İslam'da naslarla belirlenen itikadî esasları akıl ile anlama ve yorumlama yöntemi ile ortaya çıkan kelam ilminin ilk mensupları ve kurucuları mutezile alimleridir. Hicri 1. asrın sonlarında inanç esasları üzerinde etkin bir aklî tefekkür süreci, Mutezile ve onun selefleri olan Kaderiyye ve Cehmiyye ile başlanmıştır. Bu şekilde İslam düşünce sistemi yayılmıştır. Mutezile fikirlerine cevap vermek amacıyla çalışan ve Selefiyenin devamı olan İslam muhakkikleri (gerçeği açığa çıkaranlar) de Ehl-i Sünnet kelamının oluşmasını sağlamıştır.
Mutezile anlam olarak “ayrılan” demektir. Bu ismin kullanılması aşağıdaki bir rivayete göre olmuştur. Mutezile’liğin kurucusu olduğu kabul edilen Vâsıl bin Atâ, Hasan Basrî (ks) Hazretlerinin bir talebesidir. Bir ders esnasında Atâ, büyük günah işleyenlerin ne kafir ne de mümin olduğunu, bunlar arasında bir yerde bulunduğu şeklinde bir görüş belirtmesi üzerine, Hasan Basrî onu meclisinden çıkarıp “Vâsıl bizden ayrıldı” demesi Mutezile isminin doğuş sebebi olarak gösterilir.
Ehl-i Sünnet itikadı ile mutezile itikadı arasında önemli farklar vardır. Mutezile akımının görüşleri ehl-i sünnet alimleri tarafından ret edilmiş ve mensuplarını da doğru yoldan sapmış (mülhid) olarak değerlendirmiştir. Mutezile akımının mensuplarının oluşturdukları inanç esasları günümüze kadar devam eden bütün batıl akımlara, vehhabilik, yeni selefilik gibi, kaynak teşkil etmiştir. Bu nedenle bugünkü batıl itikatların dalaletini anlayabilmek için, mutezile itikadını öğrenmek ve buna karşı ehl-i sünnet itikadının reddiyelerini ve eleştirilerini bilmek gereklidir. Aşağıda bu husus ele alınmaktadır. Önemli konulardaki Mutezile itikadı ifade edilerek, bunlara karşı Ehl-i Sünnet itikadı ve eleştirisi anlatılmaktadır.
Allah'ın Sıfatları Mutezile: Allah'ın herhangi bir sıfat ile nitelenmesi kabul edilemez. Çünkü Allah'a Zat’ından ayrı olarak sıfat izafe etmek, Allah'ın birliği (tevhid) ile bağdaşmaz. Allah'ın isimleri onun Zat’ı ile aynıdır. Ehl-i Sünnet: Allah'ın sıfatlarının her biri Zat’ının ne kendisidir ne de ondan ayrıdır. Allah'ın sıfatları kadim (ezeli) dir ve Zat’ı ile kaimdir. Allah'ın isim ve sıfatlarını iman etmeyen kişinin imanı eksik olur, bu ise küfürdür. Allah Teâlâ kemal ifade eden sıfatlarla vasıflanmıştır. Eksiklik, acz ve devamsızlık belirten nitelendirmelerden münezzehtir. O’nun sıfatları sonradan vücut bulup sonradan yok olan arazlar cinsinden değildir. Bilakis onlar ezelidir, ebedidir, kadimdir ve Zat’ı ile mevcuttur. Bu sıfatlar hiçbir yönden yaratılmışlarınkine benzemez. Cenab-ı Hakk varlıklarla asla kıyas edilemez.
Akıl Mutezile: Akıl varlığın hakikatini kavrayan bir cevherdir. Hakikat akıl yoluyla idrak edilebilir. Allah'ın hakikati de akıl ile bilinebilir. İtikadi konular akıl ile tevil edilebilir ve açıklanabilir. Bu bakımdan akıl hüccet (kanıt, delil) dir. Zahiri (görünen) hüküm duyularla, batını (görünmeyen) hükümler ise akıl ile verilir. Bu nedenle insan gözünün gösterdiğini değil, aklın gösterdiğini izlemelidir. Vahiy gelmeden de insanın aklıyla Allah'ın varlığını, eşyanın mahiyetini, ondaki güzellik ve çirkinlik bilinebilir. Nas, aklın kendi başına ulaşabildiği konuları açıklamaktadır. Akıl ilimdir ve ilim kazanma yeteneğidir. Akıl ile insan kendisini diğer varlıklardan, diğer varlıkları da birbirinden ayırabilir. Ehl-i Sünnet: Eflatun ve Aristo ardından giden İslam filozoflarının başlıca yanlışı, akılla inancı uzlaştırmaya çalışmalarıdır. Bunların bütün uzlaştırma teşebbüsleri başarısızlığa mahkumdur. Akıl ile Allah'ın hakikati bilinemez. Çünkü Allah'ın hakikati sonsuz, insan aklı ise sınırlıdır. Sınırlının sonsuzu idrak etmesi imkânsızdır. Akıl dinin bildirdiği emir ve yasakları anlamak için bir vasıtadır. İmanın güzelliğine ve onun gerekliliğine, küfrün çirkinliğine şeriat hükmeder; önceden akıl ile bilinmesi gerekli değildir.
Bilgi Mutezile: Akıl kesin bir bilgi kaynağıdır. Akla kayıtsız şartsız güvenilebilir. Vahyin bulunmadığı zaman hakikate ulaşma noktasında akıl sorumludur. İlahî (vahyî) bir bilgi olan din ile beşerî (aklî) bir bilgi olan felsefe aynı konu ve gayeye yöneliktir. Felsefe ve din, her ikisi de hakikati temsil eder. Yani ikisi de kişiyi aynı hakikate götürür. Alim, dini söz ile felsefi sözü cem eden kişidir. Bilgi bir inançtır. Bilmek, bilineni (malumu) olduğu gibi bilmektir. Bilmek, Allah'ın bir sıfatı değildir. Dolayısıyla bilgi tasnifinde Allah'ın bilgisine yer verilmez. Sadece insan bilgisine yer verilir. Ehl-i Sünnet: Ehl-i sünnet alimleri Allah bilgisine bilgi tasnifinde yer verir. Bilgi tasnifine Allah'ın bilgisi ile başlar. Bilgi kadim (ezeli) ve hadis (sonradan oluşan) diye ikiye ayrılır. Allah'ın bilgisi kadimdir, yani bir başlangıcı yoktur. Buna mutlak bilgi denilir. Allah bilgisinin hiçbir sınırı yoktur, hiçbir kayıt ve şarta bağlı değildir, gizli ve açık her şeyi kesin ve değişmez biçimde kavrayandır. İnsan bilgisi ise bir takım kayıt ve şartlara bağlı olduğundan mutlak olmayıp izafi (göreceli) dir. “ Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Nahl suresi, ayet 74) Yaratıklar bir yönden bilgi ile diğer yönden bilgisizlik (cehl) ile nitelendirilmiştir. Allah ise hiçbir yönden noksan olmayan bir sıfatla nitelenir. O’nda asla cehl bulunmaz. Allah'ın bilgisi gizli ve açık, olmuş ve olacak her şeyi ihtiva etmektedir. Bu nedenle Allah hem Lâtif hem de Habîr’dir. Lâtif eşyanın gizliliklerini, Habîr ise dış yönünü bilen demektir. Felsefe ile din arasında hiçbir ilgi yoktur. Çünkü felsefe tamamen akla dayanırken din vahye dayanır. Vahiy ve Akıl birbirinden farklı şeylerdir. Felsefe mutlak hakikati temsil etmez. Filozofların fikir sistemleri daima eksikliklere sahiptir. Bu nedenle, her filozof kendisinden önceki filozofların eksik taraflarını gidermek için yeni akıl sistemleri oluşturmuştur. Fakat eksikliklerden kurtulamamışlardır. Bu tabii bir sonuçtur, çünkü akıl sınırlı bir varlıktır. Hiçbir zaman mutlak gerçeği idrak edemez. Mutlak gerçeği ifade edebilen ancak vahiy bilgisi olan dindir.
İman Mutezile: İman bilgi ile nitelendirilir. İmanın tanımında bilgiye yer verilir. Bilgi bir şeye olduğu gibi inanmaktır. Büyük günah işleyen bir müminin imanı gider. Fakat inkâr etmedikçe küfre de girmiş olmaz. Bunlar iman ile küfür ortasında bir yerdedir. Bunlara “fasık” denilir. Bir kişi mümin olsa da tövbe etmezse, günahlarından dolayı ceza görür. Bir kişinin mümin (inanan) sayılabilmesi için kalben inanması, inancını dili ile ikrar etmesi ve amel ile de yaşaması gerekmektedir. Amel imandan bir cüzdür. Dolayısıyla amelde eksik olan imansız sayılmıştır. Ehl-i Sünnet: Mutezile'nin bilgiyi bir inanç olarak kabul etmelerine itiraz edilmiştir. Çünkü bilginin inanç olarak düşünülmesi hadis bilgiye uygun düşmez. Allah bilgisi için de uygun değildir. Çünkü bilgi inanç olsaydı, bilen (âlim) inanan (mutekid) olurdu. Oysa Allah bilendir, fakat inanan değildir. O halde bilgi inanç türü olamaz. Mutezilenin bilgiyi “bilineni (malum) olduğu gibi bilmek” şeklinde tanımlaması ret edilmiştir. Çünkü şayet bilgi marifet olsaydı, bilen (âlim) ârif olurdu. Halbuki Allah “âlim” ile nitelendirildi halde “ârif” ile nitelendirilmez. Çünkü marifet mutlak bilgi için değil, hadis bilgi için kullanılır. Amel imandan bir cüz değildir. Dolayısıyla büyük günah işleyen kimse günahı helal saymadıkça dinden ve imandan çıkmaz. Büyük günahları işlemek imansızlıktan gelmiyor, hissin, hevesin ve vehmin (batıl düşünce) galip olmasıyla akıl ve kalbin yenilmesinden ileri geliyor. Eğer insanın hissiyatı galip gelirse aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehme hükmeder, az bir hazır lezzeti, ilerideki çok büyük mükafata tercih eder. Eğer nefis de yardım ederse, iman mahalli olan kalp ve akıl susarlar ve böylece yenilirler. Kendisinden daha büyük günah bulunmayan husus küfürdür. Diğer günahlar ise izafidirler. Küfürün dışında kalan bu günahlardan hiçbiri failini (yapanı) imandan çıkarmaz ve küfre de sokmaz. İşlediği günahı hafife almamak ve helal görmemek şartıyla, bir insan şirk dışında büyük günah işlemekle imandan çıkmadığından, öldüğünde üzerine cenaze namazı kılınacağını ve tövbe etmeden ölse de Allah'ın dilerse onu af edebileceğine icmaen ittifak vardır. Hakk, şirkten başka küçük ve büyük günahları kulun tövbe etmesi halinde affedeceğini vaat etmiştir: “Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tövbe eder, kendini düzeltirse, muhakkak ki O bağışlayan ve esirgeyendir.” (Enam suresi, ayet 54)
İyilik ve Kötülük Mutezile: Eşya kendi zatında ahiret ve hakikat itibariyle ya iyidir, ona binaen emredilmiştir. Ya da kötüdür, ona binaen yasaklanmıştır. Yani iyilik ve kötülük eşyanın zatında vardır. Allah'ın emretmesi veya yasaklaması ona bağlıdır. Din tarafından bildirilmeden önce akıl, Allah'a imanın güzel olduğunu bilerek vacip olmasına, küfrün de kötü olduğuna hükmeder. Hatta akıl yalnız başına bir şeyin iyi olduğunu bilir ve onu yapar. Kötü olan şeyi de bilir ve onu yapmaz. Ancak iyi bir şeyi yapmaktan dolayı ahirette mükafatlandırılacağını, kötü bir iş yapmaktan dolayı da cezalandırılacağını bilmez. Bu ancak şeriat ile bilinir. Ehl-i Sünnet: Cenab-ı Hakk, bir şeyin yapılmasını emrederse o şey güzeldir. Yasaklarsa o şey çirkindir. Yani güzellik Allah'ın emri ile, çirkinlik te Allah'ın yasaklanması ile ortaya çıkar.
Kader Mutezile: Kaderi inkar eder. Küfür, şer, zulüm vesair isyanları Hakk takdir buyurmamış ve yaratmamıştır. Kul fiilinin yaratıcısıdır. Bunun gerekçesi, Allah'ı kötülüklerden takdis ve tenzih etmek içindir. Bunun için şerrin icadı ve yaratılışı Allah'a verilemez. Kul için hayırlı olanı yaratmak Allah'a vaciptir. İnsan hürdür, kendi fiillerini kendi yaratır. Eğer insan kendi davranışlarını kendi yaratmasaydı, davranışlarından sorumlu olmazdı. Bu durumda da insanların davranışlarından dolayı cezalandırılması adil olmazdı. Oysa Allah adildir. Ehl-i Sünnet: Cenab-ı Hakk, Levh-i Mahfuz’ da hiçbir şeyi noksan bırakmamış, her şeyi şekli, büyüklüğü, zaman ve mekanı, rızkı ve eceli, bütün esas ve teferruatı tespit ve tayin etmiştir. Yani insanın başına gelen her türlü olay ve felaketler Allah'ın ezeli ilminde yazılmış bir takdiridir. Her şey daha yasaklanmadan önce ezelde Allah Teâlâ'nın ileride mukadder (takdir edilmiş) olan bir kaderi ve bilinen bir özelliği vardır. Onu yasaklaması da o kadere göredir. “Biz kitapta (Levh-i Mahfuz) hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (Enam suresi, ayet 38) “Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Saffat suresi, ayet 96) “Haberiniz olsun ki biz her şeyi bir kadere göre yarattık.” (Kamer suresi, ayet 49) “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır.” (Hadid suresi, ayet 22) Bu nedenle kaza ve kaderi inkar eden dalalet içindedir. “ Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizdirler. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola koyar.” (Enam suresi, ayet 39) Kul için hayırlı olanı yaratmak Allah'a vacip değildir. Çünkü bu Allah'ın iradesini olumsuzlaştırmaktır, yani kaderi inkar etmektir.
Küll-i İrade ve Cüz-i İrade Mutezile: İnsanlar cüz-i iradeleriyle ihtiyari fiilleri yaratabilecek bir kudrete sahiptirler. İşledikleri fiillerin sorumluluğu kendilerine aittir. İnsanlar ihtiyari fiillerinde kader ve kazaya tabi değillerdir. Ehl-i Sünnet: İnsanların fiilleri cüz-i irade ile küll-i irade arasında bir keyfiyettir. Yani kul kendi iradesi ile Allah'ın iradesi arasındadır. Dolayısıyla cüz-i iradesinin dışında meydana gelebilecek hadiselere tesir edememektedir. Yani fiillerinde kaza ve kadere tabidirler.
Allah'ın Görülmesi (Ru’yet) Mutezile: Allah göz ile görülmez. Allah'ın kalp ile de görülmesi ve bilinmesi de kesin değildir. Ehl-i Sünnet: Allah ahirette göz ile görülecektir. Fakat bu görme idraksiz, değişmezsiz, keyfiyetsiz bir görme, yani mahiyeti bizce bilinmeyen bir görme olacaktır. Ancak bu husus dünyada ispatlanamaz ve bu bir iman konusudur. “Cennette Rabbimiz ayın 14. günü gibi görünür.” (Hadis)
Emir bi’l-Marûf, Nehyi ani’l-Münker Mutezile: İyiliği emredip, kötülükten sakındırmak farz-ı ayındır Yani herkes yapmak zorundadır. Ehl-i Sünnet: İyiliği emredip kötülükten sakındırma farz-ı kifayedir. Yani bir yerde bazı kişiler tarafından yapılırsa, bu yerdeki diğerleri üzerinden bu görev düşer.
Kuran'ın mahluk oluşu iddiası ve Mihne olayları Mutezile: Allah'tan başka her şey mahluktur, yani sonradan yaratılmıştır. Kuran da Allah'tan başka bir şey olduğundan mahluk (yaratılmış) olması gerekir. Kuran harf ve kelimelerden oluşmuştur. Bunlar olmadan Kuran olmaz. Hem okunurken hem de yazılırken yaratılmış olan harfler ve kelimeler kullanılır. Bu Kuran'ın mahluk olduğunu gösterir. Eğer Kuran mahluk olmasaydı, kadim olması gerekirdi. Çünkü yaratılmış olmayan bir şey ezelidir. O zaman ezeli olan varlıklar birden fazla olmaktadır. Bu da Hristiyanlıktaki Hz. İsa (as)' nın durumuna benzer. Ehl-i Sünnet: Kuran'ın iki yönü vardır, manası ve lâfzı. Kuran mana bakımından Allah'ın ezeli ilmine taallûk etmektedir. Yani Kuran'ın manası Allah'ın ilmine dahildir. Allah'ın ilmi kadim olduğundan Kuran da mana bakımından kadim olup mahluk değildir. Kuran lâfzı bakımından Cebrail (as) vasıtasıyla Peygamberimize (sav) okunmuştur. O da Kuran'ı ashabına okumuştur. Bu şekilde okunarak bugüne kadar gelmiştir. Bu yönüyle Kuran mahluktur, ancak lâfzından (okunmasından) ortaya çıkan anlamlar mahluk değil ezeli bir ilimdir. Bu nedenle Kuran bir mucize olup, bugüne kadar tek ayeti bile taklit edilememiştir. Tasavvuf açısından bakılırsa, Kuran okunduğu zaman ağızdan çıkan harfler ve kelimeler, anlamları ve hakikatleri ezeli bir ilme ait olan varlıklar oluştururlar. Bu oluşan varlıklar haliyle mahluktur ve söylendiği anda yaratılmışlardır. Fakat bu varlıklar göz ve duyularla anlaşılmazlar, ancak keşif yoluyla görülürler. Çeşitli hadislerle bildirildiği üzere İslam'da, Kuran üzerinde münakaşa etmek yasaklanmıştır. Çünkü bu konuda münakaşa etmek küfürdür. İnsanlar bu konuda tartışırsa, herkes kendisinin haklı olduğunu iddia ederek çekişme başlar, ihtilafa düşürülür ve kavga çıkar. Bu konu vasıtasıyla Hristiyanlar Müslümanların imanlarına şüphe sokmak için gayret göstermişlerdir ve Hz İsa'nın kadim olduğunu ispata çalışmışlardır. Mutezile alimlerinin çabalarıyla Kuran'ın mahluk olduğu görüşü Abbasi halifesi Me’mun tarafından hicri 212 yılında hak mezhep olarak ilan edilmiştir. Halife, bu görüşe uymayan ehl-i sünnet alimlerini zorla kabul ettirmeye uğraşmış ve onları zindanlara atarak çeşitli işkence ve eziyetde bulunmuştur. İşkenceye maruz kalanların arasında Ahmet bin Hanbel (ks) de vardır. İbn Hanbel bütün işkence ve eziyetlere katlanmış, fakat ehl-i sünnet inancını, yani Kuran'ın mahluk olmadığı görüşünü terk etmemiştir. İbn Hanbel halife Mütevekkil’e yazdığı bir mektupta, yaratma ile emir arasında bir fark bulunduğunu, Kuran'ın Allah'ın emrinden, kelam ve ilminden olduğunu, yaratmasından olmadığını ifade etmiştir. Ehl-i sünnet alimlerinin bu konu dolayısıyla uğradıkları işkence ve eziyetlere tarihte “mihne” olayı denir. Mihne kelimesinin sözlük anlamı “sorguya çekip, eziyet etmek”tir. Mihne olayı, halife Me’mun ile hicri 212'de başlamış ve İslam ülkelerine yayılmıştır. Bu işkencenin sona ermesi hicri 234 yılında, bu tartışmaların yasaklanması ile olmuştur. Ancak mihne devrinin tam anlamıyla son bulması ve izlerinin silinmesi, bu olayın baş mimarı olan başkadı İbn Ebu Duâd’ın görevinden azledilmesi ve mihne mağdurlarının serbest bırakılmasıyla hicri 237 yılında gerçekleşmiştir. Mihne siyasetinin ortaya çıkışında, mutezile kelamcıların Abbasi halifesini etkilemelerinin rol oynadığı genellikle kabul edilir. Bu işkence siyasetiyle mutezile olmayan fakihlerin ve ehl-i hadisin inanç ve düşünceleri üzerinde baskı ve şiddet uygulanmıştır. Ehl-i sünnet itikadında olan insanlar tarihte zaman zaman bu türlü eziyetlere maruz bırakılmışlardır. Bugün de böyle eziyetlere yer yer rastlanmaktadır. Bunlar genellikle İslam dışı güçlerin etkisiyle, İslam içi işbirlikçilerin gayretleriyle olmaktadır. Yani mutezilenin batıl inançlarının ve yöntemlerinin etkileri günümüzde hala devam etmektedir.
Yorum ve Eleştirileriniz için: yorum@ilimvetasavvuf.com
|
Mutezile İtikadı ve Eleştiriler |
Yayınlama Tarihi : 26.02.2019 |