Mezhep kelimesinin sözlük anlamı “gitmek, izlemek, gidilen yol” demektir. Terim anlamı olarak ise dinin inanç, ibadet ve muamelat hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan alimlerin (müçtehit) ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem manasına gelmektedir. Son yıllarda ülkemizde Arap ülkeleri ve Pakistan tarafından gelen mezhepsizlik düşünceleri yayılmaktadır. Bu düşünceler son iki asırdır Batılı misyoner ve oryantalistlerin ortaya attığı fikirlerdir. Amaçları İslam şeriatını yıkmak olan bu misyoner ve oryantalistler, Müslüman ülkelerde taraftar kazanmakta ve bunların eli ile bu görüşleri Müslümanların zihinlerine yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Bu insanlar İslam dinini bir hümanizmaya çevirmek isteyen dinde reformistlerdir. Reformistler İslam'ın fıkıh kurallarını ve dünya ile ilgili hükümlerini ortadan kaldırmak istemektedirler. Bunların arasında maalesef bazı ilahiyatçı akademisyenler de vardır. Mezhepsizliği savunanların ağızlarında şu ifadeler tekrarlanmaktadır: “Asr-ı Saadet’te mezhep var mıydı? Yoktu. O halde mezhep bid’attır.”, “Herkes dinini Kuran'dan öğrensin, mezheplere gerek yoktur.” Bu ifadeler tamamen asılsızdır ve karşılığı dinde yoktur. Bu türlü ileri sürülen ifadelere aşağıda cevap verilecektir. İslam dini ne bir hümanizm ne de bir ideolojidir. İslam, dinî ve dünyevî ilahi bir sistemdir. Onun fiili uygulamalarının tümüne şeriat denir. Şeriatın uygulamalarının kuralları fıkıh ve mezhepler tarafından, İslam dininin temel ilkelerine sadık kalınarak ifade edilmiştir. Dolayısıyla mezhepleri inkar etmek Müslümanların inanç dünyasını kaosa götürür ve 1400 yıllık din kültürümüzün birikimlerini ortadan kaldırır. Bu nedenle Peygamberimizin (sav) hakikatini ve geleneğini yaşatmaya devam etmek istiyorsak, İslam şeriatına, fıkhına ve hak mezheplere sahip çıkmalıyız. İslam fıkhı dünyada gelmiş geçmiş en büyük bir ilim dalıdır. Üzerinde asırlarca düşünülmüş, çıkarımlar yapılmış ve uygulanabilirliği kanıtlanmıştır. İslam'ın ilk zamanlarından günümüze kadar süregelen asırlar boyu İslam alimleri tarafından üzerinde titizlikle çalışılmıştır. Bu ilim dalının kaynakları Kuran, Sünnet, İcma ve Kıyastır. Dünyada hiçbir ilim dalı 1400 yıl gibi uzun bir süre yaşamamıştır. Kaynağını insan aklı ve tabii olaylardan alan ilimler belirli bir süre doğruluklarını kısmen ispat edebilmişler ve daha sonra yerlerini başka teorilere terk etmişlerdir. Batılı misyoner ve oryantalistlerin İslam fıkhını kendi mantıkları ile değiştirmeye çalışmaları ve onun yerine başka teoriler yerleştirmeye çalışmaları boşunadır. Çünkü onların kaynakları başka, İslam fıkhının kaynakları başkadır. Bu sebeple Batılı İslam fıkhını değiştirme konusunda hiçbir zaman sürekli olarak başarılı olamayacaktır. Çünkü Allah Teâlâ dinini koruyacaktır. Mezhepsizliği savunanların durumlarına bakılırsa, bunların bazı alışılmadık ve ne oldukları bilinmeyen bir takım işlerin peşinde oldukları tespit edilir. Şöhret ve çıkar tutkusunun bu insanların gözlerini kör ettiği görülür. Bu insanların Müslüman ülkelerini işgal eden ve onları sömüren bazı mihraklar ile dost olduklarına şahit olunur. Bu insanların bütün çığlıkları İslam'ı yıkmaya çalışan Batılı misyoner ve oryantalistlerden yükselen ilhad (dinsizlik) çığlığından başka bir şey değildir. Bu akım dinsizliğe uzanan bir köprü olup, böyle düşüncelerin kuşattığı ülkelerin küfür bataklığına saplanarak mahvoldukları tespit edilmiştir.
Dört Hak Mezhebin Önemi Hz. Peygamber (sav) İslam'ın başlangıç devirlerinde ashabını dini konularda bilgilendirmiş ve onlara hüküm çıkarma yollarını öğretmiştir. Öyle ki altı sahabi Peygamber zamanında fetva verir hale gelmiştir. Peygamberin vefatından sonra diğer sahabiler bu zatlardan bilgi almaya devam etmişlerdir. Sahabe ve tabiin arasında fetva konusunda şöhret kazanan insanlar önceleri Medine'de bulunuyorlardı. Bunlar sahabe ve tabiinden intikal eden fakat dağınık halde bulunan nice hadisi ve fıkhi bilgileri bir araya getirdiler. Bunlardan bazıları da diğer şehirlere giderek orada İslami bilgileri insanlara öğrettiler. Bu şekilde İslam fıkhı Müslümanlara alimler eliyle anlatılmış ve öğretilmiştir. Bu bilgiler hicri 150 ile hicri 350 yılları arasında İslam alimleri tarafından sistemleştirilmiştir. Kuran, sünnet, icma ve kıyas kaynakları kullanılarak çeşitli mezhepler oluşturulmuştur. Müslümanlar ibadetlerini bu mezheplerin kurallarına uyarak icra etmişlerdir. Bunların bazıları uzun süreli olmamıştır, fakat dört tanesi uzun süreli olarak İslam dünyasında yerlerini korumuşlardır. Bunlar Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleridir. Dünyanın her tarafına yayılmış olan milyonlarca Müslüman, ibadetlerini uygulamada ve muamelat gibi İslam hukukunu teşkil eden meseleler konusunda bu dört büyük mezhebin birine tabi olmuşlardır. 1) Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife’dir. Asıl adı Numan’dır. Hicri 80 de Kufe’de doğmuş, hicri 150 de Bağdat'ta vefat etmiştir. Ebu Hanife İmam Cafer-i Sadık'ın yanında yetişmiştir. Kendisinin ilmi zekası, ahlakı, zühd ve takvası fevkalâde idi. İçtihadındaki yükseklik, mezhebindeki kolaylık ve mükemmeliyet bütün Müslümanlar tarafından teslim edilmiştir. Bu büyük müçtehit birçok alim yetiştirmiştir. Bunlar arasında müçtehit mertebesine çıkanlardan en meşhurları İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’dir. İmam Muhammed dini ilimlerde 99 kitap telif etmiştir. 2) Maliki mezhebinin kurucusu İmam Malik bin Enes’dir. Hicri 93'te Medine'de doğmuş ve hicri 179 da Medine'de vefat etmiştir. Yüksek bir ilme, parlak bir zekaya sahip büyük bir zühd ve takva sahibi idi. Mezhebi vaktiyle Endülüs'e, bütün Magrib ülkesine yayılmıştı. Bugün de Fas, Sudan, Trablusgarp, Cezayir ve Yemen taraflarında geçerlidir. 3) Şafii mezhebinin kurucusu İmam Şafii hicri 150 yılında Gazze’de doğmuş ve hicri 204 de Mısır'da vefat etmiştir. İmam Şafii büyük bir alim, müfessir ve muhaddistir. Tıp biliminde, şiir ve edebde de ihtisas sahibidir. Mezhebi her yerde yaygındır. 4) Hanbeli mezhebinin kurucusu İmam Ahmed bin Hanbel’dir. Hicri 164 te Bağdat'ta doğmuş ve hicri 241 de Bağdat'ta vefat etmiştir. Büyük bir alim olup hadis ilmindeki hakim oluşu fevkaladedir. Ezberinde bir milyon hadis bulunduğu rivayet edilmektedir. Telif ettiği “Müsned” adındaki hadis kitabında otuz bin hadis mevcuttur. Mezhebi Necd ülkesinde ve bazı küçük yerlerde yaygındır. Bu dört müçtehit imamın mezhepleri kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha üzerine kurulmuştur. Kitaptan maksat Kuran-ı Kerim'dir. Sünnetten maksat Peygamberimizin mübarek sözleri, işleri ve görüp de men etmediği şeylerdir. İcma-ı ümmetten maksat bir asırda bulunan bütün müçtehitlerin bir hadisenin şer'i hükmü hakkında ittifak etmeleridir. Resûl-i Ekrem Efendimiz “Ümmetim delalet üzerinde toplanmaz.” buyurmuştur. Başka bir hadiste “Müslümanların güzel gördüğü bir şey Allah indinde de güzeldir.” buyurulmuştur. Dolayısıyla Müslümanların dini varlıklarını temsil eden bütün müçtehitlerin bir mesele hakkında aynı kanaatte bulunmaları, o mesele hakkında şer'an muteber bir delildir. Kıyas-ı fukahadan maksat şudur: bir hadisenin kitap, sünnet veya icma-ı ümmet ile sabit olan hükmünün aynı sebebe, aynı hikmete dayanan benzer bir olaya da uygulanabilmesidir. Bu bir içtihat meselesidir. Bunun geçerliliği şer’an sabittir. Peygamberimiz ümmetinin fıkıh alimleri için böyle bir içtihadı caiz görmüştür. Bu nedenle selahiyet sahibi zatlar kıyas yolu ile içtihatta bulunabilirler. İslam müçtehitlerinin tümü bu dört delili kabul etmiş, içtihatlarda bunlara dayanmışlardır. Bu deliller, insanların haklarını, vazifelerini bildiren İslam hukukunun gelişmesini temin eden birer ulvi feyz ve hikmet kaynağıdır. Müslümanların dini hayatı bu dört feyzin hikmet ve maslahat kaynağından asla müstağni olamaz. Yukarıda anlattığımız dört büyük imam, Müslümanlar için birer ilahi rahmettirler. Bu kişiler içtihat ettikleri hükümlerle Müslümanların yollarını aydınlatmışlardır. Bu mezheplerden birine uyan bir Müslüman Peygamberin yolunda bulunmuş olur. Bu muhterem müçtehitlerin hepsi de dini meselelerin esasında müttefiktirler. Aralarında bir ayrılık yoktur. Ancak ikinci derecede bulunan bir kısım fer’i meselelerde ihtilaf etmişlerdir. Fakat incelendiğinde görülür ki, bunların birçoğu zahiri bir ihtilaftan başka bir şey değildir. Çünkü biri azimet ve takva yolunu takip ederken, diğeri de ruhsat ve müsaade yolunu ihtiyar etmiştir. Böylece ümmet önünde geniş bir rahmet sahası açılmıştır. “Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir.” hadis-i şerifi buna işaret etmektedir. Bu kıymetli alimler güzel bir niyet ile içtihatta bulunduklarından, isabet ettirdikleri meselelerden dolayı ikişer kat, isabet ettiremedikleri meselelerden dolayı da birer kat sevaba erişmişlerdir. Bu dört mezhepten birine bağlanan kişi kendi mezhebinin daha doğru, daha isabetli, sünnete, maslahata daha uygun olduğuna kanidir. Aksi halde o mezhebe uymalarının bir hikmeti kalmaz. Ancak bundan dolayı diğer mezheplerin değerini azaltmak da akıllarından geçmez. Diğerlerine de hürmet eder. Bu hürmet ehl-i sünnetin bir şartıdır. Bizler şer’i meselelerin hükümlerini bu büyük müçtehitlerden öğrenmek zorundayız. Müçtehit olma hakkına sahip olmayanların, dini meseleler hakkında müçtehitlerin mezheplerine aykırı olarak kendi düşüncelerine göre yorum yapmaları Allah yanında çok büyük bir mesuliyete sebep olur. Böyle bir kimse vereceği cevapta isabet etse bile, bilmeksizin cevap vermiş olacağı cihetle yine mesuliyetten kurtulamaz. Nitekim bir hadiste “Sizin ateşe atılmaya en cüretkarınız fetvaya, yani şer’i meselelere dair cevap vermeye en ziyade cüret göstereninizdir.” buyurulmaktadır. Dini hususlarda herkes, ümmetin kabulüne mazhar olmuş bulunan bir müçtehide tabi olmaz da, kendi düşüncesine göre hareket ederse büyük bir dalalet içinde kalmış olur. Böyle bir dalalet içine düşmemek için dört ehl-i sünnet mezhebin birine tabii olarak mesuliyetten kurtulmalıdır. Arada sırada ortaya çıkabilecek bazı meselelerin hükümlerini tayin konusunda, bu dört mezhepten birinin takip etmiş olduğu esaslara müracaat etmek kâfidir.
Mezhepler Konusunda İhtilaf Olunmayan Hususlar İnsanlar müçtehit (içtihat eden) ve mukallit (taklit eden) olmak üzere iki gruba ayrılırlar. Mukallit olanların müçtehitlerden birine uyuması gerekir. Şu iyi bilinir ki, eğer insanların tamamı hatalardan masum olana, yani Peygamber’e nasıl uyulacağını ve masumun sözlerinden neyin kastedildiğini anlamaya ulaşma yollarını bilselerdi, asla müçtehitler ve mukallitler diye iki gruba ayrılmazlardı. O zaman Allah Teâlâ'nın mukallitler için “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun.” (Nahl,16/43) diye bir şey söylemezdi. 1) Bir mezhebi taklit eden kimsenin sürekli bir mezhebi taklit etmesini gerektirecek bir mecburiyet olmadığı gibi, böyle bir kimsenin başka bir mezhebe dönmesinde de herhangi bir mahsur yoktur. Ancak bu, bir mukallidin bir mezhebi taklit etmesi gerekmediği ve renkten renge girmesi gerektiği demek değildir. Yani bu taklidin haram olmasını gerektirmez. 2) Eğer bir mukallit herhangi bir meseleyi anlamak için çaba sarf eder ve bununla ilgili delilleri Kuran'da, hadislerde ve içtihat usullerinde görür ve anlarsa, bu kimsenin ilgili delilleri kendi mezhebinin imamına bağlı kalmaksızın dikkate alması vacip olur. Bu durumda erişmiş bulunduğu ilmi seviyeye dayanarak içtihat edebildiği bu hususta imamını taklit etmesi haram olur. Bu konuda alimlerin ve bizzat mezhep imamlarının söz birliği vardır. Bununla beraber, hükümler ile ilgili delilleri bilmeyen mukallidin taklidi terk etmeye çağrılması gerekmez. Bu mukallitlerin dini meselelerde doğrudan doğruya Kuran ve hadislere başvurmalarını istemeye kalkışmak tamamen yanlıştır. 3) Müçtehit imamların dördü de hakikat çizgisi üzerindedir. Bunlardan her birisinin yapmış olduğu içtihatlarda - eğer bunlar içtihadi meselelerde Allah Teâlâ'nın indirdiği bu hükümlerle kullarına ne murat ettiğinin sırrına vakıf olamamışlarsa –mazurdurlar. Bunlar ancak içtihatlarıyla ulaştıkları sonucun gereğini yapmak durumundadırlar. Bu nedenle mukallidin, dilediği müçtehit imamlarından birini takip etmesi hakka uymak ve hidayet yolunu tutmak demektir. Bu imamlardan birine uymayı tercih edenlerin, diğer imamların hatalı oldukları görüşüne kapılmamalıdırlar. Bu nedenle bir mezhebe bağlı olan bir kişinin başka bir mezhebe bağlı olan kişiye namazda uymalarının sahih olduğuna dair İslam alimlerinin icması vardır. Dolayısıyla camilerde birden fazla mihrap oluşturup bunların her birine dört mezhebin adını vermek asla caiz değildir.
Mezhepleri İnkar Edenlerin Görüşleri ve Reddiyeler 1) Onlara göre İslam sıradan bir insanın kolaylıkla anlayabileceği sayılı birtakım hükümlerden fazla bir şey değildir. Bu nedenle mezheplerin taklit edilmesi Allah ve Resulü tarafından emredilmemiştir. Cevap: İslami hükümler, Resulullah'ın bir Arap köylüsüne - ki Arabi bunu dinlemiş ve arkasına bakmadan çekip gitmiştir - söylediği birkaç husustan ibaret değildir. Eğer böyle olsaydı sahih ve müsned hadis kitaplarının Müslümanların hayatı ile ilgili çeşitli hükümleri ihtiva eden binlerce hadis ile dolup taşmaması gerekirdi. Aynı şekilde Peygamberin birkaç gün boyunca Sakif heyetine İslam'ın hükümlerini ve Allah'ın emirlerini öğretmek için uzun müddet ayakları üzerinde durmaz ve yorgunluktan zaman zaman ayaklarının birini diğerinin yanına götürmezdi. Peygamberimizin (sav) İslam'ı ve onun rükunlarını insanlara telkini başka, bu rükunların nasıl uygulanacağını öğretmesi ise daha başkadır. Bunlardan birincisi birkaç dakika sürerken, ikincisi sürekli çaba sarf ederek öğretilmeye muhtaçtır. Bu nedenle Peygamberimiz, ashabından bazılarını İslam'ı öğretmek ve aralarında bir süre yaşayarak örnek olmalarını temin etmek için Müslüman toplumlarına göndermiştir. Bu bağlamda Halit bin Velid'i Neran’a, Ali’yi Yemen’e, Ebu Musa El – Eşari’yi ve Muaz bin Cebel Yemen’e, Osman bin Ebu'l –As’ ı Sakife göndermiştir. Bu sahabe oralarda hem İslam’ı öğretmiş hem de İslam’ın nasıl yaşanacağını onlara göstermiştir. 2) Onlara göre İslam'a sarılmanın esası ancak kitap ve sünnete sarılmaktır. Bunlar hatadan uzaktırlar, ama mezhep imamlarına uymak hatadan uzak olanlardan ayrılıp hatadan uzak bulunmayana yönelmek olur. Cevap: İçtihat kudreti olmayan, delilleri anlamayan ve bunlardan hüküm çıkarma kabiliyetine sahip bulunmayan nasıl hareket edecektir? Bunlar için yol gösterici bir alim gerekmez mi? İşte bu görevi yerine getiren müçtehit imamlardır. İmamların masum olmadıklarını ileri sürerek mezhep imamlarını taklitten uzaklaşmaya çağırmak yanlış bir iş değil midir? Mezhepsizliği savunanlar, sanki mezhep imamlarının içtihat ederken kitap ve sünnetten başka bir kaynağa başvurduklarını, bu nedenle bu insanların mezheplerinin Resulullah'ın mezhebinden ayrı birer yol olduklarını düşünüyorlar. Peygamberimizin mezhebi hatasız iken, müçtehit imamların mezheplerinin hatalı oldukları ileri sürülmektedir. Bu nedenle terk edilmeleri gerektiği iddia edilmektedir. Bu gerçek dışı iddiaların amacı nedir? Mezhep imamları kendi içtihatlarını kitap, sünnet, icma ve kıyas esaslarını temel alarak Resulullah'ın yolundan bir adım dahi sapmamışlardır. Bunun aksini iddia etmek tamamen art niyetli ve kasıtlı bir davranıştır. 3) Onlara göre, insan öldüğü zaman kabirde mezheplerden veya tabi oldukları imamdan sual olunacağına dair herhangi bir delil yoktur. Cevap: Kabirdeki sorgu meleklerinin neyi soracakları hadislerle belirlidir. Sorgu melekleri insanın bütün hayatını sorgulamayacaklardır. Bu nedenle mezhep karşıtlarının bu görüşleri son derece anlamsızdır. Bu anlamsızlığın arkasında ise mezhepleri kötülemek için bir bahane yatmaktadır. Onlara göre mezhep imamları Peygamber’e rakip olarak ortaya çıkmışlardır. Bu nedenle sorgu melekleri kabirde yalnız Peygamber ve dinin ne diye soracaklardır. Diğer mezhepleri sormayacaklardır. Onlara göre, uyulması ve taklit edilmesi şart olan mezhep varsa o da yalnızca, Muhammed'in (sav) mezhebidir. İnsanlara başka mezheplere uyulması emredilmemiştir. Buna delil olarak şu ayeti ileri sürmektedirler: “Peygamber size neyi verdiyse alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr, 59/7). Peygamber ashabının içtihat etmesine müsaade etmiştir onu yasaklamamıştır. Ashabın ortadan kalktığı daha sonraki dönemlerde bu görevi müçtehit imamlar yapmıştır. Bu imamlar da ashabın yoluna harfiyen uymuşlardır. Eğer mezhep inkarcılarının görüşlerine uyulsa, bugün Müslümanların problemleri işin içinden çıkılmaz bir durum gösterecektir. Belki de istenilen budur. Sahabenin, tabiinin veya diğer müçtehit imamlarının yaptığı içtihatlar, Resulullah'a Rabbinden vahiy yoluyla gelen şeylerin şerhi ve izahından başka bir şey değildir. Ancak onların içtihat ve yorumlarında yer yer bazı farklılıklar olabilir. Bu husus Peygamberimizin sözlerinin anlama ve değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Yoksa onların görüşleri Peygamberin sözlerine birer rakip ve muariz olamaz. 4) Onlara göre bir insan, Ebu Hanife veya İmam Malik veya İmam Şafii'nin veya İmam Ahmed'in sözlerinin tamamını kitap ve sünnete dayandırmaksızın alırsa, icma-ı ümmete muhalefet etmiş ve böylece Müslümanların yolundan sapmış olur. Cevap: Bu görüş asla içtihattan aciz olan mukallitler hakkında söylenemez. Yani taklidin haram olduğu ve müçtehit olması mümkün olmayan birisinin belirli bir mezhebe bağlanmasının haram olduğu söylenemez. Dehlevî, “el İnsaf” adlı kitabında şunları ifade etmektedir: “Tanzim ve tedvin olunmuş bu dört mezhebin günümüze kadar taklit edilmesinin cevazı hakkında bu ümmetin ve bu ümmetten kabul edilen herkesin ittifakı ve icması vardır. Bu mezheplerin taklidinde, özellikle azim ve gayretin son derece azaldığı, insanlara heva ve hevesin hakim olduğu, herkesin kendi görüş ve düşüncesinden başkasını beğenmediği günümüzde göz ardı edilemeyecek faydaları vardır.” Bir mukallidin, konu üzerinde etraflıca bir bilgiye sahip değilken taklit ettiği imamın sözünün dışında bir fetva vermesi uygun değildir. Bu bütün selef-i salihinin üzerinde ittifak ettiği bir husustur. Aynı şekilde cahil bir kimsenin taklitten başka bir yola başvurması da doğru değildir. 5) Onlara göre dört mezhebin ortaya çıkış sebebi, takip edilen zulüm politikalarıyla mülk ve saltanatta gözü olan Acemlerin istilalarıdır. Onlar bu görüşün İbn-i Haldun'a ait olduğunu ileri sürüyorlar. Cevap: Durum onların dediği gibi değildir. Çünkü İbn-i Haldun Mukaddime adlı kitabında fıkıh ilmi ve fıkhi mezheplerin ortaya çıkışları hakkında şunları söylemektedir: “Sahabenin hepsi fetva ehli değildi ve dini bilgiler için bunların hepsine müracaat edilmezdi. Dini konularda fetva vermek ancak Kuran'ı bilen ve onun nasihine, mensuhuna, müteşabihine ve muhkemine ve Peygamber (sav) den öğrendikleri ayetlerin diğer delaletlerine vakıf olanlara, yahut da bu bilgileri sahabenin ileri gelenlerinden duyanlara mahsus bir şeydi. Bu yüzden bu zatlara “kurrâ” denilirdi. İslam'ın ilk zamanlarında durum böyleydi. Daha sonraları İslam'ın sınırları genişledi ve kitaplarla haşır neşir olmaları sebebiyle Araplar ümmilikten kurtulup nasslardan hüküm çıkarır hale geldiler. Fıkhi bilgiler olgunlaşarak bir ilim ve fen haline geldi. Bu bilgilerle mücehhez olanlara Fakih ve Alim denir oldu. Fıkıh bilgileri için iki metod gelişti. Bunlardan birisi Iraklıların içtihat ve kıyas metodu, diğeri de Hicazlıların hadis metodu. Daha önce de belirttiğimiz gibi Iraklılar fazlaca hadis bilgisine sahip değillerdi. Bu yüzden daha çok kıyasa yöneldiler ve bu sahada maharet sahibi oldular. Kendilerine bunun için rey (ve içtihat) ehli denilmiştir. Bu cemaatin önde gelen şahsiyeti Ebu Hanife en - Numan olup, mezhep bu zatın ve arkadaşlarının şahsında karar kılmıştır. Hicazlıların müçtehid imamı ise Malik bin Enes olup ardından Şafii gelmiştir.” İbn-i Haldun'un bu açıklamalarına göre mezhep karşıtlarının iddia ettikleri gibi, mezhepler saltanatta gözü olan Acemlerin istilası ile ortaya çıkmamıştır. 6) Onlar şunu soruyorlar: Mezhepler oluşmadan önce insanların durumu nasıldı? Mezhepler yokken insanlar doğru yolda mı yoksa sapık mıydılar? Cevap: Bu sorunun cevabı İbn-i Haldun'un yukarıdaki ifadelerinde mevcuttur. Sahabenin hepsi fetva verme hususunda aynı derecede olmadıklarına göre, ileri düzeyde olmayanlar dini bilgiler için kimlere başvuruyorlardı? Şüphesiz bunlar dini bilgileri içtihat edebilen sahabeden alıyorlardı. İşte taklit de bundan başka bir şey değildir. Bugün de aynı şey söz konusudur. İçtihat ehli olmayan sıradan insanlar, fetva ve içtihat sahasında şöhret sahibi olanları sahabe zamanında da taklit ederlerdi, tabiin zamanında da taklit ederlerdi, daha sonraki zamanlarda da taklit etmiş ve etmektedirler. Ebu Hanife, Şafii, İmam Ahmet ve Malik de bu nevi müçtehitlerden başka bir şey değillerdir. Bu nedenle bugün de avamın mezheplerin müçtehit imamlarını taklit etmesi caiz ve uygundur. “Falan ve filancadan öncel insanlar ne durumdaydılar?” sorusunun cevabı böylece verilmiş oldu. Çünkü dört mezhebi taklit edenlerin yaptığı, kendilerinden öncekilerin rey ve hadis mezheplerini taklitlerinden ve sahabenin müçtehitleri ve önde gelenleri taklit edilmesine benzer bir davranıştan başka bir şey değildir. O zaman bu dört mezhebi taklit edenler hangi ve nasıl bir sapıklığa düşmüşlerdir? 7) Onlar şöyle konuşuyorlar: “Asr-ı Saadet'te mezhep var mıydı? Yoktu, o halde mezhep bid’attır.” Cevap: Asr-ı Saadet'te bugünkü mezhepler yoktu. Herkes dinini Hz. Peygamber’den öğreniyordu. Ancak sahabe arasında ilmi derecesi yüksek olan birkaç sahabe fetva verebilmekteydi. Diğerleri dini konulardaki sorularını bu kişilere yöneltiyordu. Buna Peygamber müsaade etmişti. Bununla beraber Asr-ı Saadet'te bulunmayan her şeyi bid’at diyebilir miyiz? Örneğin bugünkü Kuran Asr-ı Saadet'te mushaf halinde değildi. Kuran'ın mushaf haline gelmesi Peygamber’in vefatından sonra olmuştur. Bu durumda Kuran'ın mushaf haline getirilişine bid’at denebilir mi? Mezhep inkarcıları mezheplerin bid’at olduğunu söyleyerek yanlış çıkarımlarda bulunmaktadırlar. 8) Onlara göre herkes dinini Kuran'dan öğrensin, mezheplere gerek yoktur. Cevap: Herkesin İslam dinini Kuran'dan öğrenmesinin mümkün olmadığını aşikardır. Çünkü bunun için herkesin yeterli ilmi seviyede olması mümkün değildir. O zaman bu insanların yine Kuran'ın emri ile bir bilene sormaları gerekmektedir. İşte mezhep imamları da bu görevi yerine getirmektedirler, yani mezheplere gerek vardır.
Bir Mezhebe Bağlanmayı Emreden Ayetler 1) “Allah size emanetleri ehline vermenizi emrediyor.” (Nisa, 4/58) Bu ayete göre Allah Teâlâ bizlere her emaneti ehline vermemizi emretmektedir. Buna göre kitap ve sünnetten hüküm çıkarmak ve bir konu hakkında içtihat yapmak, fetva vermek de bir emanettir. Bu emanetin ehli kimdir? Bu emanet kime verilecektir? Bu kişiler mezhep imamlarıdır. Çünkü bu kişiler kitap, sünnet, icma ve kıyasa uygun fetvalar vermişlerdir. İmam Gazali, İmam Rabbani gibi meşhur alimler de, ilim ve takva ehli olmalarına rağmen dört mezhebin imamlarına fıkıhta tabi olmuşlardır. 2) “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız.” (Al-i İmran, 3/110) Bu ayette, bu ümmet ve bu ümmetin alimleri Allah tarafından iyiliği emretmek ile ve kötülüğü nehyetmek ile sıfatlandırılmıştır. Dolayısıyla bu ümmetin ittifakla emrettikleri şeyin iyilik, ittifakla nehyettikleri şeyin de kötülük olması gerekmektedir. Aksi düşünülemez. O halde mezhepsizlik haram, bir mezhebe bağlanmak da vaciptir. Çünkü bu ümmetin alimleri on dört asır boyunca mezhepsizliğin kötü bir şey olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda İmam Gazali şunları söylemektedir: İmam Rabbani de şunları söylemektedir: “Mezhepten ayrılmak ve mezhepsiz olmak ilhad, yani küfürdür. Dört mezhepten birini terk eden boynundan İslam ipini çıkarmıştır.” 3) “Halbuki müteşabih ayetlerin tevilini (yani izahını) Allah'tan ve ilimde râsih olanlardan (yani ilimde kök salanlardan) başkası bilemez.” (Al-i İmran, 3/7) Bu ayette söz konusu olan müteşabih ayetlerin manası gizli olup, zahiri manasından başka manaya gelen ayetlerdir. Dolayısıyla diyebiliriz ki Kuran'ın müteşabih kısmını anlayabilmek için tek yol ilimde râsih olmak ya da ilimde râsih olanlara başvurmaktır. Bu konuda İmam Rabbani şöyle demektedir: “Râsih alimler nefislerini tam manasıyla mutmain etmişler ve bu sebeple Efendimiz (sav)’ e uymanın hakikatinden ibaret olan şeriatın hakikatini kazanmışlardır. Bu kemal başkalarında bulunmaz. Biz burada râsih alimlerin bir alametini açıklayalım ki, zahiri bilen herkesin ilimde râsih olduğunu iddia etmesin ve nefs-i emmaresini nefs-i mutmainne zannetmesin. Râsih alim o kişidir ki, onun için kitap ve sünnetin müteşabih kısmının tevil ve izahında büyük bir nasibi vardır.” Eğer kişi ilimde râsih değilse Kuran'ın bu müteşabih kısmını anlayabilmek için yapabileceği tek şey, ilimde râsih olanlara başvurmaktır. Kuran’ın bu ayetlerinin manasını anlamaya çalışsa da anlayamaz ya da yanlış anlar ve kendisine yazık eder. Aynı şeyler hadislerin müteşabih kısımları için de geçerlidir. Dört mezhep imamı olanlar ilimde râsihtirler ve biz hem Kuran'ı hem de hadislerin müteşabihini onlardan öğreniriz. 4) “Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber’e karşı çıkar ve müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (Nisa,4/115) İmam Şafii icmanın (yani İslam alimlerinin bir mesele hakkındaki ittifaklarının) şeriatta bir delil olduğuna ve hakkında icma olan bir hükme muhalefet etmenin haram olduğuna bu ayeti delil olarak göstermiştir. Bu ayete göre müminlerin yolundan başka bir yola uyumak yasaktır ve haramdır. Müminlerin yoluna icma denir. Buna göre mezhepsizlik haram olmalıdır. Çünkü İslam alimleri müçtehit olmayan Müslümanların bir mezhebe bağlanması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu konuda alimler arasında en küçük bir ihtilaf dahi yoktur. 5) “Ey iman edenler! Allah'a, Peygamber’e ve sizden olan ulu-l emre itaat edin. Eğer Allah'a ve ahiret gününü gerçekten inanıyorsanız herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Resul'üne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa, 4/59) İslam alimleri bu ayetteki ulu-l emrin din ve fıkıh alimleri olduğunu ifade etmişlerdir. “Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Resul'üne götürün” ifadesi ise kıyasın da hak ve şer’i bir delil olduğunu göstermektedir. Bu kıyası kimler yapacaktır? Bir mezhebe bağlı olanlar bu işin erbabı olan mezhep imamları kıyas yapacak diyorlar. Fakat mezhepsizliği savunanlar da “Biz kıyas ederiz” demektedirler. Kıyas yapabilmek için Kuran ve hadisleri çok iyi bilmek gerekmektedir. Sıradan insanların bunu bilmediklerine göre nasıl kıyas yapacaklardır. Bütün bunlar bir mezhebe uymanın zorunlu olduğunu ispat ediyor. 6) “Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki onu Peygamber ve kendilerinden olan ulu-l emre götürselerdi onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler elbette onu bilirlerdi.” (Nisa, 4/83) Bu ayette geçen istinbad kelimesinin manası “sonuç çıkarmaya gücü yetenler” dir. İstinbatı kim yapabilir, elbette ilimde râsih seviyesinde olanlardır. Bunlardan en belirgin olanları da dört mezhep imamıdır. Mezhepsizliği savunanlar böyle bir istinbad sıfatına sahip değillerdir. 7) “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahibi olanlar anlar.” (Zümer, 39/9) Bu ayete göre fıkıh ilmini kimler biliyor ve bu ilmi kimler bilmiyor? Fıkıh ilmini dört delilden fetva çıkarma mertebesinde bilenler ancak müçtehit mertebesinde olan alimlerdir. Bunların dışında kalanlar fıkıh ilmini bilmeyenlerdir. Dört mezhebin imamları da müçtehit mertebesinde olan kişilerdir. 8) “Allah dilediğine hikmeti verir. Hikmet verilene pek çok hayır verilmiştir. Bunu ise ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara,2/269) Bazı İslam alimlerine göre bu ayette geçen hikmet Kuran'ı anlama, ilim ve fıkıhtan ibarettir. Dört mezhep imamı hikmet sahibi alimlerdir. Mezhepsizlerin iddiası bu ayeti anlamına terstir. Çünkü herkes dört kaynaktan hüküm çıkarabilseydi ve Kuran'dan anladığı ile amel edebilseydi hikmet herkese verilmiş olurdu. Halbuki ayet böyle söylemiyor. 9) “Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.” (Nahl, 16/43) İslam alimleri ayette geçen zikir ehli tabirinden Kuran'ı çok iyi anlayan ve Kuran'ın sırlarına vakıf olan alimlerin kast edildiğini söylemişlerdir. Çünkü zikir kelimesi birçok ayette Kuran'ın kendisi için kullanılmıştır. Örneğin Nahl suresi 44. ayette “İnsanlara açıklaman için biz sana zikri indirdik.” buyurulmuştur. Aynı şeyler (Hicr,15/9) ve (Hicr,15/6) ayetlerinde de geçmektedir. Bu ayet bir mezhebe bağlanmanın şart olduğunu ifade eder. Çünkü herkesin kendi anlayışı ile hükmetmesi caiz olsaydı, ayette “Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun” denmezdi. Buna göre bir ehl-i zikrin peşinden gitmek vaciptir ve Kuran'ın emridir. Bu ayetteki ehl-i zikir, yani Kuran ehli olan alimler kimlerdir? Bunların başında hiç şüphesiz mezhep imamları gelir. Bu nedenle mezhep imamlarına uymak zorunludur. 10) “Sana zikri (Kuran'ı) indirdik ki onlara indirilenleri beyan edesin, umulur ki onlar da düşünürler.” (Nahl, 16/44) Bu ayete göre, Peygamberimizin beyan ettiğini anlamak ve ona göre amel etmek zorundayız. Zannımızı ve vehmimizi ayetlerin izahına karıştırarak kendimize göre bir tefsir yapmak ve Kuran ayetlerini hevamıza tabii kılmak ayetin açık beyanı ile yasaktır. Bu bir tercih değil bir mecburiyettir. Peygamberimiz Kuran'ı kendi zannı ile tefsir etmeye çalışanları şöyle tehdit etmektedir: “Kim Kuran'ı kendi görüşü ile tefsir ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.” Bu hadisi İmam Gazali şöyle açıklamaktadır: “Bu hadis ile tehdit edilenler Kuran'ı sırf Arapçaya dayanarak, hadislere ve ayetlerin nüzul sebebine bakmaksızın açıklayanlardır. Çünkü ayetlerin nüzul sebepleri ve Peygamberimizin hadisleri bilinmezse, bazı ayetleri anlamak mümkün değildir. Haşr suresi 7. ayette “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.” buyurularak tamamen Peygambere tabi olmamız emredilmiş ve işin içine hevamızı ve zannımızı sokmamız men edilmiştir. Dolayısıyla bir mezhebe bağlanmak, netice itibariyle söz konusu ayet ve hadislere itaat etmek demektir. Çünkü bir mezhebe bağlanmak, bir mesele hakkındaki Kuran'ın hükmünü ve Peygamber’in beyanını mezhep imamına sorarak öğrenmek demektir. Halbuki bir mezhebe bağlanmayanlar hadislerin tamamına vakıf olmadıkları için Kuran ayetlerini kendilerine göre izah etmekte ve Efendimizi aradan çıkarmaktadırlar. Bu mezhepsizliğin zaruri bir neticesidir ki bu durum ayetin beyanı ile reddedilmiştir.
Yorum ve Eleştirileriniz için : yorum@ilimvetasavvuf.com
|
Mezhepsizlik Bid’attır |
Yayınlama Tarihi: 11.12.2019 |
Ebû Hanîfe |