Kur’an-ı Kerim eşsiz bir mucizedir. Etkisi ve i’cazı bin dört yüz yıllık zaman dilimine sığdırılmayacak kadar derin ve çarpıcıdır. Kur'an-ı Kerim'in mucizevi yönü onun edebi bir şaheser oluşu, belagatinin zirvesinde olduğu, lafız ve mana bütünlüğü, akıcı bir üslubu, harfler, kelimeler ve cümleler arasında tatlı ve ahenkli bir insicama sahip oluşudur. Bu ilahi kelamda her harf, kelime ve cümle yerli yerine konulmuştur. Herhangi bir harfin veya kelimenin yerine onunla eş anlamlı başka bir harf ve kelime getirilmesi mümkün değildir. Çünkü aksi halde anlam değişir. Kur'an'ın bu edebi üstünlüğü şimdiye kadar tasdik edildiği gibi bundan sonra da herhangi bir rekabete söz konusu olmayacak şekilde kabul edilecektir.

Kur'an insanların hidayet rehberidir. İnsanların aradığı gerçek erdemi, mutluluğu, paylaşımı ve kardeşliği ortaya koymaktadır. Kur'an'da hem bu dünya hem de ahiret hayatı anlatılmaktadır. Yani Kur'an'da fizik ötesi alemin (gaybın, uluhiyetin) bilgisi bulunduğu gibi, fiziksel alemin (kozmos ve evrenin) ilmi de yer almaktadır.

Kur'an-ı Kerim'deki i’caz süreklidir. O gün mucize olduğu gibi bugün de mucizedir ve kıyamete kadar gelecek çağlarda da mucize olacaktır. Çünkü onun i’cazı sürekli yenilenmektedir. Yeni gelen her nesile öğretecekleri vardır. Hiçbir kimse Kur'an'ın tam bir tefsirini yapamaz, yapılacak olan şey ondan esinlenmelerle Kur'an ayetlerine dair inanan kişinin aklına gelenlerdir.

Varlıklarla ilgili Kur'an'da sırlar vardır. Resulullah (sav) bu sırları biliyor olmuş olsa da, onları insanlara yaymadı ve açıklamadı. Bunun sebebi akılların bunu kabul etmeyebilir olacağıdır. Ancak bazı sahabeye bu sırların bir kısmı hakkında bilgiler vermiştir. Bu sırlar ehil insandan yine ehil insanlara gizli olarak nakledilmiş ve bütün insanlara açık olarak anlatılmamıştır.

Kur'an-ı Kerim'in her bakımdan mucizevi bir tarafı vardır. Anlatım tarzının vurucu, dikkat çekici, hatırda kalması istenilen sözlerin sure başlarında ve sure sonlarında yer alması bu mucizevi yapının göstergelerinden bazılarıdır. Ayetlerin dizilişlerinde de mucizevi şeyler vardır. Sureler çoğunlukla bir bütün halinde indirilmemiş, ayet grupları halinde kesik kesik indirilmiştir. Bu konuda yazar Sait Alpsoy, “Kur'an En Büyük Mucize” adlı kitabında şunları söylemektedir:

“Ayetlerin farklı aralıklarla indirilmesi Kur'an'ın açık bir mucizesidir. Örneğin Enam suresi 165 ayettir. Bu surenin 91, 92, 93, 151, 152 ve 153. ayetleri Medine'de indirilmiş diğer ayetleri Mekke’de nazil olmuştur. Sure içindeki ahenk hiç aksamamış aksine tamamlanmıştır. 9. surenin (Tevbe) son iki ayeti, 128, 129 Mekke’de, diğer bütün ayetleri ise Medine'de indirilmiştir. 75 ayetten oluşan 8. surenin (Enfal) 30 ve 36. ayetleri Mekke’de, diğer ayetleri Medine’de inmiştir. 99 ayetten oluşan 15. surenin (Hicr) 87. ayeti de yıllar sonra Medine'de indirilmiş, diğerlerinin hepsi daha önce Mekke’de inmiştir. Bu ayetlerin söz konusu sureleri ahenkli bir şekilde tamamladıkları görülür. Bu ayetlerin bir zaman sonra indirilmelerinin hikmeti ise, o günkü İslam topluluğunun bu süre içinde Efendimizin eğitiminden geçirilmesidir.”

Kur'an-ı Kerim bu bakımdan bütün ilahi hikmetleri kendi içinde ifade eder. Bu hikmetleri anlamak ve öğrenmek insanın imanını arttırır ve kalbini güzelleştirir. Allah Teâlâ'nın yaptığı hiçbir şey boşuna ve tesadüfen değildir. Hepsi hak ve hikmet iledir.

Evren'in birliği Yüce Yaratıcının kudretinden kaynaklanır. Evrene bize Kendisini hatırlatacak deliller (ayetler) koymuştur. Bizim sebep olarak gördüklerimiz O’nun koyduğu nizamdır. Bu nedenle tapılacak olan sebepler değildir. İnsanlar ancak Allah Teâlâ'ya tapmalıdırlar. Müspet ilimlerin buluşlarına baktığımızda, onların evrendeki mevcut olan kanunları ortaya çıkarmaktan ibaret olduğunu görüyoruz. Uçağı bulan kişi, uçağın içinde uçtuğu uzayın ve uçağın yapıldığı maddelerin yaratıcısı değildir. Bütün bunların, maddenin ve tabii kanunların yaratılması yaratan Allah Teâlâ'nın sanatıdır. Ayrıca bunları keşfetme gücünü insanlara veren de Allah’tır.

Günümüzdeki deliller ve buluşlar her gün, her hafta, her yıl Kur'an'ın muhtevasının güvenilir olduğunu tasdik etmektedir. Biz aşağıda Kur'an'ın, fiziksel alemin bugün için bilinen gerçeklerinin 1400 yıl önce nasıl haber verdiğini anlatacağız. Müspet bilimcilerin son iki asırda elde ettikleri bilgiler, 1400 yıl önce Kur'an'da bildirilen gerçeklerin Kur'an'ın nasıl mucizeler ihtiva ettiğinin delilleridir.

 “İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur'an'ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53)

O kitap Kur'an ki onda asla şüphe yoktur, o müttakiler için bir yol göstericidir.” (Bakara, 2/2)

Onlar bu Kur'an'ı hiç anlamaya düşünmeye çalışmazlar mı? Şayet o Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda mutlaka birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı.” (Nisa, 4/82)

Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bakılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların bu kitabın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah'ın zikriyle ısınıp yumuşar.” (Zümer, 39/23)

Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, sinelerde olana bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet geldi.” (Yunus, 10/57)

 

Çok Hassas Tasarlanmış Bir Evren

 

O yedi göğü birbiri üzerine yarattı. Rahman'ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk görmezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar döndür bak, göz aradığı bozukluğu bulmaktan aciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk, 67/3,4)
“Görmediniz mi Allah yedi göğü uygun tabakalar halinde nasıl yaratmış.”
(Nuh, 71/15)
O her şeyi yaratıp, bir ölçüye göre düzenleyerek takdir etmiştir.” (Furkan, 25/3)

Evrenin yapısı 20. yüzyılına kadar bu günkü gibi bilinmiyordu. Evren sabit ve durağan olarak düşünülüyordu. Ancak 20. yüzyıldan itibaren bu düşünceler değişmiş ve evrenin çok hassas bir şekilde tasarlanmış olduğu keşfedilmiştir. Bu tasarımda bir “ince ayar” olduğu ortaya çıkmıştır. Evrende yaklaşık 250 milyar galaksi vardır. Her bir galakside ortalama 100 milyar yıldız mevcuttur. Bunların hepsi hareket halindedir ve birbirleriyle uyum halindedirler. Ayrıca maddenin yapısını incelendiğinde, mikro alemde de tam bir uyum halinin ve çok hassas bir dengenin olduğu ortaya çıkmıştır. Bu ince ayar Allah Teâlâ'nın ilmi ve kudreti ile tasarlanmış olduğu yukarıdaki ayetlerde açıklanmaktadır. Çünkü her şeyi yaratıp onlara bir düzen veren O'dur. Bütün her şey bir kader ile tayin edilmiştir. Belirli bir zamana kadar bu sistemin devam edeceği ve sonra sona erdirileceği bildirilmiştir.

Bu konuda fizikçi Karl Giberson şunları söylemektedir: “Son kırk yıldır fizik ve kozmolojideki gelişmeler bilim sözlüğüne “tasarı” kelimesini geri getirdi. 1960'ların başında fizikçiler, insan hayatı için açıkça ince ayar yapılmış bir evrenin örtüsünü açtılar. Evrende hayatın var olmasının, kesinlikle kusursuz bir dengedeki fiziksel faktörlere bağlı olduğunu keşfettiler.”

Aynı şekilde astrofizikçi George F. Ellis şunları ifade etmektedir: “Evrendeki bu kompleksliği mümkün kılan kanunlarda hayret verici bir ince ayar görünüyor. Evrende var olan bu kompaktlığın gerçekleşmesi mucize kelimesini kullanmamayı çok güçleştiriyor.”

Evrendeki makro ve mikro alemlerdeki dengenin mükemmel olduğuna dair şu örneği verebiliriz:  Dünya'nın Güneş etrafındaki yıllık yörüngesinde 3 milimetrelik bir sapma, dünyanın üzerindeki canlıların donma veya yanması ile yok olmalarına neden olur. Çünkü Güneş biraz daha uzak veya yakın olur. Dünya güneş etrafında dönerken her 18 milde yörüngesinden 2,8 santim ayrılır. Eğer bu sapma 3 milimetre daha az, yani 2,5 cm veya daha fazla yani 3,1 cm olursa hepimiz ölürüz.

Evrende bugüne kadar bilinen dört çeşit temel çekim kuvveti vardır. Bunlar yerçekimi kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvettir. Bu dört kuvvetin kendi içlerindeki denge, evrendeki bütün fiziksel hareketleri ve yapıları meydana getirir. Biyolog Michael Denton bu kuvvetler arasındaki hassas dengeyi şöyle açıklamaktadır:  “Eğer yerçekimi kuvveti daha güçlü olsaydı, o zaman Evren çok daha küçük bir yer olurdu ve ömrü de çok daha kısa sürerdi. Ortalama bir yıldızın kütlesinin şu anki günümüzdekinden daha da küçük olurdu ve yaşama süresi de 1 yıl kadar olabilirdi. Ayrıca eğer çekim kuvveti birazcık bile daha güçsüz olsaydı hiçbir yıldız ya da galaksi asla oluşmazdı. Diğer kuvvetler arasındaki dengeler de son derece hassastır. Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık daha zayıf olsaydı, o zaman evrendeki tek kararlı element hidrojen olurdu, başka hiçbir atom olmazdı. Eğer güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvete göre birazcık bile daha güçlü olsaydı, o zamanda evrendeki tek kararlı element, çekirdeğinde 2 proton bulunduran bir atom olurdu. Bu durumda evrende hidrojen olmayacak, yıldızlar ve galaksiler, eğer oluşsalar bile, şu anki yapılarından çok farklı olacaklardı.”

Buna göre, bu temel kuvvetler şu anda sahip oldukları değerlere tam tamına sahip olmasaydı, hiçbir yıldız, süpernova, gezegen ve atom olmayacaktı. Yani bugünkü hayat olmayacaktı.

Gök cisimleri arasındaki mesafeler: Gök cisimlerinin uzaydaki dağılımları ve aralarındaki çok büyük mesafelerin olması, dünyadaki canlı hayatın var olabilmesi için gereklidir. Gök cisimleri arasındaki bu mesafeler dünyadaki hayatı destekleyecek şekilde pek çok evrensel güç ile uyumlu bir hesap içerisinde düzenlenmiştir. Michael Denton “Doğanın Kaderi” adlı kitabında süpernovalar ve yıldızlar arasındaki mesafedeki dengeleri şöyle ifade etmektedir:

“Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşmayacaktı. Eğer Evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova patlamaları çok belli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklıkta olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır.”

 

Yerçekimi:  Yerçekimi eğer bugünkü yerçekiminden daha güçlü olsaydı, dünya atmosferi çok daha fazla amonyak ve metan gazı biriktirir, bu da yaşam için çok olumsuz olurdu. Eğer biraz daha zayıf olsaydı, dünya atmosferi çok fazla su kaybeder, canlılık mümkün olmazdı.

Güneş - Dünya mesafesi:  Eğer bu mesafe biraz daha fazla olsaydı, dünya çok soğur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, gezegen buzul çağına girerdi. Eğer biraz daha az olsaydı, dünya kavrulur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, yaşam imkansızlaşırdı.

 

Yer kabuğunun kalınlığı: Eğer daha kalın olsaydı, atmosferden yer kabuğuna çok fazla miktarda oksijen transfer edilirdi. Eğer daha ince olsaydı, hayatı imkansız kılacak kadar fazla sayıda volkanik hareketler olurdu.

 

Dünya’nın kendi çevresindeki dönme hızı: Eğer daha yavaş olsaydı, gece gündüz arası ısı farkları çok yüksek olurdu. Eğer daha hızlı olsaydı, atmosfer rüzgarları çok büyük hızları ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkansızlaştırırdı.

 

Dünya’nın manyetik alanı: Eğer daha güçlü olsaydı, çok sert elektromanyetik fırtınalar olurdu. Eğer daha az olsaydı, Güneş rüzgarı denilen ve güneşten fırlatılan zararlı partiküllere karşı dünyanın korunması kalkardı. Her iki durumda da yaşam imkansız olurdu.

Atmosferdeki gazların oranları:  Eğer oksijen ve azot oranı daha fazla olsaydı, yaşamsal fonksiyonlar olumsuz bir şekilde hızlanırdı. Eğer daha az olsaydı yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde yavaşlardı. Karbondioksit ve su oranı daha fazla olsaydı atmosfer daha fazla ısınırdı, daha az olsaydı atmosferin ısısı düşerdi. Ozon tabakasının kalınlığı daha fazla olsaydı yeryüzü ısısı çok düşerdi, eğer daha az olsaydı yeryüzü aşırı ısınır güneşten gelen zararlı ultraviyole ışınlarına karşı bir koruma kalmazdı.

 

Sismik (deprem) hareketleri: Eğer fazla olsaydı canlılar için sürekli bir yıkım olurdu. Eğer daha az olsaydı Okyanus zeminindeki besinler suya karışmaz, okyanus ve deniz yaşamı, dolayısıyla bütün dünya canlıları olumsuz etkilenirdi.

 

Dünya'nın ekseninin eğikliği: Dünyanın ekseni yörüngesine 23 derecelik bir açı ile eğim yapıyor. Mevsimler bu eğim sayesinde oluşuyor. Bu eğim şimdiki değerinden daha fazla ya da daha az olsaydı, mevsimler arasındaki sıcaklık farkı aşırı boyutlara ulaşacağından yeryüzü üzerinde dayanılmaz sıcaklıkta yazlar ve aşırı soğuk kışlar yaşanırdı.

Ay ile Dünya arasındaki mesafe: Biraz daha yakın olsaydı ay dünyaya çarpardı. Eğer biraz daha uzak olsaydı ay uzayda kaybolup giderdi. Eğer dünya – ay mesafesi daha az olsaydı, ayın dünya üzerindeki meydana getirdiği gelgitler tehlikeli boyutlarda büyürdü. Okyanus dalgaları kıtaların alçak yerlerini kaplardı. Bunun sonucunda ortaya çıkan sürtünme okyanusların ısısını artırırdı ve dünyada yaşam için gerekli olan hassas ısı dengesi yok olurdu. Eğer biraz daha az uzakta olsaydı gelgit olayları azalırdı ve bu da okyanusların daha hareketsiz olmasına neden olurdu. Durgun su denizdeki hayatı tehlikeye sokar, bununla birlikte soluduğumuz havadaki oksijen oranı tehlikeye girerdi.

 

Dünyanın ısısı ve karbon temelli yaşam: Karbon elementi yaşam için gereklidir. Çünkü karbon aminoasit, nükleik asit ve proteinler gibi yaşam oluşturan temel organik moleküller için gerekli bir maddedir. Karbon elementinin varlığı belli sınırlarda kalan sıcaklığa bağlıdır. Bunun içinde mevcut sıcaklığın en az -20 derece en çok artı 120 derece olması gerekmektedir. Nitekim dünyanın ısısı da tam bu aralıktadır.

 

Burada sayılanlar dünyada yaşamın oluşabilmesi ve canlılığın devam edebilmesi için gereken son derece hassas dengelerden sadece bir kaçıdır. Sadece  burada sayılanlar bile, evrenin ve dünyanın tesadüfler sonucunda rastgele olayların ardı ardına dizilmesiyle oluşamayacağını kesin olarak ortaya koymak için yeterlidir. 20. yüzyılda kullanılmaya başlanan “ince ayar” kavramı, Kuran'da yüzyıllarca yıl evvelinden bildirilen uyum ve ölçü ile yaratılışı tasdik etmektedir.

 

Genişleyen Evren

Göğü gücümüzle biz kurduk. Şüphesiz Biz onu genişleticiyiz.” (Zariyat, 51/47)

Bu ayet-i kerimedeki “musiûn” kelimesi “vüs’un” kelimesinden türetilmiştir ve anlamı “infaka muktedir” demektir. Rağıb el İsfahani’nin “Müfredat” adlı eserinde ayetteki “inna le musi’une” ifadesi şöyle tevil edilmiştir: “Şüphesiz Biz genişleticiyiz.” Ayette geçen “Sema” (Gök) kelimesi Evren anlamında kullanılmaktadır.

20. yüzyılın başlarına kadar bilim, evrenin durağan, sabit bir yapıya sahip olduğunu düşünüyordu. Ancak 20. yüzyılın başlarından itibaren Evren’in sürekli hareket ve genişleme halinde olduğu tespit edildi. 1929'da Edwin Hubble, teleskopla yaptığı gözlemler sırasında yıldızların ve galaksilerin birbirlerinden uzaklaşmakta olduklarını tespit etti. Bu ise evrenin genişlemesi demekti. Bu tespit daha sonraları da teyit edildi. Bugün Hubble Teorisi diye kabul gören bir gerçektir.

Müspet bilim yüzlerce yıl evrenin sabit bir yapıya sahip olduğunu zannederken ve bu zan 19. yüzyıl materyalizmin önemli bir temel ilkesi olarak ifade edilmişken, Kur'an 14 asır önce evrenin genişlediğini bildirmektedir. Bu Kur'an'ın bir mucizesidir.

 

Güneş ve Ay

Üstünüzde yedi kat sağlam gökyüzünü bina ettik. Isı ve parlak ışık veren bir kandil (Güneş) yarattık.” (Nebe, 78/12,13)

Ayı onlar için de bir nur, güneşi de bir kandil yapmıştır.” (Nuh, 71/16)

“Nur” kelimesi İsfahani’nin kitabında “görmeye yardım eden, yayılmış ziya, ışık” olarak ifade edilir. “Sirac” kelimesi ise aynı kitapta, “bir fitil veya yağ aracılığı ile parlayan, parıldayan veya ışık saçan şey (çerag, kandil veya lamba) olarak ifade edilir.

Güneş, güneş sistemimizdeki tek ısı ve ışık yayan kaynaktır. Ay ise güneşten aldığı ışığı yansıtıcıdır. Bu iki gök cismi “yayıcı” ve “yansıtıcı” özellikleri bundan 14 asır önce Kur'an'da ifade edilmiştir. Bu gerçeği ise insanlar ancak kozmoloji ve astrofiziğin gelişmesi ile anlayabilmişlerdir. Bu gerçek Kur'an'ın bilimsel bir mucizesidir.

 

Güneş ve Ayın Hareketleri

Geceyi gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Bunların her biri kendi yörüngelerinde dolaşmaktadır.” (Enbiya, 21/33)

Güneş de bir delildir ki kendi yolunda akıp gidiyor. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir. Aya gelince, ona menziller tayin ettik. Nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi yay haline dönüşür.” (Yasin, 36/38,39)

O gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıyor. Güneşi ve ayı emrine vermiş, her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir. İyi bil ki çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan ancak O’dur.” (Zümer, 39/5)

Bu ayetlere göre güneş ve ay kendi yörüngelerinde hareket etmektedirler. Bu hareketler yukarıdaki ayetlerde “yörüngelerinde yüzerler” ile ifade edilmektedir. Yüzme olayı ancak bir ortam içinde olur, boşlukta olmaz. Dolayısıyla bu ifade evrende boşluk olmadığı ve her yerin bir madde ile dolu olduğu ifade edilmektedir. Bu maddeye fizikte “Eser” denilmektedir. Oysa daha önce evrende boşluklar olduğu düşünülmüştür. Ancak sonradan böyle olmadığını astrofizikçiler tespit ettiler. Bu gerçek ise Kur'an'da 14 asır önce haber verilmektedir.

Yukarıdaki ayetlerde güneşin kendi yörüngesinde akıp gittiği ifade ediliyor. Yani kendisi için tespit edilmiş bir kararlı yere doğru gittiği ifade edilmektedir. Bu gerçek 20. yüzyılda kozmolojide tespit edilmiş ve güneş, sistemindeki diğer gezegenler ile -dünyada dahil- birlikte “Solar Apex” adı verilen bir yörünge boyunca Vega yıldızına doğru saatte 720.000 kilometrelik bir hızla hareket halindedir. Bu tespit Kur'an'ın bir mucizesini göstermektedir.

 

Dünyanın Yapısı

O gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıyor. Güneşi ve ayı emrine vermiş, her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir. İyi bil ki çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan ancak O’dur.” (Zümer, 39/5)

Bu ayetteki üzerine sarıyor şeklinde geçen ifade “tekvir” kelimesi ile ifade edilmektedir. Tekvir kelimesi, yuvarlak bir cisim üzerine bir cismi sarmak şeklinde anlam kazanmaktadır. Gece ile gündüzün birbirlerini sarıp örtmeleri şeklinde tasvir edilen durum ise ancak dünyanın yuvarlak olması halinde mümkündür. Başka türlü düşünülemez.

Kur'an inzal edildiğinde, 7. yüzyılda, insanlar Batlamyus’a ait olan teoriye inanırlardı. Buna göre dünya tepsi gibi dümdüzdü. O zamanda Kur'an gerçeği ifade ediyordu. Fakat insanların bunu görmesi ancak Galileo, Kepler gibi ilim adamlarının çalışmalarıyla ancak 17. asırda mümkün olmuştur. İslam ve Kur’an’ı küçümseyenlerin bunu bilmeleri gerekir. Gerçek bilim adamı bunu teslim etmelidir.

(Zariyat, 51/30) ayetinde, “Ondan sonra da yerküreyi döşedi” ifade edilmektedir. Buradaki döşedi ifadesi, bu ayetteki “dehâ” kelimesinin tercümesidir. Bu ayetin Müfredat’taki manası şöyledir: “Arzı, yeri ârâmgahından, berkarar, yerleşik veya sabit olduğu yerinden izole etti, ayırdı ve uzaklaştırdı.” Böylece yer, canlı yaşama uygun hale getirildi demektir. Devekuşu yumurtası bu kelimeden türetilmiş olduğundan, dünyanın deve kuşu yumurtasına benzer bir form verildiğini ifade eder. Bütün canlı yumurtaları içinde küreye en çok benzeyen form devekuşu yumurtasıdır. Bugün dünya yapısının da tam küre olmayıp, ona yakın bir yapıda olduğu anlaşılmıştır. Bu durum Kur'an'da 14 asır önce bildirilmiştir.

(Neml, 27/88) ayeti dünyanın döndüğünü haber vermektedir. Ayrıca dönme yönünün bulutların yürüme yönünde olduğu bildirilmektedir. Bu yön batıdan doğuya doğrudur. Yeryüzünün yaklaşık 3500-4000 metre üzerinde bulunan ana bulut kümelerinin dönüş yönü, hava şartlarından bağımsız olarak daima batıdan doğuya doğrudur. Bu ana bulut kümelerinin sabit bir biçimde batıdan doğuya hareket etmelerinin nedeni ise dünyanın dönüş yönünün bu doğrultuda olması sebebiyledir. Bu gerçek Kur'an mucizelerinden biridir. Bu bilgiler milattan sonra 7. yüzyılda insanların bilemeyeceği bir şeydir. Dolayısıyla bu gerçek, oryantalistlerin iddialarının aksine, Kur'an'ın peygamber tarafından yazılmış değil, Allah Teâlâ tarafından indirilmiş olduğunu ispat eder.

 

Gökyüzü Korunmuş Bir Tavandır

“Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Kafirler ise gökyüzünün alametlerinden yüz çeviriyorlar.” (Enbiya, 21/32)

Bu ayete göre gökyüzü koruyucu özellikler taşımaktadır. Bugün için bilinenlere göre bu koruyuculuğu şöyle ifade edebiliriz:

1) Dünyaya yaklaşan göktaşlarının parçalanıp yok edilmesi,

2) Uzaydan gelen zararlı ışınların filtre edilmesi ile zararsız olanların (görünür ışık, kızılötesi ışınlar ve radyo dalgaları gibi) geçişine izin verilmesi,

3) Güneşten gelen ultraviyole ışınlarından sadece fotosentez için gerekli olan miktarın geçirilmesi, zararlı olan büyük bir bölümünde ozon tabakası tarafından engellenmesi,

4) Uzayın yaklaşık -270°C lık dondurucu soğuğundan dünyayı koruması.

Atmosferin dıştan kuşatan ve dünyanın manyetik alanının bir ürünü olan “Van Allen Kuşakları” isimli bir tabaka da, güneşte sık sık yaşanan enerji patlamalarının yıkıcı etkisine karşı görev yapan bir zırhtır. Örneğin yakın geçmişte yaşanan ve Hiroşima'ya atılan nükleer bombanın 100 milyar  katı etkisinde olan bir enerji patlaması sırasında, güneşten gelen sıcaklık atmosferin 250 kilometre dışında 2500°C ya kadar yükselmiş ve bu durum dünyaya hiçbir şekilde etki etmemiştir. Bunun nedeni Van Allen kuşaklarının koruyucu olmasıdır.

Andolsun o geri döndüren (dönüşlü) göğe.” (Tarık, 86/11)

Bu ayette gökyüzünün “rec’i/geri döndürür” özelliğine yemin edilmektedir. Bu geri döndürmelerin ne olduğu bugün için kısmen bilinmektedir. Atmosferi oluşturan yedi tabakadan her biri dünyada ve dünya dışından gelen bazı etkileri geri döndürerek dünyayı ve onun üzerindeki canlı yaşamı korumaktadır. Örneğin:

1) 13-15 kilometre yükseklikte bulunan troposfer, yeryüzünden yükselen su buharını yoğunlaştırarak yağmur olarak geri dönmesini sağlar.

2) 25 kilometre yükseklikte yer alan stratosferin alt tabakası olan ozonosfer, uzaydan gelen radyasyon ve zararlı ultraviyole ışınlarını geri döndürür.

3) İyanosfer, yeryüzünden gelen radyo dalgalarını geriye yansıtarak telsiz radyo, televizyon iletişimini mümkün kılar.

4) Manyetosfer güneşten ve başka yıldızlardan gelen radyoaktif parçacıkları uzaya geri gönderir.

Bugün için belki bilmediğimiz daha birçok geri çevirme işleri vardır. Çünkü ayetin hükmü çok geniştir. Bu bilgiler 14 asır önce bilinmiyordu, ama bunları Kur’an insanlara haber veriyordu. İşte bunlar Kur’an’ın mucizeleridir.

 

Sabit Dağların Hikmeti

Yeryüzünde insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yarattık. Rahat gidebilsinler diye dağların aralarında geniş yollar var ettik.” (Enbiya, 21/31)
Biz yeryüzünü bir beşik yapmadık mı? Dağları da birer kazık kılmadık mı?” (Nebe, 78/6,7)

Bu ayetler dağların dünya yapısındaki jeolojik işlevlerine işaret etmektedir. Bugün bilindiği üzere dağlar, “dağ kökü” denilen uzantılarıyla, kendi boylarının 10-15 katı oranında yerin altına doğru uzanarak, yer kabuğunun sabitlenmesini sağlar. Ayette anlatılan da budur. Kazık gibi olan dağların vasıtasıyla yeryüzünün manto tabakası sabit bir hale getirilmektedir. Eğer bu dağlar olmasa, yer kabuğundaki hareketler daha şiddetli olurdu. Yani çok sık ve çok şiddetli depremler olur, yeryüzünde canlı yaşamı mümkün olmazdı.

Ayrıca dünya üzerinde uzanan dağlar, dünya küresinin eylemsizlik momentini artırdığı için dönme hızını yavaşlatır. Böylece dünya dönerken sarsılmaması temin edilmiş olur. Dünya kendi ekseni etrafında dönmesi gece ve gündüzün oluşması için gereklidir. Gece ve gündüz oluşumu ise canlılar için hayatı önemi haizdir. Bunların faydaları Kur'an'da bir çok ayette dile getirilmiştir. Ancak bu dönme sırasında dünya sarsılsaydı üstünde yaşamak ve yürümek mümkün olmazdı. Bunu engellemek için dağlar yükseltilmiştir. Böylece dünyanın atalet momenti büyümüş, bunun sonunda dünyanın açısal hızı azalmıştır. Bu da dünyanın daha yavaş dönmesine neden olmuş ve sarsılma engellenmiştir. Böyle hassas bir denge Allah Teâlâ'nın İlim ve Kudretinin bir göstergesidir. Diğer bir değişle Kur'an'ın bir mucizesidir.

 

Demirin Semadan İndirilmesi

Biz demiri de indirdik ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır.” (Hadid, 57/25)

Bugünkü müspet bilimin bilgilerine göre demir madeni dünyada oluşmamış dış uzaydaki dev yıldızlardan gelmiştir. Bunun nedeni dünyada veya diğer gezegenlerde demirin oluşması için gerekli ısının güneş tarafından sağlanamamasıdır. Demir güneşten daha büyük yıldızlarda birkaç yüz milyon dereceye varan sıcaklıklarda oluşabilmektedir. Nova veya süpernova olarak bilinen bu yıldızlardaki demir miktarı belli bir oranı aşınca, artık yıldız bunu taşıyamaz ve patlar. Böylece demir uzaya yayılır ve dünya gibi gezegenlere indirilir. Dünya insanların yaşaması için düzenlendiği zaman, demir de uzaydan yeryüzüne Allah tarafından indirilmiştir. Çünkü yeryüzünde oluşan elementler arasında demir yoktu ve ayrıca demir insanlar için çok gerekli ve önemli bir maddedir.

İçinde demirden bahsedilen Hadid (Demir) suresi ilginç hikmetler içermektedir. El Hadid Kur'an'ın 57. Suresidir. El Hadid kelimesinin ebced hesabına göre değeri 57 dir. Hadid (demir) kelimesinin ebced hesabına göre sayısal değeri 26 dır. 26 aynı zamanda demirin atom numarasıdır. Bütün bunlar tesadüfi değildir. Her şey bir hikmetle yaratılmıştır. Ancak bu hikmetler bilinmemektedir. Müslümanlar bu hikmetlerin varlığına inanırlar. Demirin macerasının Kur’an'da bildirilmiş olması ve kelime olarak gösterdiği hikmetler birer mucizedir.

 

Yağmurun Oluşması

 

Allah O’dur ki, rüzgarları gönderir de bir bulut savururlar. Derken onu gökyüzünde nasıl dilerse öyle serer, parça parça da eder. Derken yağmuru görürsün, aralarından çıkar. Derken onu kullarından kimlere diliyorsa döküverdi mi derhal yüzleri güler.” (Rum, 30/48)

Yağmurun oluşumunu insanlar bugün ancak teknolojik imkanlarla keşif edebilmektedir. Elde edilen sonuçlar yukarıdaki ayetin ifadesi ile aynıdır. Allah Teâlâ, yağmurun oluşumunu bize 14 asır önce bildirmektedir. Yukarıdaki ayete göre yağmur oluşması için şu süreçler izlenmektedir:

 1) “O Allah ki, rüzgarları gönderir”: Denizlerdeki köpüklenme ile oluşan sayısız hava kabarcığı sürekli olarak ortaya çıkmakta ve su zerreleri sürekli olarak gökyüzüne fırlatılmaktadır. Bu zerreler tuzca zengindir. Bu zerreler rüzgarlarla taşınarak atmosferde yukarılara doğru yol alırlar. Aerosol denilen bu küçük parçacıklar “su tuzağı” denilen bir mekanizma ile, denizden ısınma ile yükselen su buharını kendi etrafında minik damlalar halinde toplarlar ve böylece bulut damlaları oluşturulur.

2) “… bunlar da bulutu kaldırır. Derken Allah onu dilediği gibi gökte yayar ve parça parça eder…”:  Tuz kristallerinin ve havadaki toz zerrelerinin etrafında yoğunlaşan su buharı bulutları oluşturur. Bunlar içindeki su damlacıkları çok küçüktür (0,01-0,02 milimetre çapında). Dolayısıyla havada asılı kalırlar ve yayılırlar. Böylece gökyüzü bulutlarla kaplanır.

3) “… Nihayet arasından yağmurun çıktığını görürsün…”:  Söz konusu su parçacıkları iyice yoğunlaşırlar ve yağmur damlaları oluştururlar. Yağmur damlaları havadan daha ağır oldukları için buluttan ayrılarak yağmur olarak yere düşerler.

Bu konuda başka bir ayette de şöyle buyurulmaktadır:

Görmez misin ki Allah bulutları dilediği yere sürüklüyor, sonra onları bir araya getirip üst üste yığıyor. İşte görüyorsun ki bunlar arasında yağmur çıkıyor. O gökten, sanki oradaki dağlardan da dolu indirir. Artık onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu uzak tutar, bu bulutlardan çıkan şimşeğin parıltısı neredeyse gözleri alır.” (Nur, 24/43)

Bu konuda müspet bilim adamlarının yağmurun oluşumu ile ilgili elde ettikleri sonuçlara göre, yağmurun bulutları belirli bir sistem ve aşamalarda oluşmakta ve şekillenmektedir.  Kümülonimbus türü bulutların oluşumunun aşamaları şöyle tespit edilmiştir:

1. Aşama, Sürülme: Bulutların rüzgarlar tarafından bulundukları yerden itilerek sürüklenmesi,

2. Aşama, Birleşme: Rüzgar tarafından itilerek sürülen küçük boyuttaki bulutlar (kümülonimbus) sürüklendikleri yerde birleşip yeni büyük bulutlar oluşturmaları,

3. Aşama, Yığılma: Küçük bulutlar birleştikten sonra büyük bulutun içindeki yukarı çekiş kuvveti artar. Bulutun merkezindeki yukarı doğru olan çekim kuvveti, kenarlardaki çekişten daha güçlüdür. Yukarı çekişler nedeniyle bulutun gövdesi dikey olarak büyür. Böylece bulutlar yukarı doğru güçlenerek üst üste yığılmış olurlar. Bu durumda, dikey olarak büyüyen bulutun gövdesi atmosferin daha serin yerlerine doğru uzanmış olur. Burada atmosferin serin bölgelerindeki bulutta su ve dolu tanecikleri büyümeye başlar. Yukarı çekiş gücü su ve dolu taneciklerinin ağırlığını karşılayamayınca bulutlardan yağmur, dolu vs şeklinde düşmeye başlarlar.

Yağmurun bugünkü bilimsel açıklaması 1400 yıl evvelki Kur'an'ın açıklaması ile aynıdır. Bu nasıl mükemmel bir mucizedir!

 

Denizlerin Birbirine Karışmaması

Acı ve tatlı su bulunduran iki denizi salıverdi. Birbirine kavuşuyorlar, fakat aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.” (Rahman, 55/19,20)
Yukarıdaki ayetlerde bildirilen özellik okyanus bilimcileri tarafından çok yakın bir zamanda keşfedilmiştir. Ünlü Fransız bilim adamı kaptan Cousteau, denizlerdeki bu açıklanan su engelleri ile ilgili yaptığı araştırmaların sonucunu şöyle anlatmaktadır:

“Bazı araştırmacıların farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair ileri sürdükleri görüşleri inceliyorduk. Çalışmalar sonucunda gördü ki Akdeniz'in kendine has tuzluluğu ve yoğunluğu var, ayrıca kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas okyanusundaki su kütlesini inceledik ve Akdeniz'den tamamen farklı olduğunu gördük. Bu iki deniz birbirine yakın kısımlarda bile ayrı özelliklere sahiptirler. Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına birleşme noktasında bulunan harika bir su perdesi engel oluyordu. Aynı türden bir su engeli 1962 yılında Alman bilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıl Deniz’in birleştiği yerde Mendep Boğazı’nda da bulunmuştu. Daha sonraki incelemelerimizde farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı engelin bulunduğuna tanıklık ettik.”

“Yüzey gerilimi” adı verilen fiziksel özelliğin sonucu olarak denizler birbirleriyle karışmıyorlar. Komşu denizlerin yoğunluk ve tuz oranının birbirinden farklı oluşu buna neden olmakta. Aslında su birbiriyle çok kolay karışan bir maddedir. Fakat Allah Teâlâ koyduğu kanunlarla bu iki su çeşidinin karışmamasını sağlayarak her iki denizdeki canlıların çeşitliliği sağlanmaktadır. Dışarıdan bakıldığında algılanamayan ve suyun özellikleri ile ters gibi görünen bu gerçek ilk defa Kur'an-ı Kerim'de denizlerle hiçbir ilgisi olmayan insanlara açıklanmıştır. Bu Kur'an-ı Kerim'in bir mucizesidir.

 

Sütün Oluşumu

Şüphesiz ki sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Size onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından gelen, içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içiriyoruz.” (Nahl, 16/66)


Biyolojiden biliyoruz ki vücudun beslenmesini sağlayan temel maddeler sindirim sisteminde kimyasal dönüşümler sonucunda oluşmakta, sindirilen bu besin maddeleri de daha sonra bağırsak duvarından kan damarlarına geçmekte, böylelikle bu besinler kan dolaşımı sayesinde ilgili hücrelere sevk edilmiş olmaktadır. Süt bezleri de diğer vücut dokuları gibi kan yoluyla kendilerine getirilen sindirilmiş gıdalarla beslenirler. Bu nedenle kan gıdaların hücrelere ulaşmasında son derece önemlidir. Süt te, tüm bu aşamalardan sonra süt bezleri tarafından salgılanır ve sindirilmiş besinin kan dolaşımı ile taşınması sonucunda oluştuğu için besin değeri de oldukça yüksektir. Böylece insanların doğrudan üretemeyeceği  kan ve yarı sindirilmiş besinden içilir nitelikte besleyici süt üretilmiş olur.

Nahl suresinin yukarıdaki ayetinde sütün biyolojik oluşumu ile ilgili bilgi verilmektedir. Bu verilen bilgiler bugünkü müspet bilimcilerin bulduğu bilgiler ile büyük bir uyum içerisindedir. Böyle bir bilginin 14 asır önce insanlara bildirilmesi Kur'an-ı Kerim'in gösterdiği bir mucizedir.

 

İnsanın Yaratılışı

Sizi Biz yarattık inanmanız gerekmez mi? Bana söyleyin öyleyse (rahimlere) döktüğünüz meniyi. Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan Biz miyiz?” (Vakıa, 56/57,58,59)

Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık, onu imtihan ediyoruz. Bu yüzden onu işitici ve görücü yaptık.” (İnsan, 76/2)

“Her şeyin yaratılışını güzel yapan O’dur ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır, sonra onun zürriyetini süzülmüş bir özden, hakir bir sudan yaratmıştır.” (Secde, 32/78)

Şüphesiz o rahme atıldığı zaman nutfeden erkek ve dişi iki çifti yarattı.”(Necm,53/45,46)

İnsan akıtılan meniden bir sperm değil miydi? Sonra o bir alak (embriyo) oldu, derken Rabbin onu biçime koydu ve şekil verdi. Ondan iki cinsi, erkek ve dişiyi var etti.” (Kıyamet, 75/37,38,39)
Sonra spermi bir alaka (döllenmiş yumurta) yaptık. Alakayı mudğaya (et parçası) çevirdik. Mudğayı da kemiklere döndürdük. Kemikleri et ile kapladık. Sonunda onu başka bir yaratık olarak meydana getirdik. Yaratanların en güzeli olan Allah pek uludur.” (Müminun, 23/14)

Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışa çeşitli sayfalardan geçirerek yaratıyor. İşte bu Rabbiniz Allah'tır, mülk O’nundur. O’ndan başka Tanrı yoktur.” (Zümer, 39/6)

Sizin için kulakları, gözleri ve kalpleri yaratan O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz?” (Müminun, 23/78)

Siz hiçbir şey bilmezken, Allah sizi analarınızın karnından çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl, 16/78)

Yukarıdaki ayetler insanın yaratılışındaki mucizevi yönleri anlatmaktadır. Ancak bu bilgiler arasında öyleleri vardır ki bunlar 7. yüzyılda yaşayan insanların asla bilemeyecekleri detaylardır. Bu bilgilere göre insan, meni sıvısının tamamından değil, aksine çok küçük bir parçasından, spermden yaratılmıştır. Spermler yumurtaya ulaşana kadar annenin vücudunda bir yolculuk geçirirler. Bu yolculukta 250 milyon spermden ancak 1000 kadarı yumurtaya ulaşmayı başarır. 5 dakika sonra sona erecek bir yarışın sonunda yarım tuz tanesi büyüklüğündeki yumurta, spermlerden yalnızca birini kabul eder. Yani insanın özü meninin tamamı değil ondan küçük bir parçadır.
Erkekten gelen sperm ve kadındaki yumurta birleştiğinde doğacak bebeğin ilk özü oluşmuş olur. Biyolojide buna zigot denir. Bu bir tek hücre olup hiç zaman yitirmeden bölünerek çoğalacak ve giderek küçük bir et parçası haline gelecektir. Ancak zigot bu büyümesini rahim duvarına asılarak yapar. Sahip olduğu uzantılar sayesinde toprağa yapışan kökler gibi buraya yapışırlar. Bu bağlanma  sayesinde gelişimi için ihtiyaç duyduğu maddeleri annenin vücudundan emebilirler. İşte burada çok önemli bir Kur'an mucizesi ortaya çıkmaktadır. Çünkü ayetlerde bahsedilen alak kelimesinin arapçadaki anlamı bir yere asılıp tutunan şey demektir.

Kur'an ayetlerinde haber verilen bir diğer önemli bilgi ise, insanın anne rahminde oluşan aşamalıdır. Ayetlerde anne karnında önce kemiklerin oluştuğu, daha sonra kasların ortaya çıkarak bu kemikleri örttüğünü haber verilmiştir. Anne karnındaki gelişimi inceleyen bilim dalı olan embriyoloji, yakın zamana kadar kemiklerle kasların birlikte ortaya çıkıp geliştiklerini sanıyordu. Ancak gelişen teknoloji sayesinde yapılan daha ileri mikroskobik incelemeler ile Kuran'da bildirilenlerin eksiksiz bir şekilde doğru olduğu ortaya konulmuştur.

Kur'an'da insanın anne karnında üç aşamalı bir yaratılışla yaratıldığı bildirilmektedir. Bu “üç karanlık içinde” ifadesinin anlamı embriyonun gelişimi sırasında bulunduğu üç karanlık bölgeye işaret etmektedir. Bu bölgeler batın karanlığı, rahim karanlığı, dölyatağı karanlığıdır. Görüldüğü gibi bugünkü biyoloji bu gerçeği daha yeni tespit etmiştir.
İnsanların organlarının da hangi sıra ile yaratıldığı gene ayetlerden anlaşılmaktadır. Bu sıraya göre önce duyma, sonra görme ve hissetme ve anlama gelmektedir. Gerçekten embriyolog Dr. Keith Moore, “Journal of Islamic Medical Association” da yayınlanan bir makalesinde, embriyonun gelişim sürecinde iç kulakların ilk halinin belirlenmesinden sonra gözün oluşmaya başladığını ifade etmektedir. Hissetme ve anlama merkezi olan beynin ise, kulak ve gözün ardından gelişimine başlandığı söylenmektedir.

Anne karnındaki çocuk embriyo halindeyken, hamileliğin 22. günü gibi erken bir dönemde kulaklar gelişir ve hamileliğin 4. ayında kulak tam olarak fonksiyonel hale gelir. Çocuk bundan sonra annenin karnındaki sesleri duyabilir hale gelir. Dolayısıyla yeni doğan bir bebek için işitme duyusu diğer yaşamsal fonksiyonlardan önce oluşur. Kur'an ayetlerinde belirtilen bu sıra bu bakımdan dikkat çekicidir.
Allah Teala'nın 1400 sene evvel Kuran'da bildirdiği fizyolojik değişimlerinin tespiti ise bugün ancak pek çok teknolojik alet sayesinde mümkün olmaktadır. Bu ise Kur'an'ın nasıl mucizevi bir kitap olduğunun delilidir.

 

Canlıların Sudan Yaratılışı

Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür ve kimi de dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye gücü yetendir.” (Nur, 24/45)

“O hakir sudan bir insan yaratıp ona bir nesep bahşeden ve sıhriyet bağı ile akraba yapan O’dur. Rabbinin her şeye gücü yeter.” (Furkan, 25/54)

Bu ayetin ifadelerinden canlıların ve insanın yaratılışının mucizevi bir şekilde sudan olduğu açıkça görülmektedir. İnsanların bu bilgilere ulaşmaları ise yüzyıllar sonra mikroskobun icadı ile mümkün olabilmiştir. Bugün ansiklopedilerde şöyle ifadeler vardır: Su canlı maddenin en temel öğesidir. Canlı organizmaların ağırlığının % 50'si - % 90'ı sudur. Ayrıca biyoloji kitaplarında standart bir hayvan hücresinin sitoplazmasının da, hücrenin temel maddesi, yüzde seksen sudan oluşur. Sitoplazmanın analiz edilip incelenmesi Kur'an'ın indirilmesinden yüzyıllar sonra gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bugün bilim dünyasının kabul ettiği bu gerçek Kur'an'ın indirildiği dönemde bilinmesi mümkün değildi. Bu da, bu bilginin Kur'an'daki mucizevi bilgilerden biri olduğunu gösterir.

 

Parmak İzindeki Özellik

Evet, Biz onu parmak uçlarını bile derleyip eski haline getirmeye kadiriz.” (Kıyamet, 75/4)

İnsanların ayrıt edici bir özelliği parmak izindeki şekiller ve detaylardır. Bu şekil ve detaylar kişiye tamamen özeldir. Dünya üzerinde yaşayan ve tarih boyunca yaşamış olan tüm insanların parmak izleri birbirinden farklıdır. Hatta aynı DNA dizilimine sahip tek yumurta ikizlerin bile farklı parmak izleri vardır. Parmak izi doğumdan önce cenin üzerinde son şeklini alır ve kalıcı yara olması dışında ömür boyu sabit kalır. Bu nedenle parmak izi kişiye ait özel bir kimlik sayılmaktadır. Böylece parmak izi insanların kimliklerini tespit yöntemi olarak kullanılmaktadır. Ancak önemli olan parmak izinin bu özelliğinin ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiş olmasıdır. Ondan önce insanlar parmak izinin bu özelliklerini bilmiyordu. Fakat Kur'an bu özelliği 1400 yıl evvel insanlara haber vermekteydi. İşte mucize budur!

 

Günahkar Perçemindeki Hikmet

Hayır,Hayır! Eğer vazgeçmezse derhal onu perçeminden, o yalancı günahkar perçeminden yakalarız.” (Alak, 96/15,16)

Bu ayette geçen yalancı günahkar perçem/alın ifadesi son derece dikkat çekicidir. Çünkü son yıllarda yapılan araştırmalarda kafatasının ön alın bölgesinde beynin bazı faaliyetlerini yöneten bir bölümün olduğu bulunmuştur. Kur'an'da 1400 yıl önce dikkat çekilen bu bölge hakkında bilim adamları ancak son 60 yıl içinde açıklama getirebilmişlerdir. Kafatasının içine, başın ön kısmına bakıldığında beynin ön alın bölgesi görülecektir. Bu bölgenin fonksiyonları hakkında fizyoloji dalında yapılan araştırmalar, “Anatomi ve Fizyolojinin Esasları” isimli bir kitapta şu şekilde geçmektedir: “Hareketlerin motivasyonu, planlama öngörüsü ve başlatılması alın loblarının ön kısmı olan ön alın bölgesinde gerçekleşir. Burası çağrışım (birlik) korteksinin bir bölgesidir.” Kitapta bu bölge ile ilgili olarak ayrıca şunlar da ifade edilmektedir: “Hareketle olan ilgisi ile beraber, ön alın bölgesinin aynı zamanda saldırganlığın da fonksiyonel merkezi olduğu düşünülmektedir.”

Bu açıklamalar, beynin ön alın bölgesinin planlama, motivasyon ve iyi veya kötü hareketlerin başlatılması, yalan veya doğrunun söylenmesi ile ilgili faaliyetlerinin tümünü idare etmekte olduğunu ifade etmektedir. Yukarıdaki ayette geçen yalancı günahkar perçem/alın ifadesi ise, yukarıdaki bilim adamlarının tespit ettiği şey ile paralellik göstermektedir. Bilim adamları bunu son 60 yılda keşfettikleri bilinmektedir. Fakat Allah Teâlâ bunu 1400 yıl önce insanlara Kur'an-ı Kerim'de duyurmuştur. İşte mucize budur!

 

Kur’an’ın Stresi Azaltması

Biz Kur'an'ı müminlere rahmet ve şifa olsun diye indirdik. Zalimlerin de ancak zararını artırır.” (İsra, 17/82)

Kur'an'ın inananlara rahmet olması Kur'an'ın insan bedeni üzerinde etkisi olarak ortaya çıkar. Bu etki insan bedeni üzerindeki gerilimin (stresin) azaltılması, otonom sinir sisteminin düzenlenmesi olarak da algılanabilir. Bu konuda yapılan araştırmalar Kur'an'ın insandaki stresi azaltıcı tesirini açıkça ortaya koymaktadır. Florida eyaletinde yapılan bir çalışmada bu tesirler araştırılmıştır. Bu çalışma, yaşları 17 ile 40 arasında değişen kadın ve erkek gönüllüler arasında yapılmıştır. Bu gönüllerin hiçbiri Müslüman değildi ve Arapça bilmiyordu. Dinledikleri şeyi de ilk defa dinliyorlardı. Araştırmada kullanılan aletler özel olarak geliştirilmiş, insan bedenindeki anlık değişimleri algılayabilen aletlerdi. Bu sistem yardımıyla kayıt ve video gösterici işini gören bilgisayar, deri iletkenliği ve kas sinir aktivitesini ölçen, nefes alış hızını ve kalp temposunu ölçen, kan basıncını ve deri ısısını tespit eden sistemler, çok hassas ölçümler yapabilen aletlerle kendilerine Kur'an dinletilen gönüllerin vücutlarındaki değişiklikler gözleniyor, böylece Kur'an'ın insan bedeni üzerindeki fiziksel etkileri saptanmış oluyordu. Sonuç şaşırtıcı idi. Kur'an dinleyen gönüllerin % 97 sinde ki gerilimler azalmıştı. Bu Kur'an'ın insandaki stresi azaltan tesirini açıkça ortaya koymaktadır. Bu Kur'an'ın inananlara rahmetinin bir ispatı idi.

Diğer taraftan yapılan 210 deneyin 85 inde dinleyicilere Kur'an'la birlikte, okunuş olarak Kur'an'a benzetilmiş cümleler de dinletildi. Deneyler sırasında bu ikisi düzensiz olarak değiştiriliyordu. Böylece zaten Arapça bilmeyen gönüller ayrıca ne dinlediklerini de ayırt edemiyorlardı. Bunun sonucu yine hayret verici idi. Çünkü Kur'an ifadeleri gibi okunan metinler deneye tabi tutulan kişilerin % 35 inde stres azaltıcı etki yaparken, Kur'an ayetlerin okunması ile bu değer birden yükseliyordu. Kur'an ayetleri gibi tecvitli okunan metinlerin dahi insan üzerinde stres azaltıcı etkileri, Kur'an'ın şifa mucizesinin bir delilidir. Ayrıca şu da tespit edildi ki, Kur'an'ın cenneti ve mükafatı vaat edilen ayetler daha çok rahatlatıcı etkiye sahip oluyordu. Halbuki deneye katılan gönüllerden hiçbiri Arapça bilmiyordu. Buna göre Kur'an’ın kendisini anlayarak dinleyenlere çok daha etkili bir tesiri olacağı muhakkaktır.

Hiç Arapça bilmeyen insanların Kur'an dinlediklerinde rahatlamalarını, streslerinin azalmasını ne ile açıklayabiliriz? Merkezi ve otonom sinir sistemindeki bu rahatlamaya sebep olan faktör nedir? Bu araştırmaları yapan bilim adamı Dr. Ahmet el Kadi’ye göre elde edilen sonuçlar şunu göstermektedir ki, Kur'an stresin yol açtığı her türlü hastalığın tedavisinde kullanılabilir. Yine el Kadi’ye göre, bu buzdağının yanlızca görünen parçasıdır. Daha bilmediğimiz birçok  şifa ve rahmet etkisi olduğu muhakkaktır.

 

Duanın Şifa Kaynağı Olması

Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin kabul edeyim.” (Mümin, 40/60)

Zünnun’u da an. Hani kızarak çekip gitmişti de Bizim kendisini sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Sonunda karanlıklar içinde “Şüphesiz, Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben gerçekten zalimlerden oldum.” diye yalvardı. Biz de duasını kabul ederek kendisini sıkıntıdan kurtardık. İşte Biz inananları böyle kurtarırız.” (Enbiya, 21/87,88)

İnancın ve dua etmenin hastalar üzerinde önemli olumlu etkilerinin olduğu, tedavi sürecini hızlandırdığı insanların ve tıpçıların dikkatini çekmiştir. Bu nedenle hastalara dua etmeleri tavsiye edilmiştir. ABD'de yayınlayan Newsweek dergisinin 10 Kasım 2003 tarihli sayısında “Allah ve Sağlık: Din iyi bir ilaç mı? Bilim neden inanmaya başlıyor?” başlığı altında dinin iyileştirici etkisini konu yapmıştır. Bu makalede, Allah'a iman etmenin insanın moralini yükselttiği, hastalıklara karşı daha dirençli olmasını sağladığı belirtilmekte, dolayısıyla müspet bilimin de inançlı insanların hastalıkları daha kolay ve çabuk atlattığına inanmaya başladığını ifade etmektedir.  Newsweek’in  yaptığı bir ankete göre insanların % 72 si dua ederek hastalıklardan daha çabuk kurtulduklarına, duanın iyileşmeyi hızlandırdığına inanmaktadır.

Bazı gelişmiş ülkelerde yapılan araştırmalarda da, hastalar için dua etmenin hastaların rahatsızlık belirtilerini azalttığı ve iyileşme sürecini arttırdığı, hızlandırdığı sonucuna varılmıştır. Michigan Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya göre dindarlarda depresyon ve stres daha az görülürken, Chicago Rush Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya göre, düzenli olarak ibadet ve dua edenlerin erken ölüm oranı dine bağlı olmayanlara göre yüzde 25 daha az olarak tespit edilmiştir. Duke Üniversitesi'nin anjiyo operasyonu gerçekleştirilen 750 hasta üzerinde yaptığı bir başka araştırmada da, “duanın iyileştirici gücü” bilimsel olarak ispat edilmiştir. Dua okuyan kalp hastalarının ameliyattan sonraki birkaç yıl içinde ölüm oranlarının % 30 daha az olduğu tespit edilmiştir.

Haberiniz olsun ki kalpler ancak Allah'ı zikirle huzur bulur.” (Rad,13/28)

Şu özellik herkesçe bilinmektedir ki, inançlı insanlar başkalarına göre psikolojik ve fiziksel hastalıklara karşı çok daha dirençlidirler. Hastalandıklarında ise tedaviye olumlu cevap vermede çok daha yeteneklidirler. Bazı seküler psikologlar bu durumu psikolojik etki olarak açıklasalar da, bu inancın insanların moralini yükselttiği ve moralinin de sağlığa etki ettiği gerçeğini değiştirmez.

Allah'a olan inanç başka herhangi bir moral etkiden çok daha güçlüdür. Bu konuda yapılan ciddi araştırmalar, gerçekten inanç ile bedensel sağlık arasındaki ilişkiyi incelemiş ve bu konuda önemli sonuçlar elde edilmiştir. Dr. Herbert Benson şöyle demektedir: “Diğer hiçbir inancın Allah'a olan inanç gibi zihne huzur vermediği sonucuna varılmıştır.”

İman ile insan ruhu ve bedeni arasında böyle bir ilişkinin olması nedendir? Bunun nedeni yine seküler bir araştırmacı olan Benson’un tespitine göre şöyledir: “İnsan bedeni ve zihni Allah'a iman etmeye göre ayarlıdır.” Bu gerçek tıp dünyasında henüz yeni fark edilmeye başlamasına rağmen, bu gerçek Kur'an'da 1400 yıl evvel ayetlerle ifade edilmiştir. Yukarıdaki ayette ifade edilen bilgiye göre, Allah'a inanan, O’na dua eden, O’na güvenen insanlar diğerlerinden hem ruhsal hem fiziksel olarak daha sağlıklı olmakta ve yaratılışlarına uygun davranmaktadırlar. Buna mukabil insanın yaratılışına aykırı olan felsefe ve inançlar, insanlara hep acı ve üzüntü, sıkıntı ve bunalım getirmektedir. Bunları insanlar kendi hayatlarında da deneyerek görebilirler. Bütün bunlar Kur'an-ı Kerim'in nasıl  mucizeler içerdiğini göstermektedir.

 

Yorum ve Eleştirileriniz için:    oryanmh@gmail.com

Ana Sayfa       Yorumlar

 

 

Kur’an-ı Kerim’in

Bilimsel  Mucizeleri

Yayınlama Tarihi: 30.09.2020