İnsanın var olmasının amacı Hakk Teâlâ’nın zât ve sıfatını bilmektir. Hz. Davud (as), Allah Teâlâ’ya şöyle bir soru sormuştur: “Ya Rab! Mahlûkatı niçin yarattın?” Bu soruya cevap olarak Hakk Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim; beni bilsinler diye mahlûkatı yarattım.”
İnsanda iki çeşit ruh vardır. Bunlar hayvani ruh ve insani ruhtur. Hayvani ruh latif bir cevher ve buhardır ki insan bedeninde olan hayat, duygu, hareket ve iradeyi taşır. Bu ruha şehvani nefis veya hayvani nefis denir. İnsan ruhu denilen cevher ise Nefs-i Natıkadır (konuşan nefs). Hayvani nefis maddeden farklı bir cevherdir. Onun da çeşitli mertebeleri vardır. Bu mertebeler Levvame, Mülhimme, Mutmeinne, Raziyye ve Kâmile ile adlandırılmışlardır.
Hayvani Nefsin Sırları Hayvani nefsin hülasası (özü) kalptir. Kalp bir ayna olup, her iki alem, zahir ve gayb alemi, terbiye edilerek kemâle erişir ve Hakk’ın bütün sıfatlarını kendisinde müşahede eder. Bu şekilde nefis, herşeyin kendisi için yaratıldığını anlar ve şu hadis tahkik edilmiş olur: “Kendini bilen Rabbini de bilir.” Ancak insan nefsinin saf bir ayna olması için uzun bir mücadele ve mücahededen geçmesi gerekir. Bu yolda çeşitli imtihanlara tabi tutulur. Bu imtihanların başarıyla geçilmesi gerekir. Nefis aynası riyazat ve mücahede ile parlarsa, nefis temizlenir ve tabiatın pası onun üzerinden silinir. Zatının aynası alemin suretlerine karşı konumlandırılırsa, alemdeki herşey aynada yansır. Nefis, ruh ve bedenin birleşmesinden meydana gelir. Bu oluşum, anne karnında oluşan çocuğun bedenine ruhun üflenmesiyle gerçekleşir. Anne karnındaki çocuk bedeni geliştikçe nefsi de beraber büyür ve gelişir. Çocuk dünyaya geldikten sonra bülûğ çağına erişince nefis de onunla birlikte kendi olgunluğuna ulaşır. Böylece şeriatın emirlerini yerine getirme durumuna ulaşmış olur. Nefsin, bu oluşum esnasında iki zâti sıfatı vardır ve bütün diğer yerilmiş sıfatları bu iki asıl sıfattan oluşurlar. Bu asıl olan iki sıfat hevâ ve gazaptır. Nefs hava, ateş, su ve toprak dediğimiz dört unsurdan oluşmuştur. Bu nedenle, nefsin iki asıl sıfatı bu dört unsurun özelliklerini taşırlar. Hevâ sıfatı, su ve toprak özelliğini taşır ve aşağıya doğru meyillidir. Gazap sıfatı, ateş ve hava özelliğini taşır ve yükseklik, büyüklenmeye meyil gösterir. Bu iki asıl sıfat insanda dengeli bir biçimde olmalıdır. Bu dengeyi temin eden, şeriat yasalarına uyulmasıdır. Bu nedenle şeriat ve takva, insan nefsinin bütün sıfatlarını dengede tutan bir ölçüdür. Hevâ’nın dengeli olması, insanın kendisine gerekli olan faydalı şeyleri ihtiyaç halinde yeterli kadar almasıdır. Örneğin bedeni ayakta tutacak gıdanın yeteri kadar alınmasının istenmesi. Gazap sıfatı da dengeli olmalıdır. Eğer fazla olursa kötü huylar, kibir, hiddetlenme, zorbalık ve övünme gibi duygular oluşur. Şeriat ve takva, hevâ ve gazap sıfatlarının nefiste dengeli olarak tutulmasını sağlar, böylece nefsin şeriata aykırı bir eylemde bulunmasına mani olur. Böylece nefiste övülmüş ve beğenilmiş ahlâk ve sıfatların ortaya çıkması sağlanır. Bu sıfatlar, hayâ, cömertlik, cesaret, hilm, tevazu, mürüvvet, kanâat, sabır, şükür vs.dir. Bu şekilde nefis temizlenmiş olur ve kemale erişmeye doğru yol alır. Bu, ruhun kendi alemine dönmesi için gereklidir. Nefis, aşk ve muhabbetle yönünü Allah’a çevirirse, artık hiçbir geçici durumlardan hoşlanmaz ve Allah’tan başka hiçbir şeye iltifat etmez. Bu durum, ruhun Allah’a ulaşmasında en iyi vasıtadır. Hakk Teâlâ nefsi, ruhun kendisinden ortaya çıkardığı için, nefs türeme yoluyla elde edilmiştir. Nefse karşı ruh şöyle demiştir: “Sen benim parçamsın, ben ise senin bütünüyüm.” Hakk Teâlâ, nefiste kabul edicilik ve muhtaç olma özelliğini yaratmıştır. Nefis genel olarak kendisine gelen her şeyi kabul eder. Kendisine gelen çağrılara uyması sonunda farklı durumlara girer. Nefs, eğer hevâ’nın çağrısına karşılık verirse başkalaşma oluşur. Eğer ruhun davetine karşılık verirse temizlenme meydana gelir. Allah Teâlâ insan nefsini korkaklık özelliği ile yaratmıştır. Cesaret ve ataklık nefisler için geçicidir, asli bir özellik değildir. İnsanda akıl ve düşünce gücü olduğu için, insan nefsi korkaktır ve bu korkaklığı hayvanların korkaklığından daha fazladır. İnsan ruhu (natık nefis) dünya ve ahrette mutludur. Onun bedbaht olmak diye bir durumu yoktur, çünkü bedbahtlık aleminden değildir. Hayvani nefis ise natık nefsin bineğidir. Natık nefis muhalefet etmez, çünkü o temiz ruhlar alemindendir ve korunmuştur. Kıyamette cezalandırılacak olan hayvani nefistir. Dini cezalar bedene uygulanır. Acı ve elem ise onu hisseden hayvani nefse tatbik edilir. Natık nefis (düşünen nefis) şeref ve üstünlük sahibidir, çünkü o Allah’ın nefesinden üflenmiştir. Bu nedenle en şerefli ve en temiz alemin mensubudur. Hayvani nefis, natık nefsin nuruyla aydınlanır. Nefse ait özellikler dişiliktir. Allah Teâlâ nefsin mertebelerinden söz ederken, levvame, mutmaine gibi dişilik bildiren ifadeler kullanmıştır. Bu kelimelerle nefis dişi yapılmıştır. Bu anlamda kadın nefs demektir ve nefs kaynaklı bütün düşünceler avret (mahrem) dir.
Nefsin Mertebeleri Nefsin mertebeleri, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin “Marifetname” adlı kitabının 2. cildinde detaylı olarak incelenmiştir. Aşağıdaki bilgiler bu kitaptan derlenmiştir. İbrahim Hakkı Hazretlerine göre nefsin mertebeleri 7 tanedir:
1) Nefs-i Emmare: Şehvani nefis, nefsi natıkayı yani ruhu kendi etkisinde bırakıp, ona kötülük işlemeye emredici, zorlayıcı olduğundan, ona nefs-i emmare adı verilir. Nefsin yeri göğüstür. Nefs-i emmare de Allah’ın sonsuz lütfunun eseridir. Ancak dünyaya meylederek ve şehvani şeylere bağlanarak kirlenmiştir. Bununla savaşmak gerekir. “Küçük cihaddan büyük cihada gitmek” hadisi bu mücadeleyi ifade eder. Nefs-i emmare’den kurtulmak için yemeği ve uykuyu azaltmak gibi tedbirler almak gerekir. Bu durumdan kurtulmak için çokça “Lailahe illallah” zikrini yapmak faydalıdır. Çünkü bir hadise göre bu söz ile imanımız kuvvetlenir ve kurtulamayacağımız hiçbir günahımız ve fena amelimiz kalmaz. Bu kelime her iyilikten üstün ve her amelden yüksek ve Allah’ın metin bir kalesidir. Bu sözü söylerken La harfini uzatmalı ve Allah kelimesini de duyarak şiddetli söylenmelidir. H’sına da gerçek fetheyi verip “illallah” lafzının arasını kesmeyip sonunda durulmalıdır.
2) Nefs-i Levvame: Bu makamdaki nefs-i natıka, yani insan ruhu, kötülükleri emretmekten pişmanlık duyduğu ve kendisini çok kınadığı (levmettiği) için kendisine Levvame adı verilmiştir. Bu makamda emmare nefsin bazı alışkanlıklarının kalıntıları vardır. Ancak bunun yanısıra nefis, hakkı hak (doğruya doğru) ve batılı batıl (yanlışı yanlış) görür ve bilir. Bu sıfatlarla huzursuzdur. Ancak kendini tamamen bunlardan kurtarmış değildir. Fakat şeriata karşı olan sevgisi fazladır. Hataları kalbinden tamamen atamadığı için huzursuzdur. Bu makamda ısrar etmemeli ve nefsi kötü alışkanlıklardan kurtarmaya çalışılmalıdır. Aksi halde tehlike ve hatalardan kurtulamaz. Bu makamın en yüksek derecesi ihlastır (temiz kalplilik). Buradan daha üst makamlara ulaşmaya çalışılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (sav), “Ölmeden önce ölünüz” hadisi ile nefislerin öldürülmeye çalışılması gerektiğini buyurmuştur. Bu makamın zikri “Allah”tır. Bu kelimeyi sonundaki H’yı sakin kılarak okumalıdır. Bu zikr ile meşgul olarak mücahede yapılmalıdır. Bu da şunları yapmak ile mümkün olur: az yemek, az uyumak, az konuşmak, yalnızlığa çekilmek, zikir yapmak ve Allah’ın büyüklüğünü ve kudretini düşünmek. Bu makamda kişinin kuruntuları ve yersiz hayalleri çoktur. Eğer “Allah” ism-i şerifin zikrini çokça yaparsa bu hayalleri söner. Çünkü ismi celâl öyle bir ateştir ki bütün fikir ve hayalleri siler. Bu makamda kişi nefsinde kalan kibir, kıskançlık, şaşkınlık, iki yüzlülük, şüphelenme ve itiraz etme gibi nefs-i emmarenin izlerini tamamıyla yok etmelidir. Bu makamda halka meyletmek ve onlarla sohbet etmek sakıncalıdır. Halkın âdetlerinden uzak durmalı ve onlara aykırı hareket etmelidir. Bu bakımdan yalnızlığı tercih etmeli, insanları terkedip Mevlasıyla başbaşa kalmalıdır. Halktan uzak olan Allah’a yakın olur ve saadeti bulur.
3) Nefs-i Mülhimeye: Bu üçüncü makamda, Allah Teâlâ, kişinin kusur ve takvasını ona doğrudan ilham ettiği için Mülhime adını almıştır. Bu makamın seyri alallahtır. Bu makamda kişinin içinde imanın hakikati belirdiğinden onun gözünde masiva (Allah’tan gayrısı) yer almaz. Bu makamın sıfatları ilim, cömertlik, kanaat, tevazu, sabır, hoş görülüktür. Ayrıca hayranlık duymak, Allah’ı anmak, korkmamak, güler yüzlülük, hikmetli ve manalı konuşmak gibi vasıfları da vardır. Bu makamda kişi bir mürşid-i kâmile ihtiyaç duyar. Çünkü bazı şeyleri, örneğin Celâl ile Cemâl’i ayırt edemez. Eski alışkanlıklarına dönme ihtimali de yüksektir. Bunun için kişi Kâmil bir mürşidin bütün dikkat ve iradesine bağlanmalıdır. Dördüncü makama yükselene kadar nefsin arzu ve dileklerinin aksine hareket etmelidir. Şeriatın emirlerine bağlı kalıp, Hz. Peygamber (sav)’e dualarıyla zikirlerini ve ona salât ve selâm getirmeyi nefsine ilaç yapmalıdır. Çünkü üçüncü makam hayır ve şerle dolu bir makamdır. Eğer hayır, şerri alt ederse daha üst makamlara çıkabilir. Bu makamın zikri “Hu”dur. Önceleri “Yâ Hu” daha sonra sadece “Hu” sözünü söylesin. Bu zikre devam eden kişinin kalbinde mutlak olan hakikat belirir, ruhunda imanın gerçeği yerleşir ve onda ilahi bilgiler doğar. Bu makamda kişi, lâtif, ruhanî ve Allah’a aşık olur. Kalbinde irfan nuru güneş gibi doğar ve ruhuna kemale erme müjdesi verir. Bu makamda fakirlik duygusundan lezzet alınır. Halk unutulur ve hatıra hiçbir şey gelmez. Üçüncü makam aşk makamıdır. Bu nedenle bu makamdaki aşıka gururunu kırmak kolay gelir ve bundan zevk alır. Böylece şeytani nefsin ölümü kolaylaşır ve Allah’a yaklaşmak kolaylaşır.
4) Nefs-i Mutmainne: Dördüncü makamda nefs-i natika, duyduğu üzüntünün Cenab-ı Hakk’ın konuşmasıyla dindiği, kalbi emin olduğu (itminan) için adı mutmainne (kuşkusu kalmamış) olmuştur. Bunun seyri (gidişi) Allah iledir. Bu makamda, kalp tam ve gerçek olarak inanmıştır. Bu makamın sıfatları: cömertlik, tevekkül, sabır, halim, teslim, doğruluk, ibadet, hamd ve sena, daimi huzur, kalp sevinci, tatlı dilli, kusur ve hataları bağışlamaktır. Bu makamda şeriattan bir zerre bile ayrılınmaz ve Hz. Peygamber (sav)’in ahlâkını tam olarak uygular. Söylediği her söz, Kuran-ı Kerim’e ve hadîs-i şeriflere tamamen uygundur. Bu makamda kişi, Allah’ın “Ey sevgili kulum, ben senin sırrınım, sen de benim sırrımsın.” ilhamiyle ıztırapları, üzüntüleri dinmiş, mutmain olmuş, edep ve haya denizine dalmıştır. Kendisine bildirilen hikmetleri halka söyler ve arzu edenlere, anlayışları ve istidatları yeterince öğretir, onları irşad eder. Bu makamın zikri “Hakk” ismidir. Kişi bu makamda olağanüstü hallere ve kerametlere iltifat ve itibar etmez. Kendilerinden çıkan kerametlerden ya hiç haberleri olmaz veya olsa bile kimseye katiyen söylemez. Bu kerametler, Cenab-ı Hakk’ın velilere bir ikramı ve ihsanıdır. Fakat onlara meyletmek, fazla sevmek kişinin ham olan aşk cevherini çürütür ve yok eder. Bu makamda kişi zikr, dua ve ibadete devam ederek Hz. Peygamber (sav) efendimize daha önceki sevgisinden daha fazla bir sevgiyle bağlanır. Mal ve mülkü sırf hayır yapmak ve fakirlere yardım etmek için sever. Para kazanma ve mal edinme onu Hakk’ı zikretmekten alıkoymaz. Kazandıklarını gizlemez ve tok gözlü olur. Bazı İslam alimleri, nefsin makamlarının sayısını 7 değil, 4 olarak kabul eder. 4. makam olan Mutmainne bunların sonuncusudur. Onlara göre 5., 6. ve 7. makamlar, Cenab-ı Hakk’ın birer cezbesi mertebesindedir. Çünkü nefs-i mutmainne makamına çıkan kişi halkı irşad etmeye, öğüt ve telkinlerde bulunmaya değer ve liyakat kazanmıştır.
5) Nefs-i Raziye: Beşinci makamda nefs-i natıka, bütün hallerinde rızanın kemal derecesini kazandığı için ona Raziye adı verilmiştir. Bu makamdaki gidiş fillah (Allah’ta) dır. Bunun yeri gizlilikler gizlisi (sırların sırrı) dır. Hâli yokluktur. Bu yoklukta kişi seyr-ü sülûk yolunun sonuna yaklaşmıştır. Burada kişinin bütün insani sıfatları mahvolur ve beka’ya hazırlanır. Bu makamda kişinin beşeri sıfatları öyle silinmiştir ki, izi bile kalmamıştır. Bu nedenle kişi bu makamda bütün varlığından yok olmuştur. Buradaki nefsin sıfatları: Yasaklardan sakınmak, temiz kalple sevmek, huzur ve keramettir. Allah’tan başkasını terkedip unutur, teslim ve rıza gösterir. Çünkü bu makamda kişi Allah’ın cemalini görüp kendinden geçer. Kendisini halk sever ama o bunu umursamaz ve onlara meyletmez. Hele zalimleri katiyen sevmez ve onlara boyun eğmez. Bu makamdaki kişinin iç alemi öyle bir saltanat tahtı üzerindedir ki, bütün dış alem onun emrini bekler. Bu makamın zikri “Hayy”dır. Bu isimle meşgul oldukça, yokluktan çıkıp bekâ’ya erişir ve Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmış olur. Nefs-i Raziye’nin sahibi olan kişi, beşinci makamın sonlarında fiillerin tecellisini geçer, isim ve sıfatların tecelli yeri olan altıncı makama yükselir. İlmel-yakinden Aynel-yakin mertebesine çıkmıştır. Buradan da bir cezbe ile yedinci makama girip onda Hakkal-yakîne varacaktır. İlmel-yakîn, aklî delillerden hasıl olan bir ilimdir. Fakat Hakkal-yakîn ise müşahede (görme) ile hasıl olan bir ilimdir. Bu makamda kişinin sıfatları Allah’ın sıfatlarında yok olur.
6) Nefs-i Marziyye: Altıncı makamda bulunan nefs-i natıkadan Cenab-ı Hakk razı olduğundan ona, Marziyye adı verilmiştir. Bunun gidişi anallahtır. Yeri gizlidir. Hâli, hayret ve hayranlıktır. Bu makamda kişi beşeri isteklerini terketmiş ve güzel huylu olmuştur. Günahları affeder, kusurları örter, daima iyi düşünür. Herkese şefkatli, eli açık ve vericidir. Bu meyil ve sevgi yalnız Allah içindir. Bu makamdaki kişi görünüşte halktan ayırt edilmez. Ama kalbi, içi bakımından bir kırmızı kibrit gibidir, benzeri bulunmaz. Öyle has ve temizdir ki, nurların kaynağı, sırların madeni ve ilahi ilmin taşıyıcısıdır. Muhtaç olduğu ilmi doğrudan Allah’tan alır. Gayb aleminden şehadet (görünen) aleme Allah’ın izniyle dönmüş olan bu zat, kendisine orada iken ihsan edilen bilgileri, hikmetleri, herkesin anlayabileceği şekilde halka anlatır. Altıncı makamda bulunan kişiye başlangıçta büyük hilafetin müjdeleri belirir. Sonunda da bununla ilgili değerli hediyeler verilir. Bunlar; Hakk’ın kulağı ile işitmek, gözüyle görmek, diliyle konuşmak, eliyle tutmak ve ayağı ile yürümektir.
7) Nefs-i Kâmiliye: Yedinci makamda bulunan nefs-i natıkaya, bütün kemalâtı taşıdığı, yani manevi olgunluğun son basamağına vardığı için Nefs-i Kâmile adı verilmiştir. Çoklukta Allah’ın birliğini ve O’nun birliğinde çokluk alemini görür. Yeri gizlidir. Hâli bekadır, yani sonsuz var olmaktır. Bütün insanların öğrendiklerinin hepsini bilir. Bu makamın zikri Kahhar ismidir. Bu makam diğer makamların en yükseği ve en üstünüdür. Çünkü burada iç saltanat kemale ermiş ve mücahede tamamlanmıştır. Burada artık riyazat yapmaya, yani nefsi körletmeye gerek yoktur. Herşeyde orta derecede davranılır. Bu makam sahibinin artık hiçbir isteği kalmamış olup, her dileği yerine gelmiştir. Onun tek istediği Hakk’ın rızasıdır. Bu makamda, kâmil zatın bütün hareketleri iyilik ve ibadettir. Çok tövbe ve istiğfar eder, çok alçak gönüllüdür. Gerek sevgisi ve gerekse kızması kendi nefsi için değil, sırf Allah rızası içindir. Kahhar ismi, Kutba (en yüksek Allah’ın velisi) mahsus olan isimlerdendir. Kutup bu isimle doğru yolu arayanların yardımına koşar ve onlara nur ve hidayet müjdeler. Bir an bile Cenab-ı Hakk’tan gafil kalmaz.
Sır, Hafî ve Ahfâ İmam Rabbanî (ks) Hazretleri, Rabbani İlhamlar adlı kitabında Kalp, Ruh, Sır, Hafî ve Ahfâ latifeleri hakkında şunları ifade etmektedir: “Kalp, emir aleminden yani ruhlar alemindendir. Ona halk alemi (evren) ile bağlantı ve sevgi verilmiştir. Halk alemine indirilen kalbe, göğsün sol tarafındaki et parçası (yürek) ile özel bir irtibat bahşedilmiştir. Kalpten daha ince ve daha hassas olan ruh, sağ taraf ehlindendir (göğsün sağındadır). Ruhun üstünde olan üç latife, sır, hafî ve ahfâ ise, “işlerin en hayırlısı ortasıdır” şerefiyle müşerreftir (göğsün ortasındadır). Daha latif ve daha hassas olan ahfâ ortaya daha layıktır. Sır ve hafî ise ahfâ’nın iki tarafındadır, biri sağda diğeri soldadır. Nefs ise hislerin (duyuların) komşusudur ve beyin ile irtibatlıdır.” Kalbin terakki etmesi, yani manevi olarak yükselmesi ruh makamına ve ondan sonra diğer üstteki makamlara ulaşması ile mümkün olur. Bu ulaşma önce hal şeklinde gelip geçici olur. Sonunda ise makam şeklindedir ve daimi olarak yerleşik kalır. Nefs’in manevi yükselişi de kalp makamına ulaşmasıdır. İşin sonunda bu altı latife “ahfâ” makamına ulaşır ve hepsi birlikte alem-i kudse doğru yol alırlar. Bu durumda beden boş ve yalnız bırakılır. Buna fenâ (yokluk) denir. “Ölmeden önce ölmek” denilen husus altı latifenin bu şekilde bedenden ayrılmasıdır. Altı latife bedenden ayrılıp kuds makamına ulaştıktan sonra, tekrar bedene dönebilirler. Tekrar hayat bulup canlanabilirler. Böylece bekâ Billah’a (Allah ile var olmaya) kavuşurlar ve Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanırlar. Bu sırada onlara halkı irşat etmeleri için vazife verilebilir. Bu kişiler müridlerini terbiye ve insanları irşad etmek ile uğraşabilirler. Bu görevin verilmeyenler ise, uzlet halinde yaşarlar. Ancak bütün bunları anlamak için bu mertebeleri yaşamak gerekir. Yoksa sözle ve işaretle anlatılanlar herkes tarafından anlaşılmayabilir. Bütün bu mertebeleri anlamak ve onların hakikatine vakıf olmak ancak peygambere tabi olanlar arasındaki kâmil kişilere nasip olur. İnsan küçük alem olarak kabul edilir. Onun dışındakilerin hepsi büyük alemdir. Çünkü insanda bulunan herşeyin büyük alemde de bir karşılığı vardır. Dolayısıyla insandaki beş cevherin (latifenin) asılları da büyük alemdedir. Kalp küçük alemdeki (insan) bu cevherlerin başlangıç noktası olduğu gibi, yüce arşta bu beş cevherin büyük alemdeki başlangıç noktasıdır. Bu yüzden insandaki kalp için Allah’ın arşı olduğu söylenir. Kalbin dışındaki diğer cevherlerin büyük alemdeki asılları arşın ötesindedir. Burası emir alemi olup, aynı zamanda gayb alemidir. Buna göre arş, büyük alemde halk alemiyle (evren) emir alemi (gayb) arasında bir geçittir. Aynı şekilde kalp de küçük alemde halk alemiyle emir alemi arasında bir geçit noktasıdır. Kalp ve arş her ne kadar halk aleminde ortaya çıkıyorlarsa da, gerçekte onlar emir (gayb) alemindendir. Bu ikisinin de, keyfiyet ve kemiyetten uzak olan varlıklardan yani emir aleminin varlıklarından nasipleri vardır. Bu beş cevherin hakikatleri ancak seyrü sülûk esnasında anlaşılır. Dolayısıyla kâmil bir mürşidin yönetiminde seyrü sülûğunu tamamlayanlar bu beş cevherin hakikatlerinin hepsine veya bir kısmına vakıf olabilirler. Bu, evliyanın kâmil ve nadir olanları için söz konusudur. Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi safa bağlayarak savaşanları sever. “Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Cuma suresi, ayet 4). Emir aleminin hakikatlerinin açıklanması yasaklanmıştır. Çünkü bu hakikatlerdeki gizli manaların inceliği herkes tarafından anlaşılamaz ve bunlar insanların imanlarında sapmalara neden olabilir. Ancak “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (İsra suresi, ayet 85) ayetiyle hitap edilerek şereflenen kimselerin bu konuları anlamaları mümkündür. İmam Rabbani (ks) Hazretleri, Mektubat adlı eserinin 1. cildindeki 34. mektupta şunları ifade etmektedir: “Bu cevherlerin başlangıcı vücupla imkân arasında geçit mevkiinde olan izafi sıfatlardır. Bunların üstünde hakiki sıfatlar vardır. Ruhun bu tecellilerde nasibi bulunmaktadır. Kalbin ise izafi sıfatlarla alakası olup, onların tecellileriyle müşerref olmaktadır. Hakiki sıfatlar üstünde bulunan diğer yüce cevherler ise, Yüce Zat dairesine dahildir. Bu sebeple bu üç mertebenin zati tecellileri denir. Bundan fazlasını söylemek maslahata uygun değildir.” Buna göre kalp cevheri izafi sıfatlarla, ruh cevheri hakiki sıfatlarla ve sır, hafî, ahfâ cevherleri Yüce Zat dairesi ile ilgilidir. Kemal mertebeleri kişilerin kabiliyetlerinin değişmesine göre farklılık gösterir. Bu farklılık bazen kemiyete göre, bazen keyfiyete göre ve bazen de her ikisine göre ortaya çıkar. Yani, bazı kişiler kemâle sıfat tecellileri ile ulaşır. Bazıları ise zat tecellileri ile ulaşır. Bunlar arasında büyük farklar vardır. Bazıların kemâle ermesi kalbin selameti ve ruhun boşalmasıyla olur. Bazıların ise bu ikisinin yanısıra sırrî müşahede ile gerçekleşir. Bazıların ise bu üçünün birlikte olmasıyla hafîye nispet edilen hayretle oluşur. Bazılarının kemali ise, bu dört husus ile birlikte ahfâ’ya ait olan Allah’a kavuşma ile olur. Seyrü sülûka başlamadan önce latifeler birleşik ve iç içe olup, kalpten ayrı değillerdir. Seyrü sülûk ile onlar birbirinden ayrılırlar ve her biri asıl yerine ulaşır. Seyrü sülûk menzillerini aşmaktan maksat; nefsin mutmainliğine bağlı olarak hakiki imana ulaşmaktır. Nefis mutmain olmadıkça kurtuluş mümkün değildir. Kalp nefse hakim olmadıkça da nefsin mutmainlik mertebesine ulaşması gerçekleşmez. Kalbin nefse hakim olması demek; nefsin arzu ve heveslerinin tümünün kalpten boşaltılması demektir. Ancak bu şekilde mertebeler arasında yükselme mümkün olur. Söz konusu mertebelerin hangisinde olursa olsun, kemâle erdikten sonra, ya tekrar geri dönülür veya o mertebede sabit kalınır. Birinci durum irşad ve davet için Hakk tarafından halka döndürülmedir. İkinci durum ise halktan uzaklaşma ve uzlet içinde yaşama mertebesidir.
Sonuç İnsan ruhuna Nefs-i Natıka (konuşan nefis) denir. Bu maddeden ayrı bir cevherdir. İnsan oluşurken ana rahmine üflenen bu ruhtur. Bu ruh bedenle birleşince latif bir buhar oluşur ki, buna hayvani ruh veya hayvani nefis denir. Bu nefis bedendeki hayat, duygu, hareket ve iradeyi taşır. Eğer nefs-i natıka, hayvani nefsin her dediğini yapar ve onun emri altında bulunursa bu duruma nefs-i emmare denir. Ancak bunun aksi olur, nefs-i natıka hayvani nefsin arzu ve hevesine uymazsa, çeşitli mertebelerden geçerek kemâle erişir. Bu mertebeler Levvame, Mülhime, Mutmainne, Raziyye, Marziyye ve Kâmiliye’dir. Ruhun batını (içi) sır (gizli)’dır. Sırrın içi de vardır ki bu sırların sırrıdır (gizliliklerin gizlisi). Sırların sırrının da içi vardır ki, bu da ihfâ (en gizli)’dır. Allah’ın ilk emri ihfâdır. Başlangıçta her insanın nefsi emmarelik sıfatı taşır. Fakat bunlar şeriatla terbiye edilerek insan cevherinin kabiliyetinin sınırı olan mutmainne makamına erişir. İşte o zaman “irci’î/dön” hitabını işitmeye hak kazanır. Bu hitapla, nefs, emmarelik sıfatının alçaklığından yüz çevirip bütünüyle kendi meâdına yöneldiğinde, o zaman seçkinlerin meâdı olan “Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr suresi, ayet 29-30) hitabının en üst mertebesine ulaşır. Bu cennet Allah tarafından “cennetî/cennetim” ifadesiyle kendisine izafe edilmiştir. Nefs, aynasını riyazat ve mücahede ile parlattığında arınır ve doğanın pası onun üzerinden silinir. Zatının aynasını alemin suretlerine karşı tutunca, alemdeki herşey aynada yansır. İnsandaki akıl, ancak duyularla algılananları idrak edebilir. Duygularla münasebeti olmayanlar ise, bunların gözlenen alemde bir benzeri ve misali yoktur. Emir aleminin duyularla bir münasebeti yoktur. Dolayısıyla akıl emir alemini idrak edemez. Ne oldukları konusunda bilgi sahibi olunamayan varlıklar (keyfiyetsiz varlıklar) ile ilgili hükümler konusunda akıl yetersiz kalmıştır. Bu nedenle gayb alemi akıl ile algılanamaz. Bu ise aklın halk aleminden olduğunu gösterir. Emir alemi ise keyfiyetsiz olanlarla ilgilidir. Emir aleminin başlangıcı ise kalp olup, onun üstünde diğer latifeler yer alır. Bu latifeler ruh, sır, hafî ve ahfâ’dır. Emir alemine ait olan bu beş cevheri kavramak ve onların hakikatine vakıf olmak ancak ve ancak peygamberin yoluna tabi olan kâmil insanlara nasip olur. Selâm doğru yola tabi olanlara, Mustafâ (as)’ın yolunu tutanlara ve ailesine….
Kaynaklar: “Fütûhât-ı Mekkiyye”, İbn Arabî, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2008. “Marifetname”, İbrahim Hakkı, Hasankale Derneği, İstanbul, 1980. “Mektûbât-ı Rabbânî”, İmam Rabbânî, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2008. “Rabbânî İlhamlar”, İmam Rabbânî, Sufi Kitap, İstanbul, 2011. “Tasavvuf Yolu”, Necmeddîn-i Dâye, İFAV, İstanbul, 2013.
Yorum ve eleştirileriniz için: yorum@ilimvetasavvuf.com |
Nefs, Sır, Hafî ve Ahfâ’nın Sırları
|
Yayımlama Tarihi: 16.06.2018 |