Galib ve İnsanın Değeri Oku |
Hüsn ü Aşk Oku |
Su Hayatın Sırrıdır Oku |
Su Kasidesi Oku |
İsmail Hakkı Bursevî (ks) Oku |
Hacı Bayram-ı Velî (ks) Oku |
Hacı Bayramı Velî’nin Şiirleri Oku |
Hacı Bayramı Velî’nin Tasavvuf Eğitimi Oku |
Aziz Mahmud Hüdaî (ks) Oku |
Aziz Mahmud Hüdaî (ks) Hazretlerinin Menkibe ve Şiirleri Oku |
Şeyhim Kâmil-i Mürşid Hakkı Şiştar (ks) Hazretleri
|
Tasavvuf ve Şeriat Oku |
Tasavvuf Hakikatlerin İlmidir |
Duanın Hikmeti Oku |
Ana Sayfa |