Tecelli, Allah Teâlâ'nın Zât ve sıfatlarıyla zuhurundan ibarettir. İnsan kalbi (gönlü) ayna mertebesinde olup Hakk’ın dışındaki diğer varlıkların karanlığından kurtulup parlak hale geldiğinde ve aydınlık yönüyle kemale ulaştığında Allah'ın Cemal güneşinin doğduğu yer haline gelir. Böylece Allah'ın sıfatlarının gösterildiği bir yer olur. Ancak herkese bu aydınlık ve temizlik nimeti verilmemiştir. Yani herkesin tecelli saadetine erişmesi mümkün olmamıştır. “İşte bu Allah'ın dilediğine verdiği lütuftur” (Hadid, 57/21), (Cuma, 62/4).

Şeyh Abdullah Ensârî (ra) şöyle söylemektedir: “Hakk’ın tecellisi ansızın gelir ve ancak uyanık olan kalbe tecelli eder.” Şeyh Hâce Ebûbekir Şâniyân-ı Kazvînî (ra)  ise şöyle söylemiştir: “Her koşan kimseye eyer vurulmaz, ama eyer vurulan kimse koşmak zorundadır.”

Bu konuda Necmeddîn-i Dâye (ks) Hazretleri Tasavvuf Yolu adlı kitabında şunları ifade etmektedir:

“Aslında insan Hakk’ın Zat ve sıfatlarının aynasıdır. Ayna temiz olursa Allah'tan tecelli eden her sıfat burada görülür. Bu tecelli esnasında aynada ortaya çıkan her sıfat aynanın değil tecelli sahibinin tasarrufuyla gerçekleşir. Ayna saf ve temiz olduğundan kendisinde ortaya çıkan yansımayı kabul etmek zorundadır. Başka türlü davranamaz. İnsanın halife olmasının sırrı buradadır. Yani insanın halife olması onun hem kendisinin hem de Allah'ın Zat ve sıfatlarına mazhar olmasıdır.”

 

Rabbanî Tecelliler ve Ruhanî Tecelliler

Allah'ın tecelli etmesi gibi ruh ta tecelli eder. Ruhun sıfatlarının veya zatının tecelli etmeleri kişide Hakk’ın tecellisi zevkini verir. Bu husus birçok kimseyi yanıltmıştır.  Bu kişiler bu tecellileri Rabbanî tecelli olduğunu zannetmişlerdir. Böyle bir tehlikeden kurtulmak ancak kamil bir şeyhin tasarrufu sayesinde mümkündür.

Gönül aynasının beşeri sıfatlardan ve tabiat pasından temizlenmesi, kalpte bazı ruhani sıfatların tecelli etmesine neden olur. Bu durum bazen ruhaniyet nurlarının galip gelmesinden, bazen de zikir ve tâatın ruh nurlarına galebe gelmesinden kaynaklanır. Bunların sonunda ruhaniyet denizi dalgalanır ve bu dalgalar gönül sahiline vurunca tertemiz gönül aynasında tecelli meydana gelir. Ruh bütün sıfatları ile tecelli ederse, bütün beşeri sıfat özellikleri yok edilir. Bazen Hakk’ın halifesi olan ruh zatıyla tecelli eder. Hakk’ın halifesi olması nedeniyle “ene’l – hak” (Ben Hakk’ım) iddiasına düşer. Bazen de bütün varlık, ruhun hilafeti altında secdeye varır. Böylece kendisini Hakk zannederek hataya düşer. Bu durum şu hadis ile ifade edilir: “Allah bir şeye tecelli edince onu kendisine boyun eğdirir.”

Ruhanî tecellide hudûs (sonradan olma) özelliği vardır ve onda fenâya ulaştırma kuvveti yoktur. Ortaya çıkması halinde beşeri sıfatları giderse de onları yok (fenâ) edemez. Bu nedenle tecelli gizlenince, beşeri sıfatlar tekrar geri döner.

Ruhaniyet tecellisinde nefsin kendisinde daha önce bulunmayan bazı istek ve arzuları elde etmek için ilim sahibi olması mümkündür. Fakat Rabbanî tecellide böyle bir olumsuzluk bulunmaz. Çünkü Hakk tecellisinde nefsin batıl sıfatlarının yıkılması özelliği vardır. Bu durum “Hak geldi, batıl zâil oldu” (İsra, 17/81) ayetinde ifade edilen şeydir.

Ruhanî tecelli kalbi tam olarak tatmin etmez. Kalbi şüphe ve tereddütlerinden tamamen kurtarmaz. Ona marifetin bütün zevkini verme konusunda yeterli değildir. Fakat Rabbanî tecellilerde kalp her türlü şüphe ve tereddütlerden tamamen kurtulur ve ona marifetin bütün zevkini verilir.

Ruhaniyet tecellisi kişide kendini beğenmeyi, kibir ve kendi varlığını ön plana çıkarma arzusunu artırır. Fakat korku ve niyazı azaltır. Hakk tecellisinde ise bütün bunlar ortadan kalkar, varlık yokluğa döner, talep derdi artar ve susuzluk çoğalır.

Bu konuda İmam Rabbânî (ks) Hazretleri Ariflerin Halleri adlı kitabında şunları yazmaktadır:

“Bazen sâlikin nazarı ruhlar alemine düşer. O alemi, vücûb mertebesi (ilâhi alem) ile ilişkisinden dolayı Hakk Teâlâ olarak düşünür. Oysa bu ilişki sadece surettedir. Sâlik o alemi görmeyi Hakk Teâlâ'yı görmek zanneder. Bu müşâhededen haz ve lezzet duyar. Ruhlar aleminin cesetler (cisimler) alemi ile biraz irtibatı olduğu için o alemin (ruhlar aleminin) görülmesi, bu alemde kesrette vahdeti müşâhede (çokluk içinde birliği görmek) olarak algılanır. Sâlik (tasavvuf yolcusu), ihata ve mahiyetinin zâtî olduğuna, yani Allah'ın aleme Zâtı ile yakın olduğuna hükmeder. Bu hayaller ile matlûb-i hakîkî olan Allah'a terakki ve vuslat yolu sâlike kapanır. Onu bu mertebeden geçirmezlerse ve batıldan hakka götürmezlerse vah ne hasret! Şeyhlerden bazıları bu makamda otuz sene Allah diye ruha tapmışlardır. O makamdan geçirildikleri zaman onun kötülüğünü anlamışlardır. “Bizi buna hidayet eden Allah'a hamd olsun. Allah bizi doğru yola ulaştırmasaydı biz doğru yolu bulamazdık. Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdir” (Araf, 7/43).”

 

Allah’ın Zât ve Sıfatlarının Tecellileri

Allah Teâlâ'nın tecellisi Zât ve sıfat olmak üzere iki şekilde olur. Ayrıca Zât tecellisi de Rubûbiyet ve Ulûhiyet olmak üzere iki çeşittir.

Rubûbiyet Tecellisi

Rububiyet tecellisi terbiye edici ve koruyucudur. Örnek olarak Hz. Musa (as) ile Allah'ın dağa tecellisini verebiliriz. “Derken Rabbin dağa tecelli buyurunca, onu un ufak (toz duman) ediverdi. Musa da baygın düştü” (Araf, 7/143). Burada tecelliden dağın nasibi un ufak olmak, Musa'nın nasibi ise bayılmak oldu. Hakk Teâlâ Rububiyeti ile tecelli edince Musa ve dağın varlıkları yok olmadı. Fakat dağ parçalandı ve Musa bayıldı. Fakat onların varlıkları bâkî olarak kaldı.

Ulûhiyet tecellisi

Ulûhiyet tecellisi Hz. Muhammed (sav)’de gerçekleşti. Hz.Peygamber (sav) Zât-ı Uluhiyetin vücûduyla varlık kazanmıştır: “Herhalde sana beyat edenler ancak Allah'a beyat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir” (Fetih, 48/10).  Bu yüce mutluluk başka hiçbir peygambere nasip olmamıştır. Ancak onun yolunu takip edenler ve onun harmanında başak devşirenler bu şerefe nail olmuşlardır. Bu durum şu kutsi hadis ile ifade edilmektedir: “Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşır. Nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi artık ben o kulumun işittiği kulağı, göreceği gözü, şiddetle kavrayıcı eli ve yürüyeceği ayağı olurum.” Bu mutluluk Zât-ı Ulûhiyet tecellisinin özelliğindendir.

Sıfatların Tecellileri

Sıfatların tecellileri iki çeşittir: Cemal sıfatların tecellileri ve Celal sıfatlarının tecellileri.

Cemal sıfatların tecellileri

Cemal sıfatların tecellileri de iki çeşittir: Zâti sıfatlar ve fiili sıfatlar.

Zâti sıfatların tecellisi

Zâti sıfatların tecellisi nefsi ve manevi sıfatlar olmak üzere iki çeşittir.

Nefsi sıfatlar, sadece Allah Teâlâ’ya delalet eden ve O’ndan haber veren sıfatlardır. Bunlar “vücûd, vahdâniyyet ve kıyam bi nefsihî” gibi sıfatlardır. Bunlar Zâttan başkasına delalet etmezler. Örneğin Allah Teâlâ “vücûd” sıfatı ile tecelli ettiğinde bu tecelli Cüneyd'in (ra) şu sözünü gerektirir: “Allah'tan başka bir varlık yoktur”. Vahdâniyyet sıfatı ile tecelli ettiğinde Ebû Saîd'in (ra) şu sözünü gerektirir: “Cübbemde Allah'tan başkası yoktur”. Eğer Allah Teâlâ “kıyam bi nefsihî” sıfatı ile tecelli edecek olursa Ebû Yezîd Bistâmî’nin (ra) şu sözü tahakkuk eder: “Kendimi tespih ederim, şanım ne yücedir”.

Manevi sıfatlar Allah Teâlâ'nın Zâtı üzerine zaid olan bir manaya delalet eden ve ondan haber veren sıfatlardır. Bu sıfatlar, “ilim, kudret, irâde, semi’, basar, hayat, kelâm, bekâ” gibi sıfatlardır. Allah Teâlâ “ilim” sıfatı ile tecelli ederse, Hazreti Hızır’da olduğu gibi “Ona ledünnümüzden bir ilim öğretmiştik” (Kehf, 18/65) ayeti gereğince ledün ilmi meydana gelir. “Kudret” sıfatıyla tecelli ederse, Hz. Muhammed’de (sav) olduğu gibi “Attığın vakit de sen atmadın ve lakin Allah attı” (Enfal, 8/17) ayetinde belirtildiği üzere bir avuç toprakla düşman askerini hezimete uğratır. “İrade” sıfatı ile tecelli ederse, Ebû Osman Hîrî'nin (ra) “Otuz yıldır biz her ne dilemiş isek Allah da onu dilemiştir” sözü gerçekleşir. Eğer “semi’” sıfatıyla tecelli ederse Süleyman Peygamber'in (as) karıncaların sesini işitmesi tahakkuk eder, “Bir karınca şöyle dedi: Ey karıncalar! haydin meskenlerinize girin” (Neml, 27/18). Eğer Allah Teâlâ “basar” sıfatı ile tecelli ederse, Necmeddîn-i Dâye (ks) Hazretlerinin söylediği şu beyit meydana gelir:

Bu yüzden şimdi senin yüzüne ayna oldum,

Senin gözlerinden yine senin yüzüne bakmaktayım.

Allah “hayat” sıfatıyla tecelli ederse, Hızır ve İlyas'ın bâkî bir hayat kazanmaları sağlanır. “Kelam” sıfatı ile tecelli ederse Hz. Musa ile konuşması vaki olur “Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu” (Nisa, 4/164). Allah “bekâ” sıfatı ile tecelli ederse, bunun sonucu olarak insanın benliği ortadan kaldırılarak Rabbanî sıfatları sabit kılınır. Bu durum şu ayette ifade edilmiştir: “Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır” (Rad, 13/39).

Fiili Sıfatların Tecellisi

Allah Teâlâ’nın fiili sıfatları “hâlık, rezzâk, muhyî ve mümît” gibi sıfatlardır. Allah Teâlâ “hâlık” (yaratıcı) sıfatı ile tecelli ederse, İsa (as)’da olduğu gibi “Hani benim iznimle çamurdan kuş biçiminde bir şey yapıyordun, içine üflüyordun da Benim iznim ile kuş oluveriyordu” (Maide, 5/110) ayeti tahakkuk eder. “Rezzâk” (rızık verici) sıfatı ile tecelli ederse, Meryem (as)’da olduğu gibi “Hurmanın dalını kendine doğru silkele, üzerine derilmiş taze hurmalar dökülsün” (Meryem, 19/25) ayetinin gerçeği ortaya çıkar. “İhyâ” (diriltme) sıfatı ile tecelli ettiğinde, Hz. İbrahim’de (as) olduğu gibi “Rabbim bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” (Bakara, 2/260) ayetinin sırrı gerçekleşir. Bu hakikat aynı şekilde Hz. İsa (as) için de gerçekleşmiştir, “Hani ölüleri Benim iznimle diriltiyordun” (Maide, 5/110). Allah Teâlâ “imâte” (öldürme) sıfatıyla, Ebû Turab Nahşebî’nin (ra) müridine tecelli etmiştir. Bu mürit Bayezid’in kendisine nazar etmesi ile birlikte nara atarak can vermiştir.

Celâl Sıfatların Tecellisi
Celâl sıfatları Zâtî ve fiili olmak üzere iki çeşittir. Fiili Celâl sıfatı yukarıda anlatılan “imâte” sıfatı ile aynıdır. Zâtî sıfatlar da iki çeşittir: Ceberût ve Azamût sıfatlar.

Ceberût sıfatlarla tecelli

Allah Teâlâ ceberût sıfatlarla tecelli edince renksiz, şekilsiz, keyfiyetsiz, heybetli ve sonu olmayan bir nur ortaya çıkar. Önce parıldamalarla görülen bu nur, sonra insanî sıfatları yok ederek insanda varlığın eserleri ortadan kaybolur. Bu fenâ halinde şuurlu olarak da kalınabilir. Bu tecelliye maruz kalan kişi “Rableri onlara tertemiz bir içki içerir” (İnsan, 76/21) ayetinin belirttiği içkiden bir damla dahi içse, kişi kendinden geçer ve bütün varlığı dağılır. Bu halde bayılma da görülebilir.

Azâmut sıfatlarının tecellisi

Bu sıfatların tecellisi, Hayy ve Kayyum sıfatları olmak üzere iki çeşittir. Hayy ve kayyum sıfatları tecelli ettiğinde fenâü’l-fenâ  ortaya çıkar. Bu tıpkı Kibriyâ, Azâmet ve Kahhârlık gibidir. Bu makamdan sonra bekâu’l-bekâ makamı kendini gösterir. Böylece, “Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir” (Nur, 24/35) ayetinin hükmü ile nurun hakikati ortaya çıkar. Bu ortaya çıkış asla gizlilik kabul etmeyen ve batma kabul etmeyen bir doğuştur.

Cemal sıfatlarının tecellisinde bazen örtü bazen tecelli vardır. Çünkü burası telvîn (boyanma) makamıdır. Ancak Celal sıfatlarının tecellilerinde ise temkin (ağırbaşlılık) makamı söz konusu olduğundan iki renklilik ortadan kalkmıştır. Fakat bu durum çok nadirdir. Bu durumda imanla ilgili olan şeyler açık hale gelir. Ancak bu açıklık gözde saklıdır. Bu makamda iki renklilik ortadan kalktığı için küfür ve iman itibarını kaybeder. Bu makamda ikilik, kavuşma ve ayrılık söz konusu değildir.

Bu konuda İmam Kuşeyrî (ks) Hazretleri Kuşeyrî Risalesinde şunları söylemektedir:

“Telvin hal sahibi olanların, temkin ise hakikat ehlinin sıfatıdır. Kul seyri sülük yolunda olduğu müddetçe telvin sahibidir. Çünkü o her daim bir halden diğerine yükselmekte, bir vasıftan diğerine intikal etmekte, bir merhaleden diğerine göçmektedir. Nihayet vuslata erince temkin sahibi olur.

Telvin sahibi daima ziyadeleşmek ve ilerlemek halindedir. Temkin sahibi ise önce vuslata sonra Hakk ile birlikte olmuştur. Onun Hakk ile ittisal halinde oluşunun belirtisi, kendine ait her şeyden bütünüyle fânî olmasıdır.
Kul manevi olarak yükselme halinde oldukça telvin sahibidir. Onun ahvalinde ziyade ve noksanın söz konusu olması mümkündür. Kul beşeri ve nefsani hükümleri tesirsiz hale getirerek Hakka ulaşınca, Allah onu bir daha nefsinin hastalıklarına dönmemek üzere temkin sahibi kılar. İşte o zaman o kul, makam ve istihkakına göre, halinde temkin sahibi olur.”

Temkin makamında “Lâ ilâhe illâllah” hakikati tecelli eder ve böylece  varlık putu tamamen ortadan kalkar. Bu velayet-i ulûhiyet saltanatıdır. Bu hakikat Hz. Muhammed'in (sav) velayetinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ ona “Ey Muhammed! Bil ki Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur” (Ali İmran, 3/62) buyurmuştur. “Lâ ilâhe illâllah” hakikatinin marifetinin ortaya çıkması için bu makamın müşahede edilmesi gerekir. Bu makamda varlık başka hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek bir günahtır. Bu nedenle “Günahından dolayı istiğfar et!” (Muhammed, 47/19) buyurulmuştur.

Bu durumu Peygamberimiz (sav) şöyle anlatmaktadır: “Kalbime öyle şeyler gelir ki, bu sebeple günde 70 kere Allah'a istiğfar ederim.” Bunun nedeni, Peygamberimiz halkla konuşmak ve peygamberliğini tebliği ve beşeri ilişkiler ile meşgul olmasıdır. Bu faaliyetler onun varlığını her an çoğaltmaktadır. Bu varlıklar da hakikat güneşini kapatmaktadır. Bu duruma mani olmak için istiğfar etmek gerekmektedir.

Kibriyâ, azâmet ve kahhâr sıfatları sülük eden sufinin velayetinde tecelli ederse, sâlik daha önce bulduğu her şeyi kaybeder, bunun yerine hayret ve dehşet dolar. İlim ve marifet de cehalet ve belirsizlik ile yer değiştirir. Bu makamda sâlik deniz sıfatına sahiptir. Bütün varlığı ile denizde boğulmuş olmasına rağmen yine de canın susuzluğu dinmemiştir. Bu makamda Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Rabbim benim ilmimi artır” (Taha, 20/114), “Ey hayret sahiplerinin delili, hayretimi artır”.

Allah Teâlâ'nın kibriyâ, azâmet ve kahhâr sıfatlarıyla tecellisi kıyamet gününde olacaktır. Kahhâr sıfatının tecellisi “O’nun Zâtından başka her şey helak olucudur” (Kasas, 28/88) ayetinin sırrı olarak ortaya çıkar ve bütün varlıkların üzerinde yazılır. Kıyamette “Bugün mülk kimindir?” (Mümin, 40/16) nidası yükselince herkes, “Kahhâr olan tek Allah'ındır” (Mümin, 40/16) diye cevap verir.

 

Müşâhede, Mükâşefe, Tecelli

Müşâhede (görme), mükâşefe (keşfetme), tecelli arasında zor ayırt edilebilen ince bir fark vardır. Müşâhede tecelli ile vaki olduğu gibi tecelli olmaksızın da vaki olabilir. Tecelli de aynı şekilde müşâhede ile vaki olduğu gibi müşâhedesiz de vaki olabilir. Ancak hakiki tecelli müşahede olmaksızın tecellinin şuurunda olmaktır. Çünkü müşâhede kelimesi ikiliyi gerektirir. Hakiki tecelli ise ikiliği kaldırır ve vahdeti (tekliği) ispat eder. Müşâhede ve tecelli mükâşefesiz olamazlar. Fakat mükâşefe, müşâhede ve tecellisiz olabilir.

Mükâşefe ve müşâhededen önce  muhâdara ortaya çıkar. Muhâdara başlangıçtır. Sonra mükâşefe daha sonra da müşâhede hali gelir. Muhâdara  kalbin yüce Allah ile huzurudur. Bazen bu hal mütevatir derecesindeki delilerle olur. Bu ise hicap ve setr halinden sonra olur. Bazen muhâdara zikir sultanının kalbe hakim olması neticesinde olur.

Bu konuda Kuşeyrî (ks) şöyle söylemektedir:
“Muhâdaradan sonra mükâşefe hali gelir. Mükâşefe kalbin herhangi bir delile ihtiyaç duymadan, kendisinde Hakka sığınılacak herhangi bir şüphe olmadan, gayba ait bir perde ile perdelenmeden, bildirilen şeylerin hakikatini görerek Hakkın huzurunda oluşu demektir. Mükâşefeden sonra müşâhede hali gelir. Müşâhede herhangi bir şüphe olmadan Hakkın kulun kalbinde zuhurudur. Cüneyd-i Bağdadi şöyle söyler: “Müşâhede kendini kaybederek Hakkı bulmandır.” Muhâdara sahibi delillere bağlıdır. Mükâşefe sahibi içinde bulunduğu sıfatlarda bast (açma) halini yaşamaktadır. Mükâşefe sahibi ise Hakkın dışında her şeyden fâni olmuş, O’nun Zatının deryasına atılmıştır.

Müşâhede halinde aşıklar Hakk şarabını öyle yudumlarlar ki, bu şarap içenleri fenâ haline getirmekte, beyliklerinden koparmakta, kendi halleri ile baş başa bırakmakta, kendilerinde nefis namına hiçbir şey bırakmayıp onları tamamen mahvetmekte, beşeri varlığın bir tek izini bile bırakmamaktadır. Nitekim bir sufi şöyle demiştir: “Sâlikler nefislerine ait hallerden sıyrılıp gittiler. Onlara ait ne bir iz kaldı ne de alamet.”

 

Allah’ın Adem (as)’a Tecellisi

Peygamberimiz (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Allah Adem'i yarattı ve onda tecelli etti.” Buradaki söz konusu olan tecelli, Allah Teâlâ'nın Zat ve bütün sıfatlarıyla Adem’de zuhuru (ortaya çıkma) değil, izhar gösterme) manasındadır. Yani Zât ve sıfatlar Adem’de gösterilmiştir. Burada müşâhede ve şuur yoktur. Sadece sıfatların gösterilmesi vardır. Bu konuda Pîr-i Herverî (ks) şöyle demiştir: “Allah Teâlâ kudretini izhar etmek istediğinde gökleri ve yeri, bizzat kendisini izhar etmek istediğinde ise Adem'i yarattı.”

Necmeddîn-i Dâye Bahrü’l - Hakâik adlı kitabında ifade ettiğine göre, meleklerin secde ile emredilmelerinin sebebi Adem'in meleklerden üstün olmasından ve yaratıldığı balçıktan kaynaklanmaz. Onun üstün olması, bu balçığın vasıtasız olarak Hakk tarafından yoğrulması, Allah'ın vasıtasız olarak kendi ruhundan sadece ona üflemesi, yani onda tecelli etmiş olmasındandır. “Ben onu düzenlediğim, insan şekline koyduğum ve içine ruhumdan üflediğim zaman derhal onun için secdeye kapanınız” (Hicr, 15/29) sırrı ile Allah meleklere Adem'in bedenini yarattığı zaman değil, ona ruhundan üfledikten sonra secde etmelerini istemiştir. Adem ruh üflendikten sonra tecelliyi kabul edecek hale gelmiştir. Bu da tecelliye müstehak olan ruhun letafet ve nuranniyeti ile çamurun ilahi feyzi kabul etmesinden ve tecelli sırasında onu tutmasıyla gerçekleşmiştir. İşte insan bundan sonra meleklerin kendisine secde etmesine müstahak olmuştur. Çünkü o bu şekilde hakiki Kâbe haline gelmiştir.


Ona ruhumdan üflediğim zaman…” (Hicr, 15/29), (Sad, 38/72) ayetine göre ruhun Adem’e üflendiği zaman bunu ruhî (ruhum) ifadesi ile kendi ruhuna izafe etmesi şerefi ile Adem'in tabiatına iki keramet konulmuştur. Bunlardan birisi tecelli sırrı, diğeri “Allah Adem'e bütün isimleri öğretti” (Bakara, 2/31) ayetine göre Esma (isimler) ilmidir. “And olsun ki biz Ademoğullarını şerefli kıldık” (İsra, 17/70) ayeti, Adem'in yaratılışındaki gizlenen bu iki mutluluk tohumuna işaret eder.

O benim iki elimle yarattığım…” (Sad, 38/75) ayetindeki ifade bu iki esası gösterir. Buna göre insanın halife olmasının hakikati Allah'ın Zat ve bütün sıfatları ile onda tecelli etmesidir. Böylece bütün sıfatlar insanda toplanmış oldu. İşte meleklerin Adem'e secde etmeleri için emredilmiş olmalarının nedeni budur. Yapılan bu secde aslında Adem'e değil Allah'adır. Aynı şekilde bugün secdelerimizi Kâbe'ye karşı yapmamız, secdemizin doğrudan Kâbe'ye değil, ev sahibi olan Allah'adır. Adem evinin sahibi de Allah'tır. Ancak İblis tek gözlü olduğundan, tek gözü ile evi gördü, fakat diğer gözü kör olduğu için evin sahibini göremedi. Bu nedenle lânetlendi.

Allah Teâlâ'nın tecelli tohumu Adem'in hamuruna ekilmiştir. Bu tohum Hazreti Musa'nın velayetinde yaşarmış, Hazreti Muhammed'in velayetiyle  meyve olarak kemale ermiştir. Bu saadet meyvesini yemek isteyenler, bu mutluluk harmanından başak devşirmek isteyenler ancak Hz. Peygamberin (sav) yolunu takip edenler olacaktır. Bu kişiler kıyamette yüzleri ışıl ışıl parlaması ile belirli olacaklardır. “Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır” (İnsan, 75/22-23) ayeti bu durumu müjdelemektedir.

 

Setr (Perdelenme) ve Tecelli

İlahi tecelliler içinde olan kimse her zaman Hakk’a boyun eğmiş olur. Huşu içinde kalır. Bunu Peygamberimiz (sav) şu hadis ile ifade etmiştir: “Allah bir şeye tecelli edince o şey Hakk’a boyun eğer.” Setr sahibi olan yani perdelenmiş olan kimse ise o halde ki müşâhede ile kalır. Bu nedenle avam setr perdesi içinde, havas ise her daim ilahi tecelli içindedir.

Setr avam için ceza, havas için ise rahmettir. Çünkü Allah havasa gösterdiği tecellileri örtmeseydi, ilahi tecelliler ortaya çıktığında havas olan kimseler mahvolurdu. Bu nedenle Yüce Allah onlara bazen tecellileri gösterir, bazen de bu tecellileri onlardan gizler.

Sufilerin en alttaki tabakası olan avam için tecelli hali gayet hoş bir hayattır. Setr hali ise onlar için büyük bir sıkıntıdır. Havas olan sufiler için bu durum manevi sarhoşluk  ve ayıklığı ifade eder. Hakk kendilerine tecelli edince sarhoşluk halini yaşarlar, Hakk kendini onlardan gizleyince de ayıklık haline girerler. Bu her iki durumda da manevi haz ile yaşarlar.

Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya “Ey Musa! Şu sağ elindeki nedir?” (Taha, 20/17) demesinin sebebi de aniden işiteceği ilahi hitabın dayanamayacağı bir tesir yapmaması için onu alıştırmak maksadıyla söylenmiştir. Hazreti Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur: “Bazen kalbimi bir perde bürür. Bu perdeyi kaldırmak için günde 70 defa istiğfar ederim.” İstiğfar Allah'tan setr halini istemek anlamına gelir. Zira “gafr” setr demektir. Başı örten şeye “miğfer” denilmesi bu yüzdendir. Hazreti Peygamber (sav) bu hadisindeki istiğfar ile bir çeşit kalbinin örtülmesini istemektedir. Zira bir insanın Hakkın varlığı ile birlikte varlığının bekası mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (sav) başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Allah vechinden perdeyi açsaydı, O’nun vechinin nuru, gözün gördüğü her şeyi (yani bütün mahlûkatı) yakar kül ederdi.”

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa         Tasavvuf  Sohbetleri

 

Allah Teâlâ’nın Zât ve Sıfatlarının

Tecellileri

Yayınlama Tarihi :  07.07.2021