Tasavvufta  Varlık

Yayımlama  Tarihi : 08.09.2015

Allah Teâlâ’nın Varlığı, Zatı ve Sıfatları

Allah Teâlâ  Zatı ile  mevcuttur, vücud (var olma sıfatı) ile değil. Diğer varlıklar ise  böyle değildir, onlar  vücud ile mevcutturlar. Allah Teâlâ’nın Zatı ile  mevcud olduğunu söyleyip vücuda herhangi bir pay vermemek ile ‘Allah Teâlâ vücud ile mevcuttur’ demek  ve o vücudu da zatın  aynısı olarak  kabul etmek arasında açık bir fark vardır. Buna göre  Allah’ın özelliklerinden biri, kendi zatı ile var olması  ve var olmak için vücuda  muhtaç olmamasıdır. Allah’a mevcud demenin anlamı, varlığının kendisi ile ayakta durduğu  anlamında değildir. Bu anlamda burada asla böyle bir varlık  söz konusu değildir.

İmam Rabbani Hazretleri  ‘Rabbani İlhamlar’ adlı kitabında bu konuda şöyle demektedir: ‘Allah’ın zatının kendisiyle  mevcud olduğu vücud, Allah Teâlâ hakkında  söz konusu değildir. Ama genel sıfat (araz-ı âm) olarak  Allah’ın zatı için söylenen  ve iştikak (türeme) yoluyla  hamlolunan ( yüklenen ) vücuda, o vücudun kaim  olması (yerini tutması)  itibariyle Allah Teâlâ için  ‘mevcud’ demek  mümkündür, hiçbir sakıncası yoktur.’

Görülen ve bilinen her şey mukayyettir (kayıtlı, şartlı ve sınırlıdır), mutlaklığın yalınlığından aşağıdadır. Matlub olan Hak Teâlâ ise  bütün kayıtlardan azadedir (bağımsızdır).  O halde  onu görüntü ve bilgi sahasının ötesinde aramak gerekir. Bu iş, aklın idrakinin ötesindedir. Çünkü akıl, görülen  ve bilinen  şeylerin  ötesini araştırmayı imkansız sayar.

Mutlak yani kayıtsız olan, kendi mutlaklığının  yalınlığı üzeredir. Hiçbir kayıt ve bağ ona yol bulamaz. Ama  mutlak Hak Teâlâ  mukayyet (sınırlı) aynada zuhur edince  yani alemde tecelli edip görününce , O’nun yansıması ve aksi aynanın hükmüne boyanır, mukayyet ve sınırlı olarak  görülür, göze ve bilgiye sığar. Dolayısıyla görülen ve bilinen ile yetinmek, matlub olan Hak Teâlâ’nın  kainat aynasındaki akislerinden bir akis ile yetinmektir. Buna mukabil,  hedefi yüksek olanlar ceviz ve üzümle  doymazlar. Allah Teâlâ hedefleri yüksek olanları sever.

Allah’ın  hakkında bilgi,  üç mertebe halindedir:

İlme’l-yakin bilgi : O’nun zatına delalet eden işaretleri izlemek ve müşahede etmekten ibarettir.  Gördüğü  her suret, ortaya çıkan her nur, renkli renksiz nur bu konuda eşittir. Böyle bir müşahede, yani Allah’ı dışarıda arama ve alametleri izleme hali Allah’tan bir haber vermez. Dolayısıyla kişi bu mertebede (aklen bilme mertebesi) yükselemez ve ayne’l – yakin mertebesine ( bizzat görerek bilme mertebesine) ulaşamaz.

Ayne’l-yakin bilgi:  Kulun, taayyün (ortaya çıkma) perdesinin kalkmasından sonra Hak Teâlâ’yı müşahede etmesidir. Bu müşahedeye, idrak-i basit (sade algılama) denir. Bu idrak, bilmeye aykırıdır. Burası hayret makamıdır. İlim  bu müşahedeye aykırı olduğu gibi, ayn (görme) de bu ilme perdedir. Bunun anlamı,  Allah’ı hakkıyla  tanıyan  kişinin alameti, gönlünden haberdar olması ve kendisinde  ilim bulunmamasıdır. Bu, ötesinde başka marifetin bulunmadığı kamil bir marifettir (Allah’ı tanımadır).

Hakka’l - yakin bilgi:  Allah Teâlâ’yı O’nunla görmek ve salikin (tasavvuf yolcusunun)  Allah’ı kendi özü ve hakikati olarak bulmasıdır. Bu, beka billah mertebesinde oluşur. Orada ilim ve ayn (bilme ve görme) birbirinin perdesi olmaz. Salik görürken bilir, bilirken görür.

Ehl-i Hak, Allah’ın sıfatlarının var olduğunu  kabul etmişlerdir.  Bu sıfatları, zatın varlığına zaid (ilave) bilirler. Allah Teâlâ’nın ilim sıfatı ile bildiğini, kudret sıfatı ile kadir olduğunu bilirler. Bununla beraber, Allah’ın zatı sıfatlardan bağımsızdır ve bütün işleri yapar.  Yani ilim ve bilgi ile yapılması  gereken bir işi Allah’ın zatı ilim sıfatı olmadan yapar. Aynı şekilde kudret sıfatı ile ortaya çıkan bir şey için bu sıfat olmaksızın zat kafidir. Sıfatlarla ilgili bütün işlerde  Allah Teâlâ’nın zatı her ne kadar yeterli  ise de, bu üstün özelliklerin  sübutu (kökleşmesi) için sıfatlar gereklidir. Zat, bu özelliklerin bulunması ile kemal sıfatları ile vasıflanmış olur. Allah Teâlâ zatına zaid bir ilim ile  bütün bilinen şeyleri bilmektedir.

Allah Teâlâ’nın ne zatı tanınabilir, ne de sıfatları. Ademoğlu O’nun zatını tanımaktan aciz olduğu gibi, sıfatlarını da tanımaktan acizdir.

 

Alemin ve Eşyanın  Varlığı

Allah var idi ve O’nunla beraber başka hiçbir şey  yoktu. O, şimdide olduğu gibidir.’ (Hadis-i Şerif)

Allah alemi var etmek ve onu kendisinin  bildiği tarzda yaratılışını başlatmak isteyince, bu yüce iradeden tümel hakikate yönelik bir tecelli gerçekleşmiştir. Yani ondan, Hebâ diye isimlenen bir hakikat meydana gelmiştir.  O, alemde ilk yaratılmış varlıktır be alemin inşası için harç ve toprak gibidir.

Sonra Allah nuruyla bu Hebâ’ya tecelli etmiştir. Hebâ’yı akılcılar Heyula diye isimlendirirler. Her şey  bu Hebâ’dan kendi güç ve istidadınca bir şey kabul etmiştir. Bu Hebâ içinde akıl diye isimlendirilmiş  olan Muhammedî hakikatinden başka  Allah’a daha yakın başka bir şey bulunmamıştır. O’nun varlığı, bu ilahi nurdan, Hebâ’dan ve tümel hakikatten meydana gelmiştir. Böylelikle o, bütün alemin efendisi  ve varlıkta ilk ortaya çıkan şey olmuştur. Ardından alemin hakikati  Hz. Muhammed’in (sav)  tecellisinden meydana gelmiştir.

Allah alemi yaratmayı kendiliğinden nefsine  zorunlu kıldı. Buna O’nu zorlayan, alem hakkındaki bilginin ve varlığın kemale ulaşmasını dilemesidir. Böylece alem, bütün varlık hükümlerinde Hakkın suretine göre ortaya çıktı.

Allah eşya ile beraberdir. Eşya ise O’nunla beraber değildir. Beraberlik bilgiye  bağlıdır. Dolayısıyla Allah bizi bilir ve bizimle beraberdir. Biz ise O’nu bilemeyiz. Bu nedenle onunla beraber değiliz.

Ulvisiyle, süflüsüyle bütün bilinenlerin taşıyıcısı, Allah’tan doğrudan vasıta olmaksızın – bilgi alan – akıldır. Akıl Hak’tan alıp nefse verirken, nefis ise akıldan alır  ve ondan fiil meydana gelir. Nefs, akıldan ancak kendisinde ortak ve benzer olduğu şeyleri kabul eder. Ortak olmadığı şeyleri asla öğrenemez.

Hz. Ali, Hebâ’nın bütün tabii suretlere yayıldığını ve hiçbir suretin ondan mahrum kalmadığını – çünkü her suret onun içindedir- gördüğünde onu Hebâ diye isimlendirmiştir. Söz konusu Hebâ her surette  kendi hakikatiyle  bulunur. Bölünmez, parçalanmaz ve eksiklikle nitelenmez. Bilakis o, bütün beyaz şeylerde zatı ve hakikati ile bulunan beyaz gibidir. İşte bu cevherin durumu böyledir.

Varlığa ait  4 bilgiden bahsedebiliriz:

1) Hak : Mutlak varlıktır. O, özü gereği var olandır. O’nu bilmek, varlığını bilmekten ibarettir. Hakkın zatı bilinemez. Fakat O’na nisbet edilen nitelikler bilinebilir. Hakkın fiili ve nitelikleri ancak benzerleri ile bilinebilir.

2) Hakka ve aleme ait tümel hakikat: Bu ancak örnekleriyle bilinebilir.

3) Bütün Alem: Melekler, felekler , alemlerin içermiş olduğu hava, toprak vs  bunun içindedir. Alem iki yönüyle, yani mahiyet ve nitelik yönü ile bilinebilir.

4) Halife İnsan: Bu da mahiyet ve nitelik yönünden bilinebilir.

 

Varlık, var olana  dört mertebede verilir: Birincisi zihinde varlık, ikincisi dışta varlık, üçüncüsü lâfızda varlık, dördüncüsü yazıda varlıktır.

Alemin varlığı, Hakkın zatındaki varlığı ile sınırlanmıştır. Alem ancak Hakkın  varlığı sayesinde  var olabilir. Hak zatı ile ( ve zatı nedeniyle) vardır, alem ise  ancak Hak dolayısıyla vardır.

Alemin yaratılış sebebi sadece Kadim’in ilminin  onun yaratılışına ilişmesidir. Hak alemi  yokluk halinde bilmiş ve bilgisindeki surete göre onu var etmiştir. İlahi bilgi alemin var olmasını takdir etmiştir. Bir şeyin bilinenin aksine gerçekleşmesi  imkansızdır.

Bütün alem, Allah’ın varlıktaki kelimeleridir. Bütün varlık, açılmış bir levhadır. Alem ise, onda yazılı, hatta rakamlı bir kitaptır. Çünkü onun iki yönü vardır. Bir yönü ilahi isimleri ve yükseklikleri isterken, diğer yönü aşağıyı ister. Aşağı doğadır.

Bize göre alem, büyük mushaftır. Bu Mushaf, açılmış varlık sayfasında  yazılmış ve rakamlanmış harflerdir. Yazmak, kendisinde sonsuza dek ve bitmeden sürer.

Alem Allah’a delildir. Çünkü biz alemden  Allah’a gideriz. Hakkı aleme delil yapıp O’ndan aleme geçmemiz  ise uygun değildir ve böyle bir şey doğru olmaz. ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ derken peygamber sözü ne kadar yücedir!  Allah ise ‘…a bakmazlar mı?’ deyip, kendilerinde kalmak için değil, Allah’a kanıt edinmemiz için yaratıkları tek tek sayar.

Eşya gerçekte bir varlıktan başka bir varlığa çıkmış demektir. Başka bir ifadeyle eşya bilgi varlığından dış varlığa geçmiştir. Eşyanın Allah’ın bilgisinde herhangi bir hükmü yoktur. Eşyaya hükümler sadece  dışta ortaya çıktıklarında ilişir. Bu ortaya çıkma ilahi bilgiden duyusal varlığa çıkmalarıdır.

Alemdeki her suret cevherdeki bir arazdır. Suret, farklı cevherlere girer ve ayrılır. Cevher ise tektir. Bölünme, cevherde değil, surettedir. Cevher, Hakk’ın kendisine verdiği arazın kendisinde yaratılmasına muhtaçtır. Çünkü cevher ancak herhangi bir arazın  varlığı ile varlık kazanabilir. Bütün alemin cevheri, cevher olma bakımından bir iken, suret ve kendisine ilişen arazlar nedeniyle  farklılaşır.

Hangi sebeple  ve hangi şekilde olursa olsun, alemde Allah’ın yaratmış olduğu bir suret ortaya çıktığında, dışta yaratılmış o varlığın bir ruhu vardır. Bu ruh, söz konusu şeyin suretine ve şekline eşlik eder.

Alem, ilahi isimlerin avucu içindedir ve isimler onu iki yönden  yönlendirir: Kendi hakikatlerine göre ve  varlıklara ait istidatlara göre. İki gözü olan kimse için, bu iki durum zorunludur. Çünkü isimlere ve başka şeylere ait nefsi nitelikler değişmez.

Alem, O’nun tecelligahı olsun diye , O’nun  suretine göre  ortaya çıkmıştır. O halde, varlıkta ancak Allah görülür. Gerçekte ise, varlıkları bakımından değil, sabitlikleri bakımından mümkünlerin hakikatlerinden başka kimse yoktur. Varlıklarda hakikat (a’yân) onlar için  ruhlar gibidir. Varlık ise, ruhların zahiri veya heyulani hakikatlerin suretleridir. Gerçekte bilen, ayan-ı sabite’nin yokluk hallerinde  hak ettikleri şeyi bilen Allah’tır. Allah, onları bu kuşatıcı nispet ile birbirinden ayırmıştır. Allah, yaratışında kaderin hükmü altında kalmaksızın yaratır. Yaratıklar ise, kaderlerini talep ederler.

İmkan, ilahi isimler perdesinin ardından varlıkla nitelenmenin meydana getirdiği zati tecellilerdir. Mümkün varlıkların hakikatleri için  Allah’ı bilmek, akla ve keşfe göre ancak bu isimler yönünden gerçekleşir. Alemdeki her şeyin aslı, ilahi bir hakikattir. Allah’ın dışındaki her mümkün varlık, ‘güzel isimler’ diye isimlendirilen ilahi bir nispet ve rabbani bir hakikatle irtibatlıdır. Her mümkün, ilahi bir hakikatin kabzası içindedir. Buna göre gerçekte varlıkta sadece Allah’ın isimleri vardır. Fakat yaratıkların gözleri onların bilgisinden perdelenmiştir. Mümkünler,  hakikatleri yönünden yoklukla nitelenirken  hükümleri yönünden varlıkla nitelenmeyi sürdürürler.

Allah herhangi bir şeyi rastlantı olarak yaratmaz. Allah her şeyi doğru bir bilgi, irade, bilinmeyen bir takdir ve kazaya göre meydana getirir. Dolayısıyla, herhangi bir olayın  veya varlığın  O’nun bilgisinde meydana gelmiş olması gerekir. Varlıkta Allah’a ait bir yönün bulunmadığı hiçbir  hal yoktur. Allah o şeyle onun varlığını korur. Bilfiil var olan her şey, kendisinde bulunan bu ilahi yönle temizlenir.

Donuklar Allah’ı en iyi bilenler ve diğer türeyenler içinde Allah’a en çok ibadet edenlerdir. Onlar,  marifet içinde yaratılmışlardır. Onların aklı, şehveti yoktur. Hareket ettirilmedikleri sürece eylemleri yoktur. Donuk cisimlerin doğal hareket etmede yükselmeleri söz konusu olmaz. Fakat yükseğe çıkarıldığında ve tabiatı ile baş başa kaldığında  aşağı düşmek zorunda kalır. Bu onun kulluğunun gereğidir. Yükseklik ise Allah’ın özelliğidir. Çünkü  Allah el-Âlî ‘dir. Öyleyse taş, yükseklikte Allah’a karşı olmaktan çekinir. Bu nedenle yükselen düşer. ‘Onların  bir kısmı Allah korkusundan düşer.’  (Bakara suresi, ayet 74)  Yani düşmek Allah korkusundan kaynaklanmıştır.

Alemin varlığı ve Besmele

Alemin ortaya çıkışı Bismillahirrahmanirrahim’dir. Başka bir ifadeyle  Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla  alem ortaya çıkmıştır. Varlık  Ba   بharfi ile zuhur etmiş, nokta sayesinde ibadet eden ettiğinden, abid mabuddan ayrışmıştır. Bütün varlıklara eşlik eden  Ba harfi, cem ve vücud  (vahidiyet mertebesi) mertebesindendir. Yani her şey Ba harfi vasıtasıyla var olmuş ve ortaya çıkmıştır.  ‘Bismi’ deki Sin    سharfi, sonradan yaratılmışın yok iken var olma vaktidir.  Böylece yokluk, harfler aleminde varlığın simgesi olan Mim   م  harfi sayesinde mülke girmiştir.

Ba’nın  noktası var olanları gösterir. Ba harfinde üç türlü oluş vardır. Ba’nın şekli, nokta ve hareke. Alemler ise üçtür. Ba melekut, nokta ceberut, hareke ise şehadet ve mülk alemindendir.

Ba harfinin yerini aldığı düşmüş (yazılmayan) elif ise her şeyi var eden hakikattir. Söz konusu hakikat, kendisinden bir rahmet olarak Ba’nın altındaki bir nokta vasıtasıyla perdelenmiştir.

Rahman cem’ (birlikte) makamıdır ve o, bilgisizlik makamıdır. Allah yolunda ulaşılabilecek en değerli makam, O’nu bilememek ve bilememeyi bilmek makamıdır. Çünkü bu kulluğun hakikatidir.

Rahim, Hz. Muhammed’in (sav)  niteliğidir. Varlığın yetkinliği ona bağlıdır ve Rahim vasıtasıyla  besmele tamamlandığı gibi onun tamamlanmasıyla da alemin yaratılışı tamamlanmıştır.

 

İnsanın yaratılması

Allah insanı iki farklı cinsden meydana getirmiştir: Bedeni madde ve müddetle kayıtlı olan  alem-i halktan , ruhu madde ve müddetle kayıtsız olan alem-i emrdendir. Öyleyse insanın nesebi ruhunadır. Bu husus, Kur’an’da ‘Ona ruhumdan üfledim’ (Hicr suresi, ayet 29) ayetinde ve ‘Ben Allah’tanım ve müminler de benden, yani nurumun feyzindendir’ hadisinde dile getirilmiştir.

Toprak ve su insanın yaratılış ilkesidir. İnsan ilahi surete göre yaratılmıştır. Bunun anlamı, Allah’ın onu kendisine göre yarattığı ilahi isimlerle ahlaklanma yeteneğine  ve yatkınlığına sahip olmasıdır. Allah adeta şöyle der: Benim bütün isimlerim ancak insanın yaratılışında ortaya çıkmıştır. Böylece, mümin kulun kalbini ilahi surete göre yaratıldığı için bu genişliği kabul ettiği öğrenilir.

İki büyük sır vardır: Biri insanın sırrı ve biri Hakk’ın sırrıdır. İnsanın sırrı, insanın hakikatinden ibarettir ki, bu gerçek şu hadiste dile getirilmiştir: ‘Allah  Âdem’i kendi sureti üzerine yarattı.’ Buna göre insan ilahî hakikatin sureti üzerine zahir olmuştur. İlahi suretle kastedilen yedi ilahi sıfattır ki,bunlar hayat, ilim, irade, kudret, sem’, basar ve kelamdır. İşte Âdem, suretçe bu yedi ilahi sıfat üzere zuhur etmiştir, bu sıfatların bilfiil mazharıdır. İnsanın sırrı, Hakk’ın sırrının zahiri ve sureti, Hakk’ın sırrı, insanın sırrının  batını  ve hakikatidir.  Bu ilahi sır, tüm diğer sıfatları kendisinde toplayan  ism-i a’zama  atfedildi, onun için de bu sırra  câmi’ , yani kapsayıp içinde bulunduran denildi. Çünkü bütün sırları içinde bulundurmakta ve tüm hakikatleri kapsamaktadır.

İnsan şu dört  hakikat arasında tasarrufta bulunur: Kendi hakikati, rabbani hakikat, şeytani hakikat ve meleki hakikat.

İnsan vaktinin oğludur (ibnü’l - vakt) . Ne geçmiş zamanın ne de gelecek zamanın oğludur. Yani insan geçmiş ya da gelecek zamanda değil, şimdiki zamandadır.

 

Tevhid Hakikati

Birlik halinde ve ayrıntılı olarak varlığa her baktığında, birin sayılara eşlik etmesi gibi, tevhidin varlığa eşlik ettiğini ve ondan asla ayrılmadığını  görürsün. Gerçekten fizik kuralları da bunu göstermektedir. Örneğin  makro fizikteki korunum yasaları  tevhide işaret etmektedir. Mikro fizikteki  teorilerde de  tevhidi gösteren işaretler mevcuttur. Örneğin Kuantum Teorisindeki parçacıkların dolanıklık özelliği  tevhidin bir işaretidir.

Tevhidin hakikati, ‘Her nerede olursanız olun O sizinle  beraberdir.’  ayetidir.

Hebâ (Heyula, ilk madde) nin hakikati esasta bir ile beraberdir. Yani müsbet bilimcilerin ‘eser madde’ diye aradıkları şey aslında tevhiddir. Bu tevhid bütün varlıklara sinmiştir. Tüm yönlerden Bir olandan sadece bir meydana gelir. Allah tektir ve birliğinin suretini kendilerinde görmek için eşyada  tek olmayı sever.

 

Vahdet-i Vücûd (Varlığın Birliği)

 

Sûfilere göre kendiliğinden var olan (kaimun bizatihi) varlık (vücûd) birdir; o da Hakk Teâlâ'nın varlığıdır. Bu varlık ezelidir; çoğalma, bölünme, değişme, yenilenme kabul etmez. Ancak Hak, zatı itibariyle değil; sıfat ve fiilleri itibariyle bütün suret ve şahıslarda değişikliğe uğramaksızın tezâhür ve tecellî etmektedir. İçinde farklılıklar ve değişme barındıran tüm evren ve içindeki canlı ve cansız her unsur, ancak O'nun varlığı ile ayakta durmaktadır.

Yaratılışın amacı; ‘Gizli bir Hazine idim bilinmeyi istedim’ ifadesi bütün varlıkların ve tüm evrenin Allah’ın tecellileri olduğu anlamını taşır.

 

"Vahdet-i vücud" tabiri bu öğretinin en büyük sözcüsü olan Muhyiddin İbn Arabi'nin eserlerinde bu kelimeler ile ifade edilmez. İfadeyi ilk kullanan, İbn Arabi'nin öğrencisi Sadreddin Konevi'dir. Bu inancın en büyük temsilcileri Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Niyâzî-i Mısrî gibi düşünürlerdir.

 

Varlık konusu Peygamber Efendimiz’in (sav) yaşadığı zamanda bazı  sahâbîler tarafından düşünülmüştür. Bir sahabi  Hz. Peygamber’e şunu sormuştur: ‘Kâinât yaratılmadan önce onun bulunduğu yerde ne vardı?‛

Hz. Peygamber bu soruya: ‘Allah vardı, başka bir şey yoktu’, diye  cevap vermiştir.

 

Buna göre,  evren nerede yaratılmış ve  nereye sığmıştır?‛ Sûfîler, bu soruya ‘Varlık (vücûd) birdir, Allah Teâlâ gerçek ve mutlak varlıktır, evren ise O’nun isim ve sıfatlarının gölgesidir, gölge de aslı sınırlayamaz ve öteleyemez, dolayısıyla bir mekân problemi ortaya çıkmaz‛ diye cevap vermişlerdir.

 

Vahdet-i vücûd (varlığın birliği) düşüncesinin en temel özellikleri şunlardır: Var olan sâdece Allah’tır. Çevremizde  var gibi gördüğümüz âlem, Allah’ın isim ve sıfatlarının gölgesidir. Ancak bu gölgeler hayâlî olup gerçek varlıkları bulunmadığı için hakîkatte var olan sâdece Allah’tır.

 

Vahdet-i vücûd düşüncesine göre varlık, Zât (Lâ-taayyün, Ahadiyye) mertebesi hariç beş mertebeden oluşur:

 

  Vahdet (diğer isimleri: Hakikat-i Muhammedî, Taayyün-i Evvel, İcmal-i İlm)

  Vâhidiyet (Taayyün-i Sani, Tafsîl-i İlm)

  Alem-i Ervâh ( Ruhlar Alemi)

  Alem-i Misal

  Alem-i Ecsam (Cisimler alemi)

 

Bu mertebelerden ilk ikisi, Vücûd Dairesine (İlahi aleme), diğer üçü  İmkân Dairesine  (yaratılmış aleme) dahildir. Ancak son üç daire hayali olup gerçek varlıkları yoktur.  İlk iki mertebe de Allah’ın isim ve sıfatları olup, bunlar Zât’ın aynısı olduklarından aslında gerçek varlık sadece Allah’ın Zât’ıdır.

 

 

Vahdet-i Şuhûd (Görülenin Birliği)

 

İmam-ı Rabbanî Ahmet Sirhindî’ye göre, sûfiler seyr ü sulük yani manevi yolculuk esnasında varlığı farklı şekillerde algılarlar. Bu algılama çok çeşitli olsa da, temelde iki türlüdür. Birincisi Varlığın Birliği (vahdet-i vücûd), ikincisi de görülenin birliğidir (vahdet-i şuhûd). Vahdet-i Vücûd mertebesinde sâlik varlığı bir olarak bilir ve böyle inanır. Vahdet-i Şuhûd  mertebesinde ise sâlik Allah’ın varlığını görür, ancak ondan başka varlıkların da olduğunu inkar etmez. Veya alemi bir gölge olarak görür. ‘Her şey O’ değildir, ancak ‘Her şey O’ndandır’.

 

İmam-ı Rabbaniye göre Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd seyr ü sülûkün zaruri hallerindendir. Bu ikisinden daha üstün bir mertebe Allah Teâlâ ile alemi ayrı ayrı görmek anlamındaki ‘Abdiyyet’ mertebesidir.

 

Vahdet-i Vücûd ile  Vahdet-i Şuhûd arasındaki temel farklar şunlardır:

 

   Vahdet-i Vücûd, Allah ile alemin, asıl ile gölgenin birliği ve ayniyyeti esasına dayanır. Vahdet-i Şuhûd ise gölgeyi asıldan, alemi Allah’tan farklı kabul ettiği için gayrılık esasına dayanır.

   Vahdet-i Vücûda göre, eşyanın hakikatleri a’yân-ı sabitedir (ilahi isim ve sıfatlardır). Vahdet-i Şuhûda göre, eşyanın hakikatleri isim ve sıfatların zıdları olan ademlerdir (yokluklardır). İsim ve sıfatların gölgeleri adem (yokluk) aynalarında yansır ve alem oluşur.  Mesela Kudret’in gölgesi, zıddı olan ‘acz’ aynasında yansır ve aleme ait (mümkün) kudret oluşur.

  Vahdet-i vücûda göre, doğru olan varlık telakkisi, varlığı bir olarak algılamaktır. Vahdet-i Şuhûda göre ise, vahdet-i şuhûd, vahdet-i vücûdtan daha üst bir mertebedir. Ancak o da son nokta değildir. Yaratıcı ve yaratılmışı ayrı ayrı görmek olan abdiyyet (kulluk)  makamı ulaşılacak en üstün mertebedir.

 

İmam-ı Rabbani, bazı fikirlerini eleştirdiği İbn Arabi hakkında  şöyle demektedir:

 

Ne yapılabilir ki? Bu meydanda (sadece) Şeyh (İbn Arabi) vardır, kuddisi sirruh. Onunla da bazen muharebe ediyoruz, bazen de barışıyoruz.  Marifet ve irfan kelamı (ıstılahlarını) kuran, şerh edip yayan odur. Geride kalan bizler de o büyüğün bereketlerinden feyz aldık. (Mektubat, Cilt 3, Mektup no. 79)

 

 

Bizim Görüşümüz

 

İbn Arabî ve İmam-ı Rabbanî İslam tasavvuf dünyasının en büyüklerindendir. İkisi de, maneviyatın bütün mertebelerini aşarak en yüksek makamlara ulaşmış  velilerdir. Dolayısıyla biz Vahdet-i Vücûd  düşüncesinin bir mertebe noksanlığından kaynaklandığını zannetmiyoruz.  Vahdet-i Şuhûdun, Vahdet-i Vücûddan daha ileri bir mertebe olduğunu söylemek ne kadar doğrudur, şüpheliyiz. Çünkü her iki İslam âlimi de maneviyatta en yüksek mertebelere  yükselmiş kişilerdir.

 

Ayrıca Vahdet-i Şuhûdun taraftarlarının iddia ettiği gibi, Vahdet-i Vücûdda Allah ile alem tamamen aynıdır diye bir iddia yoktur. İbn Arabi Hazretlerinin Fütûhâtî Mekkiyye adlı kitabında bu konuda şöyle söyler:

 

‘Varlık ile nitelenen Allah’ın dışındaki her şey, özel bir nispettir. İlahi iradenin konusu, mazharlarda, yani belirli bir mazharda tecelliyi izhar etmektir. Bu ise bir nispettir. Çünkü, Zâhir  varlık ile nitelenmeyi sürdürürken mazhar yokluk ile  nitelenmeyi sürdürür. Tecelli ortaya çıktığında ise, mazhar kendisine ait hakikatlere göre zahire bir hüküm verir. Bu durumda  bu hakikatlerden – ki var olmayan mazharda bu hakikatlerde bulunur – insan, felek, ya da herhangi bir yaratılmışın adı zuhur edene verilir.’

 

Bu ifadeye göre, Allah’ın dışındaki her mevcut hakikat değil, bir nispettir. Yoksa bu mevcut olanların Allah’ın Zat’ının tıpa tıp aynısı değillerdir.  Buradaki nispet özelliği yanlış yorumlara neden olmakta ve kafalar karışmaktadır.

 

İbn Arabi Hazretleri aynı kitapta ayrıca şöyle buyurmaktadır:

 

‘Mümkünün varlık sebebi ya da yaratılmış bilginin varlık sebebi, varlık ve bilgi mertebesinin kemale ulaşmasını sağlamaktır, yoksa Allah’ın kemale ulaşmasını sağlamak değildir.  Allah, alem var olsa da olmasa da, ya da yaratılmış bir bilgi tarafından bilinse de bilinmese de, özünde kamildir. Aynı şekilde  Allah gerçekte bilinmez ve mümkün Allah hakkında ancak kendisini bilebilir.

 

Alem bütün varlık hükümlerinde Hakkın suretine göre ortaya çıktı. Mümkün mevcut olsa bile, yok hükmündedir. Dikkat ediniz! Allah’tan başka her şey batıldır. Batıl ise yokluktur.’  

 

Buna göre nasıl alem Allah ile aynı olabilir. Aslında ortada bir mutlak gerçek vardır. Her iki İslam aliminin  bu gerçekle ilgili gördüğü keşiflerin farklı ifadeler ve kelimelerle yorumlamaları söz konusudur. Mutlak gerçek birdir ve bu gerçek Allah Teâlâ’nın ilminde mevcuttur ve değişmez. Ancak mutasavvıflar bu mutlak gerçeği bazı keşiflerle müşahede etme durumundadır. Bu müşahedeleri ifade ederken kullanmaları gereken  kelimeler ve  ıstılahlar zamanla farklılaşmaktadır. Bu da, ifade edilen şeylerin mutlak gerçeğini tam tercüme edememektedir. Tıpkı yukarıda ifade ettiğimiz  ‘nispet’ kelimesi ile ‘aynı şey’  kelimesinin aynı anlama gelmedikleri gibi.

 

Bizler gerek İbn Arabi ve gerekse İmam-ı Rabbani’yi bütün kalbimizle severiz.  Onların yazdıklarını, bizlere tasavvuf yolunda birer yol gösterici olarak düşünürüz. Allah Teâlâ’nın bütün dostlara, İslam tasavvufunun göz bebekleri olan bu iki  önderimizin şefaatlerini nasip etmesini dileriz. İnşallah onlarla yarın cennette yan yana olur, orada da onların ilimlerinden istifade etmeyi Allah Teâlâ’dan niyaz ederiz. 

 

 

Bu makalenin hazırlanmasında faydalanılan eserler:

 

 

Ariflerin Halleri’, İmâm-ı Rabbânî, Sufi Kitap, İstanbul, 2010

 

İlahi İsimler’, İsmail Hakkı Bursevî, Sufi Kitap, İstanbul, 2008

 

‘İmam-ı Rabbaniye göre Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd’,Necdet Tosun, Tasavvuf Dergisi, Sayı 23, 2009

 

Fütûhât-ı Mekkiyye’ İbn Arabî, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2010

 

Manevî Yolculuk’, İmâm-ı Rabbânî, Sufi Kitap, İstanbul, 2010

 

Marifet ve Hikmet’, İbn Arabî, İz yayıncılık, İstanbul, 2011

 

Mektûbât-ı Rabbânî’, İmâm-ı Rabbânî, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2008

 

Rabbânî İlhamlar’, İmâm-ı Rabbânî, Sufi Kitap, İstanbul, 2011

 

Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık’, Ekrem Demirli, İz Yayıncılık,İstanbul, 2005

 

Varlığın Dili’, İsmail Hakkı Bursevî, İz Yayıncılık, İstanbul 2010

 

 

Bu makale için yorum ve eleştirileriniz için:  yorum@ilimvetasavvuf.com

 

Anasayfa         Makaleler