Osmanlı Devleti 13. yüzyılın sonlarında kurulurken, İslam ülkelerinde ilim dünyası 500 yıldır büyük bir ilerleme kaydetmiş ve ilmin zirvesini yaşamaktaydı. 8. yüzyılda başlayan ilmin ilerleyişi bütün sahalarda kendisini göstermiş ve İslam alimlerinin kitapları ve buluşları Avrupa'nın her yerinde okutulur hale gelmiştir. Bu durum tabii ki İslam eğitim ve öğretim sisteminin mükemmelliğin bir sonucudur.

Osmanlı Devleti 1299 yılında kurulurken böyle mükemmel bir ilim mirasının meyvelerini toplamak için eğitim ve öğretimde İslami yöntemleri uygulamaya devam etmiştir. Osmanlı Devleti'nin bir imparatorluk haline gelmesinden ilk modernleşme çalışmalarının başladığı döneme kadar olan zaman aralığına, Türk - Osmanlı eğitim tarihinin klasik dönemi denir. Bu dönem pek çok Osmanlı tarihçisine göre “gelişme, ilerleme ve büyüme” dönemleri olarak adlandırılır. 1700 yıllarından sonraki zamanlar ise askeri alandaki yenilgiler, ticari duraklamalar ve toprak kayıpları nedeni ile “duraklama ve gerileme” olarak adlandırılmıştır.

Osmanlı biliminin teşekkülü ve gelişmesi, Osmanlı öncesi Selçuklu döneminde Anadolu şehirlerindeki eski ilim müesseselerin yerleşik gelenekleriyle dönemin en mühim ilim ve kültür merkezleri sayılan Mısır, Suriye, İran ve Türkistan'dan gelen alimlerin sayesinde gerçekleşmiştir. Osmanlılar İslam dünyasının kültürel ve ilmi hayatına yeni bir dinamizm ve zenginlik katmışlardır. Böylece İslam bilim geleneği 16. yüzyılda zirveye ulaşmıştır. İslam medeniyetinin eski merkezlerinin yanında Bursa, Edirne, İstanbul, Üsküp, Saraybosna gibi yeni kültür ve bilim merkezleri kurulmuştur. Bu dönemde oluşan kültürel ve ilmi miras bugün Türkiye'nin yanında birçok Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Balkan ülkesinin kültürel kimliğini ve ilmi mirasını oluşturmaktadır.

Klasik dönemde Osmanlı bilim literatürü medrese çevrelerinde oluşturulmuştur. Osmanlı bilim adamları hazırladıkları ders kitaplarının yanında, İslami ilimlerde, matematik, astronomi ve tıp konularında birçok orijinal telifler ve tercümeler meydana getirmişlerdir. Bu eserler Osmanlı bilim adamlarının bildikleri üç dilde, yani Arapça, Türkçe ve Farsça dillerinde yazılmıştır. Başlangıçta bu eserlerin büyük bir kısmı Arapça olarak yazılmış, ancak Türkçe'nin kullanımı 15. yüzyıldan itibaren artarak 18. yüzyıldan sonra ilmi eserlerin çoğu Türkçe yazılmaya başlanmıştır. 1727 yılında İstanbul'da İlk matbaanın kurulması ile Osmanlı Türkçesi modern bilimlerin aktarılmasında en çok kullanılan dil haline gelmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş döneminde, Osmanlı bilim adamları Bağdat, Semerkant ve Horasan'daki bilim merkezlerinin görkemli şöhretinin etkisinde kalarak, bu merkezlere gidip oralarda kalmayı tercih etmişlerdir. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş devresinde matematik araştırma zayıf kalmıştır. Bunlardan biri 14. yüzyılın başlarında Bursa'da doğup yetişen ve sonradan Kadızade Rumi lakabını alan Molla Mehmetoğlu Selahattin Musa, Horasan ve Maveraünnehir’e  giderek 14. yüzyılda büyük bir şöhret kazanmıştır. Kadızade heyet ve riyaziyeye meraklı olduğundan bu sahada yetişmek için Bursa'da tahsilini bitirdikten sonra, Horasan ve Türkistan'a kadar gitmiştir. Tahsile gideceğini yalnız kız kardeşine söylediği, kız kardeşinin de yolda sıkıntı çekmemesi için heybesine kitapları arasına mücevherlerini koyduğu rivayet edilmektedir. Kadızade Rumi Semerkant'ta Uluğ Bey tarafından çok itibar görmüş ve kendisini matematik ve astronomi hocası tayin etmiştir. Kadızade’nin şöhretinin etkisinde kalan matematik tarihçesi Moutucla eserinde büyük Türk alimi Kadızade Rumi'nin adını Rumoeus yazarak onu Yunan addetmek çabasında bulunduğu matematik tarihi kitaplarında yazılmaktadır.

Klasik dönemde Osmanlı'da başlıca eğitim müesseseleri sıbyan/mahalle mektepleri, medreseler, Enderun mektebi, tekke ve zaviyeler ile özel ihtisas kurumları olan darülhadisler, darültıplar, darülmesneviler, darülkurralar, şehzâdegân mektepleri, bab-ı âli mektepleri, bab-ı defterdari mektepleridir. Bunların yanı sıra yaygın eğitim kurumları olarak dergahlar, hanlar, kütüphaneler, sahaf dükkanları, zengin konakları, kahvehaneler, alimlerin ve mutasavvıfların evleridir. Bunlar içinde en önemli ve en kapsamlı olanlar medreseler, sıbyan mektepleri, Enderun mektebi ve tekkelerdir.

İlk dönem Osmanlı ilim hayatı hakkında bilgi veren D’Ohsson’a göre Osmanlı Devleti'ndeki ilmi faaliyetler, daha Osman Gazi döneminde başlamıştır. O, bu konuda şu bilgileri vermektedir: Osman Gazi Söğüt'te yeni imparatorluğun temelini atarken hazine ve silah ile beraber ilmi ve kültürel faaliyetlere karşıda gayet müteşebbis idi. İlmi yönden ilerlemeyi ve en azından eski medreseleri oldukları gibi muhafaza etmeyi arzu ederdi. Veliahtı ve oğlu Orhan Gazi İznik'te imparatorluk camiini yükseltirken orada bir de, bir asrı mütecâviz bir zaman boyunca Osmanlı medreselerinin en yükseği olarak bakılacak olan bir medrese yaptırdı. Yeni kurulmuş ve kendi ismi ile adlandırılmış olan bu medresenin idaresi İslam alemindeki diğer bütün medreselerde olduğu gibi müderris titri altında Şeyh Davud-ı Kayseri'ye verildi.

Mahalle/Sıbyan Mektepleri

Mahalle mekteplerinin kuruluşu İslam'ın çok eski dönemlerine kadar gitmektedir. Ancak zamanla gelişmiştir. Bu eğitim yerleşik eğitimin ilk kademesi olmuştur. Her mahallede bulunan bu mekteplerde isteğe bağlı olarak 5-12 yaşlar arasındaki kız ve erkek çocukları birlikte eğitim almışlardır. Buralarda temel dini bilgiler (ilmihal, Kur'an) öğretilmiştir. Bunun yanı sıra talebelerin ilgi ve yeteneklerine göre, okumanın yanında basit düzeyde matematik ve diğer konular ile ilgili bilgiler de verilmiştir.

Bu mektepler varlıklı kişiler tarafından yaptırılarak vakfedilmişlerdir. Buralarda tam anlamıyla geleneksel bir eğitim ve öğretim yöntemi uygulanmaktadır. Buralarda disiplin esastır. Ezberlemek temel öğretim yöntemidir. Çocukların bu mekteplere başlaması “Amin Alayı” denilen bir tören ve ritüelle olurdu. Bu merasimler çocuklarda ayrı bir heves uyandırırdı.

Mahalle mektepleri devlet okulları değildi. Büyük bir kısmı camilerin içinde yer aldığı bir vakfın parçalarıydı. Bu mektepler ulemanın elinde özerk diyebileceğimiz bir yapıda idi. Mahalle mektebinden başarı ile mezun olan ve takdir edilen çocuklar, ailelerinin de desteği ile medreselere devam ederlerdi. Bu medreselerden mezun olanlar ise kadı, müftü veya müderris olarak ulema kadrosuna katılmış olurdu. Sıbyan mekteplerinde görev yapacak olan hocaların yetişmesi için Fatih zamanında bir düzenleme yapılmış ve bu okullara özgü eğitim programları oluşturulmuştur.

 

Medreseler

Osmanlılar kuruluşundan kısa bir süre sonra Anadolu'da ve Rumeli'de yaptığı fetihlerle topraklarını genişlettiler. Osmanlılar, Selçuklu ve Beylikler dönemi ile birlikte Anadolu'da yayılan medreseleri kendilerine örnek alarak geliştirmişler ve yenilerini inşa etmişlerdir. Fethettikleri topraklardaki Anadolu Selçuklu ve Beylikler dönemine ait medreseleri vakfiyelerinde herhangi bir değişiklik yapmadan kullanmaya devam etmişlerdir. Böylece ilmi açıdan kendilerini bu geleneğin bir devamı olarak kabul ettiklerini göstermişlerdir.

II. Osmanlı Sultanı olan Orhan Gazi (1326 – 1359) döneminde ilk Osmanlı medresesi 1331 yılında İznik'te kuruldu. Orhan Gazi bu medrese için vakıflar kurmuştur. Geliri medrese, müderris ve talebeye tahsis edilen vakıf köyler, her türlü “Tekâlif-i Örfiye” (Örfi vergiler) den muaf idiler. Bu medresenin müderrisleri arasında Davut Kayseri (ö.751/1350) ve Tacettin Kurdi gibi isimlerin bulunması Anadolu tasavvuf geleneğinin Osmanlı medreselerine yansımalarıdır. Bursa ve Edirne'nin fetihlerinden hemen sonra buralarda medreseler kurulmaya başlanmıştır. Şuurlu bir politika sonucu sınırları genişleyen Osmanlı Devleti'nde pek çok devlet ricali sıbyan mektebi, medrese, imaret ve cami gibi farklı sahalarda hizmet gören kurumlar açmaya başlamışlardır.

Medreseler vakıf kuruluşlarıdır. Bunların vakfiyelerinden elde edilen bilgilerle bu dönemlerdeki ilim hayatı hakkında bilgiler edinmekteyiz. Vakfiyelerde okutulan ilimler ve ders kitapları tanıtılmaktadır. Ayrıca medreselerde çalışan görevliler ve onlara verilen ücretler de bu vakfiyelerde bildirilmektedir.

17. yüzyılın son çeyreğinin başında ise İstanbul'daki medrese sayısı 126 ya ulaşmıştı. Fetihten 19. yüzyıla kadar İstanbul'da inşa edilen medrese sayısı 500'ü aşmaktadır. Ancak bunların büyük bir kısmı yangın ve deprem gibi tabii afetlere maruz kalarak yıkılıp yok olmuş veya terk edilmişlerdir.

İslam eğitim tarihi içinde müstesna bir yeri bulunan Osmanlı medreseleri orta ve yüksek tahsili gerçekleştiren müesseselerdir. Medreseler için vakıflar kurulmuştur. Medrese hocalarına “müderris” (profesör), yardımcılarına da “muîd” (asistan, araştırma görevlisi) denirdi.

Osmanlılar, medreseye Selçuklu ve Anadolu beyliklerini örnek alarak kurdular. Bununla beraber Osmanlı medreseleri, nakli ilimlerde Şam – Mısır, aklî ilimlerde de Bağdat - Semerkant bölgelerinde yetişmiş ulemadan istifade etmişlerdir. Osmanlı medreselerinde kelam, mantık, belagat, lügat, nahiv, matematik, astronomi, felsefe gibi “âlet ilimleri” denilen ilimlerin yanında, Kur'an ilimleri ile hadis ve İslam hukuku (fıkıh) gibi ilimler okutuluyordu.

16. yüzyılın son çeyreğinde farklı sebepler yüzünden eğitim ve öğretim müesseselerinde bazı aksaklıklar görülmeye başlandı. Bunlar medresenin gerilemesine sebep olmuşlardır. Bu durum islah edilmeye çalışılsa bile sonuç değişmemiştir. Osmanlı medrese ve ilmiye teşkilatının bozulma sebeplerinin başlıca olanlarını şöyle ifade edebiliriz: nüfus kesafeti, devletin diğer müesseselerindeki bozukluklar, müderrisliğin babadan oğula geçmesi, ilmiyeye ait kanun ve geleneklerin çiğnenmesi,  saltanat kavgaları, bencillik ve ilmi hürriyetin ortadan kalkması.

 

Fatih Külliyesi ve Sahn Medreseleri

Fatih İstanbul'u 1453 yılında fethettikten sonra, İstanbul'u bir ilim ve kültür merkezi haline dönüştürmek için bugünkü Fatih semtinde 1470 yılında bir külliye inşa ettirmiştir. Külliye 16 medrese, darüşşifa, tabhane, imaret, kervansaray, hamam, sıbyan mektebi, kütüphane ve muvakkithaneden oluşmaktadır. Külliyenin merkezinde bugünkü Fatih camii bulunmaktadır. Fatih külliyesinin eğitime ayrılan temel birimleri olan medreseler, Fatih'in meşhur kanunnamesinde Sahn medresesi olarak adlandırılmaktadır. Temel eğitim için 8 medrese, 8 tetimme ve bir mektep bulunmaktadır. Tetimmelerde Sahn medreselerinde okuyacak olan talebeler hazırlanmaktadır. Medreseye devam edecek öğrenciler imtihan yapılarak seçilmektedir. Vakfiyeye göre her bir medresede gündelik ücreti 50 akçe olan bir müderris, 5 akçe olan bir muîd ve 2 şer akçe alan 15 talebe bulunmaktadır. Medreseler 19 hücre, büyük bir dershane, bir gasilhane ve hela gözünden oluşmaktadır. Talebe odalarında bir ocak, dışa pencereler, lambalık ve kitap koymak için müsait nişler bulunmaktadır.

Fatih İstanbul'u bir ilim merkezi haline getirmek için Anadolu'dan ve çeşitli Müslüman devletlerinden ilim adamlarını davet etmiştir. Bunların içinde en meşhuru Ali Kuşçu’dur (ö.897/1474). Dönemin ünlü bilginlerinden Kadızade Rumi ve Uluğbey’den ilim tahsil eden Ali Kuşçu, uzun süre Semerkant rasathanesinde görev yapmıştır. Uluğbey’in vefatından sonra Akkoyunlu Devletinin hükümdarı olan Sultan Uzun Hasan tarafından Fatih'e elçi olarak gönderilmiş, daha sonra İstanbul'da kalarak günlük 200 akçe ile Ayasofya medresesine atanmıştır. Ali Kuşçu Osmanlı ülkesinde matematik ve astronomi ilimlerinin yayılmasını sağlamıştır. İstanbul'da ilk matematik okulunu (medrese) açmıştır. Bu medresede yetişenler arasında Mirim Çelebi (ö.1525)’nin adı anılmaya değer.

Osmanlı eğitim sistemi hoca ve kitap merkezli bir anlayış üzerinde kurulmuştur. Talebeler bulunduğu medresenin derecesine göre okutulacak kitabın tamamını ya da bir bölümünü okur, daha sonra daha yüksek seviyeli bir medresede okuyuşlarını tamamlardı. Müderris talebelerini okuttuğu dersler üzerine münazara yapmaları için teşvik eder, muîdler ders bittikten sonra talebenin sorularını yanıtlayarak onların gelişimini takip ederlerdi. Böylece medreselerde eğitimin canlılığı ve sürekliliği muhafaza edilirdi. Bu usullerin sürdürülebildiği dönemlerde çok verimli sonuçlar alınmıştır.

 

Süleymaniye Külliyesi ve Medreseleri

Osmanlı tarihinin en parlak yıllarını oluşturan Kanuni Sultan Süleyman'ın saltanat yıllarında (1520-1566) ilmi açıdan da önemli gelişmeler yaşanmış, kültürel ve sosyal merkezlerin inşasına devam edilmiştir. Örneğin Kanuni babası adına 1522 de Yavuz Selim külliyesini ve oğlu Mehmet içinde 1548 de Şehzade külliyesinin yaptırmıştır. Kanuni’nin kendisi için yaptırdığı ve inşaatı 1557 yılında biten Süleymaniye külliyesi ise dönemin sembolü haline gelmiştir. Külliyenin içinde bir sıbyan mektebi, 4 medrese, bir darülhadis, darüşşifa, tabhane, imaret, hamam, kervansaray ve mimarının türbesine yer verilmiştir.

Bazı araştırmacılara göre Fatih'in Sahn medreseleri tefsir, usul-i fıkıh, fıkıh ve kelam gibi dini ilimler ile sarf, nahiv, belâgat gibi ilimlerin tedris edildiği bir çeşit ilahiyat ve edebiyat fakültesi görünümünde idi. Burada riyazi ilimleri, tıp ve kimya benzeri ilimleri okutan fen ve tıp fakülteleri mevcut değildi. Fakat Kanuni'nin külliyesinde bu eksiklikler tamamlanarak, topluma tabip, cerrah ve mühendis gibi uygulamalı ilimlerde uzman elemanlar yetiştirmek için bir tıp medresesi ve tabii ilimlere hasredilmiş fakülteler kurulmuştur.

Süleymaniye külliyesindeki medreseler 21-23 odalıydı. Buralara yevmiyesi 60 akçe olan 4 müderris, yevmiyesi 50 akçe olan bir darülhadis müderrisi ve 20 akçe yevmiyeli bir baştabip görevlendirilmişti. Medreselerde birer muîd ve 15'er talebe, darültıpta ise 8 öğrenci bulunmaktaydı. Külliyenin talebelerine günde 2 akçe, muîdlere de 5 akçe yevmiye verilmekteydi. Darültıpta eğitim ve öğretimin yanı sıra, halkın tedavisi de yapılmakta ve gerekli olan ilaçlar halka bedava verilmekteydi.

Külliyenin vakfiyesinde medresenin müderrislerinin özellikleri ile ilgili şu bilgiler verilmektedir: Müderrisler dine hizmet eden alimlerin en iyisi, marifet sahibi, hikmet saçan, faziletlerin en üstünü, hakikat hazineleri anahtarı, incelikli sembolleri açıklayan, takva sahibi ve temiz, yüksek kavrayışlı ve anlayışlı, bilgi sahibi. Kayıtlardan medreseye atanan müderrisler arasında Kınalızade Ali Efendi (ö.979/1572), Şah Mehmet Efendi (ö.970/1570), Mimarzâde Mustafa Efendi (ö.971/1565) ve Kadızade Efendi (ö.988/1580) adları geçmektedir.

 

Osmanlı Medreseleri Hakkında Yorum ve Eleştiriler

Osmanlı klasik dönemi eğitimini belirleyen kurumlar olan Sahn ve Süleymaniye medreseleri 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı ilim ve kültür hayatının en üst seviyeli eğitim ve öğretim kurumları olma özelliklerini korumuşlardır. Osmanlı medreselerinin bütününde eğitime konu edilen eserlerin birbirlerini destekler nitelikte ve adeta bir bütünün farklı boyutlarını gösterir mahiyette oldukları görülmektedir. Sahn ve Süleymaniye medreselerinde fıkıh, hadis ve tefsir gibi temel İslami ilimler ağırlık kazanmaktadır. Bunlardan önce gelen medreselerde ise öğrencileri buralara hazırlayan belagat, kelam ve usul dersleri okutulmaktaydı. Süleymaniye medreselerinde şerh ve haşiyelerin Türkçeleşmeye başladığı görülmektedir. Böylece üç kıtaya yayılan devletin kendisine has bir ilmi literatürü oluşturulmuştur. Vakfiyelerde medreselerde okutulan müfredat ve kitaplarla ilgili bilgiler mevcuttur.

Osmanlı eğitim sistemindeki ilmiye teşkilatının yapısında, yalnız eğitimle uğraşan insanlar yoktur. Aynı zamanda idari ve yargı işlerini sürdüren kadılar, kazaskerler, padişah hocaları ve şeyhülislamlar da ilmi teşkilata mensupturlar. Bu o dönemin kendisine has bir özelliği idi. Osmanlı eğitim sisteminin bu nedenle, bugünün ulus-devlet eğitim anlayışından farklı olması aşikardır. Osmanlı eğitim sistemi incelenirken o dönemin sosyal, ekonomik ve askeri yapıların da işin içine katılması önemlidir. Bu konuda önyargılardan kurtularak yapılan çalışmaların sayısı maalesef çok azdır.

Osmanlı medreselerinin tarihi ile ilgili literatürde çok kaynak görülmektedir. Ancak bu kaynaklarda medrese eğitiminin detayları hakkında, üretilen bilgilerin mahiyeti ve üretim yöntemi ve teknikleri hakkında tatminkar ölçüde irdeleyen araştırma yoktur. Bunun bir nedeni de, Cumhuriyet döneminde yetişen gençliğin Osmanlıca dilini bilmemeleridir. Osmanlıcayı bilmeyen ve okuyamayan bir neslin eski metinleri anlayıp incelemelerinin mümkün olamayacağı aşikardır. Bu nedenle çok detaylı olan Osmanlı arşivlerinin hakkıyla incelenmesi gecikmiştir. Ancak monografik düzeyde konu ile ilgili çeşitli kitaplar 20. yüzyılda yayınlanmıştır. Bu kitaplarda, üç kıtaya yayılan ve 600 yıl hüküm süren bir devletin bütün detayları ile anlatılması mümkün olmadığı görülmektedir. Osmanlı'nın bütün dönemlerinin, bütün coğrafyasının, bütün kurumlarının ve ürünlerinin incelenmesi kolay değildir. Bu nedenle maalesef günümüze kadar da hakkıyla yapılamamıştır.

Literatürde karşılaşılan medrese ile ilgili bilgilerin büyük bir kısmı, erken Cumhuriyet dönemindeki ideolojik tarihçiliğin kurbanı olmuş, Cumhuriyet rejimini meşrulaştırmak için önyargı, tahrifat ve tezyifâttan oluşan düşünceler gerçek diye piyasaya sürülmüştür. Onlara göre medreseler çok erken tarihlerden itibaren zayıfladı, geriledi, çöküşe geçti, bozuldu. Rüşvet ve yolsuzluğun çoğaldığına dair sosyolojik bir edebiyatın yanında, bir de medresenin asli görevini yerine getirmediğine dair pek çok eleştirel yaklaşımlar da toplumda hakim kanaat haline gelmiştir. Bu yaygın kanaate göre özellikle 16. yüzyıldan sonra medresede - modernizmin tasniflediği - pozitif bilimlere yer verilmemiş, özgün telif eserleri üretilmemiş, daha çok şerh ve haşiye ile vakit geçirilmiş, skolastik bir eğitim ve öğretim yöntemi takip edilmişti. Oysa olumsuzlanan bu durumların hiçbiri hakkında derinlemesine ve temsil kabiliyeti yüksek araştırmalar yoktur. Bu İslami ilimler tarihi çalışmalarının en zayıf ve yetersiz noktalarından birisidir.

Kanuni’den sonra medreselerde kelam ve felsefe gibi akli ilimlerin öğretimi geri plana atılmıştı. Bu durumu o devrin aydınları eleştirmişlerdir. Lütfi Paşa, “Asafnâme” adlı eserinde, Gelibolulu Mustafa Âli (ö.1009/1606) “Nushatü's -selatîn” adlı eserinde, medreselerdeki olumsuzlukları dile getirmişlerdir. Taşköprüzade (ö.1561) medreselerde ilmi seviyenin düşmesinden, alimlerin basit kitapları istihsan ettiklerinden şikayet etmektedir. Müderrislerin ilmi yetersizlikleri dile getirilmiştir. Koçi Bey (ö.1051/1640) 4. Murat ve Sultan İbrahim'e arz ettiği risalesinde eski ve yeni alimleri mukayese ettikten sonra ilim yolunun bozulduğundan, devrin alimlerinin eser yazmadığından, şan ve şöhret peşinde koştuklarından, kanun-i kadimin işlemediğinden şikayet etmiştir. Katip Çelebi (ö.1067/1657) ilk dönem alimlerin şer’i ve akli ilimleri kendilerinde cem ettiklerini; Molla Fenari, Hocazade, Ali Kuşçu, İbn Kemal gibi şahsiyetlerin yetiştiğini; şimdi ise medreselerde sadece şer’i ilimlerin yer verildiğini, akli ilimlerin okutulmadığını dile getirir.

1703 de padişah olan III. Ahmet ve Sadrazam Damat Ferit Paşa ilmiye sınıfına çeki düzen vermek için kanun çıkarmış, kütüphanelerin sayısını çoğaltmaya çalışmışlardır. Topkapı sarayı kütüphanesi bu dönemde kurulmuş, tercüme heyeti oluşturularak tercümeler yapılmıştır. Yanyalı Esad Efendi Aristo'nun Fizika’sını tercüme etmiştir. 28 Çelebi Mehmet ile beraber Paris'e İbrahim Müteferrika ve Mehmet Sait Çelebi gönderilmiştir.

Medreselerin 17. yüzyıldan itibaren gerilemeye, bozulmaya başlamış olmasının pozitif bilimlerinin öğretilmesine önem verilmemesinden olduğu iddia edilmiştir. Bu iddia ne kadar doğrudur? Medreselere karşı olumsuz tutumlar Tanzimat taraftarı batıcılar, Jön Türkler ve özellikle II. Meşrutiyet ve erken Cumhuriyet dönemi tarihçileri tarafından ortaya atılmıştır. Bu dönem aydınlarının şahsi ve psikolojik kanaatlerinin yanında Cevdet Paşa, Koçi Bey, Katip Çelebi gibi tarihçilerin yazdıkları da bunda etkili olmuştur. Ancak bu kanaatler kritiğe tabi tutulmamıştır.

Bununla beraber olaya kritikçi olarak yaklaşan kişilerde vardır. Bu konuda Yaşar Sarıkaya'nın görüşlerini verebiliriz. Bu konuda Sarıkaya “Medreseler ve Modernizm” adlı kitabında şu tespitlerde bulunmaktadır:
“Bir İslam eğitim kurumu olan medrese, başlangıçta devlet elitinin, memurların, müderrislerin, müftü, hakim ve yargıçların ve diğer devlet görevlilerin eğitim ve yetiştirilmesinde önemli rol oynuyordu. Medrese'nin ürettiği zihniyet ve kültür sistemi arzu ve hedefleri ile çelişmiyordu. Sistem için medrese, medrese için sistem gerekliydi. Medreselerde zaman zaman bazı fen bilimlerinin okutulmuş olması birer istisnadan ibaret, fakat medreselerin gerçek gayesini gölgelemeyen bir durumdur. Pozitif ilimler bazı hocaların şahsi çabaları ve özel bilgileri ile okutuldu. Gerçi bu ilimler medrese çevrelerinde olumsuz karşılanmadı. Tersine sevilerek ve teşvik edilerek okundu. Fakat gene de sürekli ek dersler (koltuk dersleri) olarak görüldü ve yardımcı ilimler olarak okutuldu… Medrese kendisinin asli görevi olan İslami ilimlerin eğitim ve öğretimi görevini pek çok dış etmenler tarafından etkilenmiş olmasına rağmen, tarih boyunca kesintisiz bir şekilde sürdürmüştür. Esasen aklı ilimlerin de öyle bıçak gibi kesilip atıldığı doğru değildir. Yeni kurulan askeri, teknik ve tıp okullarında görev yapan medrese mezunu tabipler, hendeseciler, tarihçiler ve benzerleri gökten inmediler. Medreselerin çöküşü bugüne kadar yazılanların ve söylenenlerin aksine, kendi sisteminden kaynaklanan bozuklukların değil ideolojik, siyasal, sosyal değişmelerin bir sonucudur. Medreseler kendi sistemlerindeki hastalık veya çağdışılık yüzünden değil, bu sistemin yetiştirdiği adam ve ürettiği zihniyetten ötürü ihmal edilmiş ve dolayısıyla aynı gerekçeyle tarihe gömülmüştür.”

Medrese literatürü konusunda değinilmesi gereken önemli bir isim şarkiyatçı George Makdisi’dir (1920-2002). Son elli yılında İslam ilim dünyası ve kurumları hakkında çalışan Makdisi bu konuda birçok eser kaleme almıştır. Makdisi’ye göre medreselerin ortak yöntemleri bir ezber yöntemidir. Bunun yanında tekrar, kavrama, müzakere, tartışma, defter tutma, yazma da önemli yöntemler arasındadır. Makdisi’ye göre Ortaçağ eğitim skolastizmin kaynağı medreselerdir.

 

Enderun Mektebi

Osmanlı eğitim sisteminin 15. yüzyıl ortalarından itibaren medreselerden sonra en önemli eğitim kurumlarından biri Enderun mektebidir. Bu okul üst düzey devlet adamı yetiştirmek için kurulmuştur. Devşirme sistemi ile ayakta durmaktadır. Kendi içinde son derece detaylı ve disiplinli bir seçme, eleme ve yükselme sistemine sahip olan okul, dünyada başka hiçbir ülkede yoktur. Bu nedenle bu okul dünya eğitim tarihine Türklerin bir katkısıdır. Osmanlı'nın dünyaya asırlarca hakim olması ve hakim olduğu yerlerde insanların huzur içinde yaşamasında, bu okulda yetiştirilen kumandanlar ve yöneticilerin etkisi muhakkak ki büyüktür.

Devşirme sistemi, sıkı kayıtlarla ve gönüllüce yapılır. Bu sistem aileler tarafından bir imtiyaz göstergesidir. Yaşları 8-20 arası değişen fiziksel, sosyal ve kültürel yetkinliğe sahip çocuklar arasından seçilen bu çocuklar İstanbul'a getirilerek üç beş sene Müslüman bir aile yanında kalırlar, daha sonra sınav yapılarak Enderun’a alınırlar. Burada sıkı bir eğitimden geçirilerek üst düzeyde bir kişilik kazanırlar. Daha sonra farklı görevlerde istihdam edilerek devlete ve topluma hizmet ederler. Devletin üst düzey memurlarının çoğu bu okuldan yetişmiştir.

Enderun mektebi bir saray eğitim kurumdur. Ancak Enderun hakkında yeterli araştırmalar yoktur. Bu kurum hakkında II. Murat döneminde bazı girişimler yapılmış, bu Tanzimat dönemine kadar devam etmiştir. Bu kurumun gerçek yapısına Fatih döneminde kavuşmuş olduğu daha kesindir.

Böyle bir kurumun teşkilinde esas hedef, askeri temele dayanan Osmanlı Devleti'ne yetenekli kumandan yetiştirmek ve devamlı büyüyen ülkenin farklı din ve kültürlere mensup kitleleri idare edecek sağlam yönetici kadrolarını oluşturmaktır. Bu konuda Türkiye Diyanet Vakfı'nın yayınladığı İslam Ansiklopedisi'nde şunlar yazılıdır:
“Genellikle aileleri ile hiçbir ilgileri kalmayan devşirme yoluyla sağlanmış çocukların Enderun’a alınmadan önce belli bir alt eğitimden geçmiş olmaları gerekiyordu. Hristiyan ailelerden devşirilen çocuklar öncelikle Müslüman Türk ailelerin yanında Türkçeyi, İslami esasları ve âdâbı öğrenir, daha sonra Edirne, Galata, İbrahim Paşa saraylarında bedeni ve ruhi kabiliyetlerini geliştirecek dersler ve talimler görürlerdi. Bunlara “acemi oğlanlar” denilirdi. Acemi oğlanları buradaki belirli talim ve terbiyeden sonra “çıkma” adıyla ayrılarak çeşitli askeri birlikler içerisine dağıtılır, üstün yetenekli olanlar ise daha yüksek seviyede bir eğitime tabii tutulmak üzere Enderun’a alınırdı.

Çalışma sistemi, programı ve işleyişi göz önünde tutulursa Enderun'un bir mektepten ziyade çeşitli hünerlerin, sanatların, idari ve siyasi bilgilerin uygulamalı olarak öğretildiği, kabiliyetlerin tespit edildiği bir kurs ve staj yeri olduğu söylenebilir. Enderun’u teşkil eden 7 oda ve koğuşta çıkmalar, terfiler ve boş olan yerlerin doldurulmasında kesinlikle uyulan belirlenmiş kurallar vardı. Ancak padişahların sık olmamakla birlikte terfi ve çıkmalarda usul dışı uygulamaları da olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman'ın Has Odabaşı İbrahim'i veziriazamlık makamına getirmesi bunun ilginç bir örneğidir.”

Enderun sisteminin en önemli özelliklerinden biri, çok değişik ırk ve dini kökenlerden gelen gençlerin İslam-Türk kültürü içinde yetiştirilmesidir. Yabancı gözlemciler hazırlık ve Enderun için seçilen gençlerden bahsederken, Türklerin kabiliyetli gördükleri kimseleri eğitmekten büyük bir zevk aldıklarını ve bu uğurda her türlü fedakarlığa katlandığını belirtirler. Seçim sırasında güzel yüzlü ve fiziki kusuru olmayanların tercih edilmesini Türklerdeki “güzel bir yüzde kötü bir ruhun saklanmayacağı” inancına bağlamaktadırlar. Habsburg elçisi olarak 16. yüzyıl ortalarında Osmanlı ülkesine gelen Busbeke mektuplarında, batılıların iyi yetiştirilmiş attan ve köpekten zevk aldığını, Türklerin ise yetiştirilmiş insandan büyük bir haz duyduklarını yazmaktadır.

Enderun eğitiminin temel prensiplerinden biri de disiplindir. Öğrenciler her hareketlerinde ölçülü olmak zorundadırlar. Gençlerin kabiliyetlerine göre her türlü makama ulaşabileceklerini bilmeleri, onların disiplin kurallarına uymalarını sağlamış ve azimlerini artırmıştır.

Enderun gençleri saray içinde eğitiliyorlardı. Buradaki idari ve siyasi ortam onların en iyi şekilde eğitilmelerini sağlıyordu. Burada yetişenler gerek merkezde gerekse eyaletlerde çeşitli seviyelerde hizmet görüyorlardı. Atâ Bey'in “Târîh-i Enderûn” adlı eserinde Enderun'da yetişen ve değişik alanlarda görev yapan alim, şair, devlet adamı, asker ve idarecilerin adları ve yer yer biyografileri verilmiştir.

N.M. Penzer, “The Harem” adlı kitabında Enderun eğitiminde son derece titiz bir program çerçevesinde hareket edildiği belirtilmektedir. Bu kuruluşun dünya eğitim tarihinde tek örnek olduğu belirtilmektedir.

A.E. Lybyer,  “The Government of the Ottoman Empire in the time of Suleiman, The Magnificent” adlı kitabında, Türklerde mevki sahibi ve başarılı olmak, iyi hizmet göstermek ve kabiliyetli olmak şerefli bir şey olduğunu yazmaktadır. Tembel işe yaramaz ve vasıfsız bir adam toplumun dibinde kalmaya mahkumdur. Lybyer’e göre bu durum Türklerin görevlerinde başarılı olmasının, sınırlarının genişlemesinin ve diğerleri üzerinde hakimiyet kurmasının sebebidir. Lybyer’e göre İç Oğlanlar sistemi çağdaş bir gözlem ile bakıldığında, bu sistemin birinci derecede bir eğitim sistemi olduğunu görülür. Saray gençlerin doyurulduğu, bakıldığı yer değil eğitildiği yerdir. Çalışmalar ve öğrenim büyük devlet yönetimi için düzenlenmiştir.
Enderun’un sıkı bir disipline dayanan başarı ve mahareti yükselmenin yegane vasıtası yapan prensibi, kimseye bir ayrıcalığın tanınmadığı klasik dönemde bu kurumu imparatorluğun en başarılı eğitim müessesesi haline getirmiştir. Ancak 17. yüzyılda usullere aykırı olarak, şartlara uymayanların Enderun’a alınması ile sistem bozulmaya başlamıştır. Genel olarak imparatorluktaki diğer kurumlar gibi bu kurum da önemini yitirmeye başladı. Buna rağmen Enderun 19. yüzyılın başlarına kadar etkisini devam ettirmiştir. Tanzimat'tan sonra bu okulun misyonuna benzer bir nitelikte, ama modern tarzda eğitim gören okullardan mezun olanlar devlet yönetiminde söz sahibi olmuşlardır. Bu okullardan birisi Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) dir.

17. yüzyılda Kapıkulunun diğer Ocakları ile birlikte Devşirme Sistemi de bozulmuştur. Devşirme Kanunu’nun gereklerine uyma önemini kaybedince sistemde bozulmalar başlamıştır. 1 Temmuz 1909 tarihinde bir kararname ve bir de talimatname yayınlanarak Enderun mektebi lağvedilmiştir.

 

Tekkeler ve Zaviyeler

İslam medeniyetinde dini eğitim ile ilgili olarak tekkeler ve zaviyeler de önemli kurumlardır. Bütün İslam coğrafyasında, medrese ve camilerde öğretimi yapılan dini ilimlerinin bir benzerinin tasavvufi kurumlarda da yapıldığı görülmektedir.

Tasavvuf ilmi insanlara zühd ve takvaya davet eden, içinde bulunduğu her anı faydalı ve doğru olarak değerlendirmeyi amaçlayan bir ilimdir. Tasavvuf ilmi müstakil bir ilim olarak ortaya konulduktan sonra mutasavvıflar kendi öğretilerini gerçekleştirmek için tekke, zaviye, ribat, hankah gibi kurumlar oluşturmuşlardır. Buralarda zikir, vird, ibadet gibi dini ritüellerin yapıldığı ve şeyhlerin ilim ve dini sohbetler yaptığı bilinmektedir. Mutasavvıflar toplumun her kesimini kucaklayarak dini anlatma ve yaşatma gayreti içinde yalnızca ibadet ve zikirle meşgul olmayıp bilakis dini ilimleri de bütün esasları ile öğrendikleri ve öğrettikleri bilinmektedir.

Tasavvuf ilmi ile meşgul olanlar eğitimlerinde kadın ve erkek farkı gözetmeksizin toplumun bütün kesimlerine hitap etmişlerdir. Onların eğitimleri için çalışarak, İslam toplumunda sarsılmaz bir inanç, kesintisiz ve samimi bir ibadet anlayışı ile kaliteli bir ahlaki hayatın yaşanmasına ve yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardır.

Tasavvufi eğitim sisteminde “kâl ilmi değil, hâl ilmi”, yani yazı ve konuşma değil davranış ve sezgiler ön plandadır. Bu konuda yapılan araştırmalar sınırlıdır. Mustafa Kara “Tekke Eğitimi Literatürü” adlı eserinde tekke eğitiminin temel özelliklerini şöyle sıralamaktadır:
“Tekke eğitimi zorunlu değildir, belli bir yaş sınırı yoktur, mürşit gereklidir, mürşidi aramak bulmak gereklidir, birebir eğitim verilir, mürşitler arasında mürit alışverişi vardır, teslimiyetçi bir eğitimdir, suresi belli değildir, yatılı ve gündüzlü seçenekleri vardır, masraflarını genellikle vakıflar karşılar, özel bir mekan gereklidir, Türkçe, Farsça ve Arapça öğretilir, bazı klasik metinler ve eserler topluca okunur, günlük dualar okunur, güzel sanat eğitimi de verilir, eğitimi bitiren herkes mürit olamaz, birden çok tarikattan el alınır, hayat boyu eğitim vardır.”

Tekkeler ve zaviyelerdeki tasavvufi eğitim bütün Osmanlı coğrafyasında, Cumhuriyet döneminde tekkeleri kapatan kanun çıkana kadar devam etmiştir. O dönemlerde tarikat ehli olmayan insanlar hemen hemen yok gibiydi. İstanbul'da Osmanlı'nın son yıllarında bile her mahallede tekkelerin faaliyette oldukları bilinmektedir.

 

Osmanlı Klasik Döneminde Önde Gelen Bazı Eğitimciler ve Ahlâkçılar

Medrese eğitiminde kullanılan kaynakların Arapça olmalarından dolayı medreselerde Arapça öğrenmek şarttır. Ancak buna karşı dersler Türkçe okunur ve eğitim Türkçe yapılırdı. Bu nedenle Türkçe'nin korunması, gelişmesi ve zenginleşmesi medreseler sayesinde olmuştur.

Amasyalı Hüseyinoğlu Ali'nin 1453'te yazdığı “Tarîkü’l Edeb” adlı kitap ile, Ispartalı Kınalızâde Ali'nin 1564 de yazdığı “Ahlâk-ı Âlâi” adlı kitap yüzyıllarca her düzeydeki medresede okutulmuş ahlak kitaplarıdır. Bu iki eser klasik dönem eğitim ve öğretimdeki yöntemlerin belirlenmesinde önemli rol oynarken 19. yüzyıl modern eğitim yöntemlerinden pek çoğunu temel ilke olarak kabul etmiştir.

15. yüzyıl mutasavvıflarından Hacı Bayram Veli (1352-1429) ve Yazıcıoğlu Ahmet ve Mehmet öğretileri ve eserleri ile eğitim tarihinin önemli kişileridir. Bu kişiler eğitimin sufi yorumunu yapmışlardır. Onlara göre eğitimden beklenen öncelikle kişinin kendisini tanıması sonra da hakikati ve Allah'ı tanımasıdır.

17. yüzyılın eğitim, bilim, kültür, sanat ve siyaset konuları bakımından bilinmesi gereken önemli bir şahsiyet Katip Çelebi’dir (1609-1656). Kendi dönemindeki eğitimin temel özelliklerini tasvir etmiş, ilim dünyasına ait eleştiriler yapmıştır. Katip Çelebi ilme, maarife, muallime ve öğretme sanatına geleneksel bir yaklaşım içindedir. Eğitim ile ilgili düşüncelerini İslami öğretilerin gelenekleri, Kur'an ve hadisin işaretleri doğrultusunda belirlemiştir. Katip Çelebi’nin yazdıkları kendisinden sonra gelen pek çok tarihçiyi etkilemiştir.

Klasik dönemin önemli ahlakçılarından biri de tarihçi, şair ve devlet adamı olan, “Künhü'l – Ahbar” adlı eserin müellifi Gelibolulu Mustafa Âli'dir (1541-1600). Bu kişi medreselerin bozulması olayını öne çekenlerdendir. Devletin gerilemesinin nedeninin temel sebeplerinden biri olarak medreseleri görmüştür.

Devletin resmi tarihçisi olan Naima ve Âtâî’nin eserlerinde dönemin eğitim müesseseleri, alimleri ve diğer maarif gelişmeleri kaydedilmiştir.

Osmanlı klasik döneminin eğitimcileri arasında Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de (1703-1780) vardır. İbrahim Hakkı Tillo’daki İsmail Fakirullah’ın talebesidir. Tasavvuf eğitimini ondan almıştır. Daha sonra Erzurum'da cami imamlığı yapmıştır. I. Mahmut zamanında İstanbul'a gelmiş ve burada astronomi ile ilgili araştırmalar yapmıştır. İstanbul'da müderris olmuştur. Erzurum'a dönüp Gazi Dede Tekkesinde şeyh olmuştur. Birçok öğrenci yetiştirmiş ve yazdığı kitaplar bütün İslam ülkelerinde okunmuştur. İsmail Hakkı'nın tasavvufi görüşleri Osmanlı tasavvufunun tipik ve canlı bir örneğidir. En meşhur eseri olan “Marifetname” adlı eserini 1757 de tamamlamıştır. Bu eserde tasavvuf ile tıp, tabii ilimler ve matematik beraberce ele alınmıştır. Şeyhin yaptığı tespitler bugün bile gerçeğe yakınlığı ile hayranlıkla okunmaktadır. Bu kitap, Osmanlı'da fen ve matematiğe önem verilmediği iddialarına karşı verilen en güzel bir cevaptır.

Osmanlı Devlet’inde matbaa ilk defa İbrahim Müteferrika (1674-1747) tarafından kurulmuştur. İlk kitaplar 1728 de basılmaya başlanmıştır. Matbaanın Osmanlı'ya geç gelmesi devletin geri kalmasına, duraklamasına ve çökmesine neden olmuştur gibi metaforlar toplumdaki yaygın söylemlerden biridir. Ayrıca ulemanın matbaaya karşı çıkması, hattatların isyanından korkulması gibi gerçek olmayan söylemler, sürekli topluma empoze edilmiştir. Konu hakkında yapılan çağdaş araştırmalar, yukarıdaki menfi ve temelsiz söylemlerin hiçbir değeri olmadığını ortaya çıkarmıştır. Matbaa Almanya'da inşa edilmesinden kısa bir süre sonra, Yahudi ve Rumlar eliyle İstanbul'da da kullanılmıştır. Matbaanın geç gelmesi değil belki yaygın kullanılmaması bir sorundur. Bununla beraber kitap basmada haklı sebeplere dayanarak dini kitaplar için bir sınırlama getirilmiş olsa da, diğer alanlarda basım yapılması için hem saray hem de ulema teşvikkâr olmuştur.

İbrahim Müteferrika tarih, coğrafya, lügat, tıp, hikmet, hey’et, mesalik ve memalik kitapları basmıştır. İlk basılan kitap medrese talebelerinin sıkça kullandığı bir sözlük “Vankulu lügatı” dır. Sosyal ve fen bilimleri ile ilgili farklı kitaplar ilk defa basılmış ve kitapların halka ulaşabilmesi için fiyatları makul tutulmaya çalışılmıştır. Bu nedenle Müteferrika Osmanlı'da klasik dönem eğitimcileri arasında sayılmaktadır.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :  oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa        Yorumlar

Osmanlı’da Eğitimin Klasik Dönemi

Yayınlanma Tarihi : 15.08.2021