Bir hadis-i şerife dayanarak şunları söyleyebiliriz: Allah’ın ilk yarattığı kalemdir; Allah’ın ilk yarattığı ruhtur; Allah’ın ilk yarattığı akıldır. Bunların üçü de doğrudur ve aynı şeydir. Allah Teâlâ ilk yarattığı kalemi ikiye ayırmış, bir parçası Ruh-ı Muhammed (sav), diğer parçası akıl olmuştur. Kalem, ruh ve akıl üç görünse de hepsi iki parçadan ibaret olan kalemdir. Allah Teâlâ, yed-i kudretiyle (kudret eli) mülk ve melekût aleminde istediği her şeyi bu kalem vasıtasıyla yazmıştır. Bu husus şu ayette ifade edilmektedir: “Nûn, kalem ve onunla yazılanlara and olsun.” (Kalem suresi, ayet 1)
Kalb’in Sırları Kalb kelimesi iki anlamda kullanılır. Birinci anlamı, insanın göğüs kısmının sol tarafında bulunan çam kozalağı şeklindeki bir et parçasıdır. Buna cismanî (maddî) kalb denir. Bununla beraber bir de rûhânî (manevî) kalb vardır. Manevi kalb, gözle görülmeyen rûhânî bir varlıktır. İnsanın hakikati ve özü bir manevî kalbtedir. İnsana yapılan hitaplara bu kalb muhataptır. Manevi kalbin maddi kalb ile bir ilgisi vardır. Bu ilgi konusunda İslam alimleri tarafından detaylı bir şey söylenmemiştir. Ancak manevi kalbin özellikleri ve halleri anlatılmıştır. Kuran ve hadislerde kalbten bahsedildiği zaman, kastedilen anlam, eşyanın hakikatinin insanın idrak ettiği yer olmasıdır ve bu da ruhani olan kalbtir. Ruhani kalbin bütün beden ile rabıtası vardır. Bu rabıta cismani kalb vasıtasıyladır. Manevi kalb, Allah’ın huzurunda durulacak yerdir; bedenin sultanı, Allah’ın esiridir; ilahi marifetin yazıldığı yerdir; insan ruhunun kaynağı ve onun bir adıdır. İnsan bedeni, duyu organları vasıtasıyla görünen alemi idrak eder. Kalb ise görünmeyen alemi idrak eder. Kalb, ilahi alemin özelliklerini görür, duyar, koklar ve tadar. Böylece ilahi sevginin lezzeti içine gömülür. Sufiler kalbi Arş’a, göğsü de Kursî’ye benzetmişlerdir. Buna göre kalb, arş ve rahmandır, Allah sevgisinden başkasını tanımaz. Böyle bir kalb, ârif ve kâmil insanın kalbidir ve cihan sultanıdır. Arş, büyük alemde rahmaniyet sıfatının ortaya çıktığı yerdir. Kalb te, küçük alemde ruhaniyet sıfatının ortaya çıktığı yerdir Ancak kalbte olup, arşta bulunmayan bir özellik ve şeref vardır. Bu şeref, kalbe ruhtan ulaşan feyizleri kabul etme konusunda kalbin şuurlu olmasıdır. Ruhun feyzi kalbe sıfatla ulaşır ve kalbe hayat, ilim ve akıl bağışlar, böylece kalb bunlarla idrak edebilir (anlayabilir) hale gelir. Et parçası olan cismani kalb hayvanlarda da bulunur. İnsandaki et parçasının hayvanlarda olmayan ruhani bir canı vardır. Bu can muhabbet nurundan olan safa makamındadır. Ancak her insanın kalbinde bu can bulunmaz. Bu nedenle şöyle buyurulmuştur. “Doğrusu bunda kalbi olana ders vardır.” (Kaf suresi, ayet 37). Ayette belirtilen kalbi taşıyan insanlar Allah’ın dostlarıdır. Kalb, Hakk’ın bütün sıfatlarının ortaya çıktığı yerdir. Hakk’ın sıfatları iki çeşittir: Kahır ve Lütûf sıfatları. Kalb bu iki sıfatın da mazharı (kabul ettiği yer) olduğundan Allah’ın İzzet’i kalbte bazen lütûf, bazen kahır sıfatıyla görünür. Kalb de, bu iki sıfatın ortaya çıkışından meydana gelen tasarruf ve değişmelere tabi olur. Bu hususa şu hadis işaret etmektedir: “Müminin kalbi Rahman’ın parmakları arasındadır, istediği tarafa çevirir.” Kalbin beş hissi olan görme, duyma, tatma, koklama, rabıta bir kimsede sağlam ve sağlıklı olursa, o kimse kalbinin ve bedeninin kurtuluşunu temin etmiş olur. Eğer bir kimsenin kalbinde bu hisler sağlam değilse, kalb bozulur ve bütün bedenin helâk olmasına neden olur. “Ancak Allah’a temiz bir kalble gelenler o günde (kurtuluşa erer.)” (Şura suresi, ayet 89). “Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalbler kör olur.” (Hac suresi, ayet 46) Bir hadis-i şerifte şunlar ifade edilmektedir: “İnsan kalbi ıslah olursa (iyileşirse) bütün beden ıslah olur; bozulursa bütün beden bozulur.” Buna göre ruhani kalbin ıslahı vücut sağlığı için düşünülen her şeyden daha önemlidir. Kalbin ıslahı, onun kötü vasıflardan arınması ve güzel vasıflarla bezenmesidir. Bunu temin etmek için, Hz. Peygamber’in (sav) sünnetleriyle hareket ve ahlâkının yolundan gitmek gereklidir. Ancak bu şekilde, O’nun güzel ahlâkıyla ahlâklanarak, dünya ve ahiret mutluluğuna erişmek mümkündür. Cismani kalb bir et parçası olmakla birlikte, onun içi ilahi bir makamdadır. Çünkü onun içinde ruhani kalb varır. Bu makam Allah’ın bilme ve sevme makamıdır. Manevi kalbin büyüklüğü, şanı ve fazileti bu özelliğinden dolayıdır. İrfan ehlinin kalbi, Allah Teâlâ’nın feyiz ve cömertliğinin yeşerip geliştiği bir manevi bahçedir. O, ilahi güzelliği yansıtan bir aynadır. Allah’ın ilim ve irfanının bir hazinesi ve lütûf ve ihsanının bir denizidir. Kalb Allah’ın evidir. Bunu bilen insan gönlünü (kalbini) zikir ve ibadetle parlatır. Bu parlaklık sayesinde, onda ilahi nurun yansımasını ve Allah’ın ilmi, aşkı ve sevgisiyle dolup taşmasını sağlar. Eğer kalb aynası cilalı olursa, onda ilahi nurlar ve sırlar ortaya çıkar. Eğer insan kalbini öfke, şehvet, gaflet ve dünya sevgisi ile doldurursa, kalbi kararır. Kararan kalb ilahi nur ve feyize kapalı olur. Kalbi bu kararmaktan kurtarmak için, insanın gerçek bir ilim sahibi olması ve şeriata bağlı kalması gerekir. Zühd, takva, zikir, taat, murakebe ve tefekkür ile kalb cilalanır ve parlar. Böyle bir kalb sahibi kâmil bir kişidir. Böyle kâmil bir kişinin nefsi kırık, kalbi Allah’ın gayrısından temizlenmiş ve yalnız O’nun sevgisiyle dolmuştur. O kalb, yalnız Allah’a aittir. O kalb evinde yalnız Allah aşkı ve sevgisi yaşar. O’nun dışındakiler oraya giremez. İnsan kalbinin melekler gibi kudreti ve tasarruf gücü vardır. Gönlünü kötü şeylerden temizleyen ve güzel ahlâk ile dolduran insan, melekler gibi başkalarına etki etme gücüne kavuşur. Mesela, hastaya baksa hasta iyileşir; sağlıklı bir insana nazar etse o insanı hasta yapabilir. Buna ait menkıbeler birçok Allah dostları için anlatılmaktadır. Eğer bir kimse melek huylu ise ve halkı Hakk yoluna çağırıyorsa nebidir. Eğer kendisini Hakk yoluna vermiş ve daima onunla meşgul oluyorsa velidir. Bu kimseler, Allah’ın kendilerine verdiği kudret ve izinle, diğer insanlar ve toplumlar üzerinde tasarruf etme gücüne sahip olurlar. İşte bu insanlar kutuplardır. Tarikat büyüklerine göre, her kim bir kalbten kovulursa, bütün kalblerden kovulmuş olur. Her kim de bir kalbe kabul edilmişse bütün kalblere kabul edilmiştir. Tabii ki buradaki şart, kalbin gerçekten arınmış kalb olmasıdır. Bu nedenle, insanın kâmil bir mürşid bulup onun kalbine kabul edilmeye çalışması gerekir. Allah’ı bilmek demek olan marifete dair bütün meyveler kalbte ortaya çıkar. Marifetin kemâlatından ilk payı kalb alır, daha sonra bedenin diğer uzuvları durumlarına göre marifetten paylarını alırlar. Kalbin bedenin diğer uzuvlarında olmayan bir özelliği vardır. Bu özellik, onun kendisine has bir “can” taşımasıdır. Bu can ile hayat diğer uzuvlara ulaşır. Kalbin sureti, yani görünen kısmı olan cismani kalb, cisimler aleminin hülasasından (özünden) yapılmıştır. Kalbin canı ise, ruhlar aleminin hülasasından elde edilmiştir. Bu şekilde, kalb cismani ve ruhani iki alemin özü olmuştur. Bu nedenle, marifet kalpte ortaya çıkmaktadır. Bu öz şu ayette ifade edilmektedir: “Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücadele suresi, ayet 22)
Ruh’un Sırları Ruh kelimesi iki anlamda kullanılır. Birinci anlamı, cismani kalbin boşluğunda bulunan bir latif cisimdir. Damarlar vasıtasıyla bedenin her tarafına yayılır. Bazılarına göre bu ruh, kalb sıcaklığının yaktığı lâtif bir buhardır. Buna Sufiler, insandaki hayvani ruh derler. Ruh kelimesinin ikinci anlamı, insanın görülmeyen, idrak edebilen ve alim olan bir parçasıdır. Allah’ın aşağıdaki ayette ifade ettiği bu ruhtur: “Sana ruhtan soruyorlar. De ki ‘Ruh Rabbimin bir emridir (Rabbimin bildiği bir iştir) ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.’” (İsra suresi, ayet 85). Bu emir, Allah Teâlâ’nın öyle acayip bir emridir ki, bunun hakikatini anlamak çok zordur. Akıl ve vehimlerin büyük bir kısmı bunu anlamaktan acizdir. İlk yaratılan ruha “tümel ruh” denir. Tümel ruh, Allah’ın bir kelimesidir ve Allah onu herhangi bir şeyden olmaksızın var etmiştir. Bu ilk var edişte, ruh bilgisizlik ve olumsuzlama makamındadır. Bu şekilde Allah Teâlâ, ruhun kendisini görmekten köreltmiştir. Tümel canlılığının ve bekâsının sebebi olan gıda kendisinde bulunmaktaydı. Fakat tümel ruh bundan da habersizdi. Böylece tümel ruh, himmetiyle yola koyulup, Allah katında bulunan şeyi istemek için harekete geçmiştir ki tümel ruh, bu şeyin O’nun katında olduğunu da bilmiyordu. Bu yolda tümel ruh, Allah’ın kendisine yerleştirdiği sır ve hikmetleri idrak ederek, kendisinin sonradan var olduğunu kavramıştır. Bu şekilde kendi zatını kuşatıcı bir bilgiyle tanımıştır. Bu bilgi sayesinde, kendisinin yaşam ve bekasını temin etmiştir. Bu bilgi sayesinde, Allah’ı Rablik mertebesinde tanımış ve “Sen benim Rabbimsin” demiştir. Allah Teâlâ tümel ruha iki nitelik vermiştir: Bilme niteliği ve eylem niteliği. Aklı da ona öğretici ve bilgi verici yapmıştır. Tümel ruh, Rûh-i pâk-i Muhammedi olup, Âdemî ruhların hakikatidir. Bu bakımdan Hz. Muhammed’e (sav) “ebü’l-ervâh” (ruhların babası) denir. Adem (as) ise “ebü’l-beşer” (insanların babası) dır. Bazı Sufiler şunu ifade etmişlerdir: Allah ruhu yarattığı sırada, ona muhabbet nazarıyla bakmış, ondan haya meydana gelmiştir. Ruh bu hayadan dolayı ikiye ayrılmış, parçasının birisi de akıl olmuştur. İnsanların ruhları, Hz. Muhammed’(in (sav) ruhundan yaratılmışlardır. İnsan ruhu, dünyaya inmeden önce ruhlar aleminde idi. Ondan evvel de mana aleminde, yani Allah Teâlâ’nın ilminde mevcuttu. İnsan ruhu, ruhlar aleminde iken yaratıcısını görmüş ve niçin yaratıldığını öğrenmiştir. Sonra bu aleme inince insan bedenine girmiştir. Ancak ruh, insanın hava ve heveslerine alışınca, bu fani alemin baki olduğuna inanır ve burada devamlı kalmak ister. Ancak Allah’ın hidayet nasip ettiklerinin gözlerinden gaflet perdesi kalkarak hakikati görürler. İnsan ruhunun izzeti ve saadeti Allah’ı bilmek ve onu sevmektir. Her varlık yaratılışına uygun olan şeyden lezzet alır. Kulak güzel seslerden, göz güzel görüntülerden, dil hoş tatlardan lezzet alır. Aynı şekilde ruh da eşyanın hakikatini idrak ve Allah’ın cemalini görmekten lezzet alır. Dolayısıyla, insan gönlünün lezzet ve saadeti, Allah’ı bilme ve sevmededir. Dünya sevgisi gibi fani lezzetler ölümle sona erer. Fakat Allah’ı bilme ve sevmeden nurlanan ve O’nun cemalini görmekle manevi zevke gark olan ruhun mutluluğu ebedidir ve sona ermez. Ruhun berzah alemine açılmış iki penceresi vardır. Bunlar uyku ve ilhamdır. Rüyada insan bazen, ileride başına gelecek halleri aynen, bazen de sembolik olarak görür. Bu semboller ancak tabir etmekle anlaşılabilir. Eğer insanın gönül aynası temiz ve parlak ise, Levh-i Mahfuz’daki manevi suretler ve bilinmeyen emirler gönül aynasında yansıyarak görülürler. Eğer insanın gönlü dış alemle meşgul, gönül aynası kararmış ise, ruh bu manevi alemi seyredemez. Ruh, insanın rüyasında gördüğü şeylerin hafızasında bıraktığı hayallerle meşgul olur. Fakat ölüm halinde, beden perdesi aradan kalktığı için melekût alemi parlak bir şekilde ruh tarafından görülür ve idrak edilir. İlham yolu ile de insan, bilmediği, görmediği ve işitmediği şeyleri öğrenir. Eğer insan gönlü paslı ve karartılmış ise, ruh bu ilhamların nereden geldiğini bilmez. İnsan ruhu, mana aleminden (Allah’ın ilmi) melekût alemine (ruhlar alemi, gayb alemi, bilinmeyen alem) gelmiştir. Burada melekler vardır. Arş, kürsî ve 7 kat gökler vardır. Buraya yüksek alem de derler. Ruh buradan mülk alemine iner. Buraya felekler, görünen alem veya aşağı alem de denir. Melekût ile mülk alemleri arasında misal ve berzah alemi vardır. Hidayete ermiş kişiler, ruhları bu berzah aleminde görürler. İşte insan ruhu, bu yüksek ve nur aleminde Allah’ı görmüş, ilminden tatmış, arş ve kürsî ve 7 kat gökte yaşamışken, yüksek alemden bu aşağı alemdeki insan bedenine indirilmiştir. Eğer ruh, bedeni manevi yükseliş için bir vasıta olarak kullanırsa ve bu şekilde olgunlaşır ve kemâle ererse, asıl vatanı olan yüksek aleme tekrar yükselir ve orada ebedi saadete kavuşur. Eğer ruh, bedeni bu fani dünyanın zevkini ve ihtiraslarını elde etmek için kullanırsa, yüksek aleme yükselemez ve aşağı alemde kalır. Bu süfli alemde ebedi pişmanlık ve azap içinde yaşar. İnsan ruhu, kötü huylardan arınmadıkça hayvan mertebesinde kalır ve ihsan mertebesine yükselemez. Kendi nefsinin heva ve hevesinden kurtulmadıkça, Allah’ı bilip murad alamaz. İnsan ruhu fiillerinde bedeniyle beraberdir. Fakat zatıyla bedeninden ayrıdır. Çünkü ruh soyut bir cevherdir ve bu haliyle hiç değişmez, hep aynı kalır. Beden ise her an değişmekte ve fanidir. Yaşlı insanlar bunu hissederler. Şöyle ki, bedenleri bazı fiilleri yapmaya zorlanırken nefisleri bazı şeyleri istemede zorlanmaz. İnsanın canı hangi yaşta olursa olsun her şeyi yapmak ister. Fakat beden buna müsaade etmez. Ölüm anında bedenden ayrılan ruh, mahşer gününde bedeniyle tekrar birleşir. Cehennemde acılar veya cennette nimetler ve lezzetler içinde onunla ebedi yaşar. Bedeni değiştiği halde ruhun aynı kalmasının nedeni, ruhun yüksek alemden gelmiş olmasıdır. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ks) Hazretleri Marifetname adlı eserinde şöyle ifade etmektedir: “İnsan kalbinin ortasında siyah bir nokta vardır. Bu nokta manevi alemin güneşini bilir ve insan aleminin arşıdır. Bu siyah nokta insan ruhunun başlangıcıdır. Bu nokta küllî aklın halifesidir. Bu siyah noktanın büyüklüğünün şanı görünüşte değil akıl almaz sırrındadır. Onun sırrına eren beşeriyetten çıkmış ve melekler makamına yükselmiştir. Bu soyut nokta, ilk akıl ve ekmel ruh olan en büyük noktanın (tümel ruh) karşısında kâmil insanın aynasıdır. Bu nokta ile, ilahi güneş ışığı müminin kalbine dolmaktadır. Hayvani ruh uyurken, duyu organları çalışmazken, uyumayan veya rüya gören bu noktadır. Onun manevi ışığı yürekten dimağa akseder, orayı aydınlatır. Bundan duyu organlarına, bedene kuvvet ve hayat, canlılık gelir. Bu sayede insanın duyu organları ve dimağı çalışır. Sonsuz ilahi sırlar gönüle dolunca, can ve gönül sohbetine girilir. Allah’ın meclisine varılır ve saadete ulaşılır. Yürekteki siyah noktanın akıl almaz sırrı hakikat-i insaniyyedir ve akıcı ruhudur ki bu insan ruhu, Allah’ın bir emridir. Emir ise idrak edici bir canlıdır ki, başkasına hayat ve idrak verir. İşte bu emrin makam ve merkezi o siyah noktadır ki görünmeyen ve görünen aleme çevrilir şekilde yaratılmıştır.” İnsanda iki türlü ruh vardır: Hayvani ruh ve insani ruh. Hayvani ruhun yeri yürektir. Öfke ve şehvetin ve bunlardan doğan kötü vasıflar hayvani ruha aittir. İnsani ruhunun yeri yürekteki siyah noktadır. Eğer hayvani ruh insani ruhu yenerse öfke ve şehvetin esiri olur. O insanın ruhu hayvan ruhunu yenerse nefsi ölü fakat kalbi diridir. Ruhta yedi sıfat vardır: nûrâniyet, muhabbet, ilim, hilm, üns, bekâ ve hayat. Ruh bu sıfatları taşıyan bir lâtifedir. Diğer bütün sıfatlar bunlardan neşet eder. Muhabbet, ruh için zikredilen her sıfattan öncedir. Çünkü muhabbet ruh için “Allah onları sever” (Maide suresi, ayet 54) ayetindeki şerefin neticesidir. Bu ifade kıdem (en eski olma) sıfatıdır. Ayetin devamında “Onlar da Allah’ı sever” denilmektedir. Bu ifadede ruh için bir lezzet vardır. Muhabbet sıfatından başka, ruh için kıdem özelliği bulunan başka bir sıfat yoktur. Allah Teâlâ, insanın fıtrat hamurunu yoğurma işini kimseye bırakmayıp bizzat kendisi gerçekleştirmiştir. Ruhun bedene indirilme zamanı geldiğinde, Allah bu işi yine kendisi yapmış, kimseye bırakmamıştır. Burada lâtif ve şerefli bir işaret ve müjde vardır. Bu işlemden sonra, Allah Teâlâ ruhu halife yaptım ve onu dost edindim buyurmuştur. Allah, mülk ve melekût alemini, insanın ruhu ile bedenini birleştirmek suretiyle bir tılsım gibi birbirine bağlamıştır. Bunu açmaya kimsenin gücü yetmez. Buna ancak Allah’ın gücü yeter.
Marifet için zorunlu beş durum Allah’ın zât ve sıfatlarına ait marifeti tam olarak elde edebilmek için, insanda beş durumun zaruri olarak bulunması gerekir. Mevcudatın var edilmesinin sebebinin hikmeti ise “Gizli bir hazine idim bilinmeyi sevdim” sırrının hasıl olmasıdır. 1) İnsan için beş durumdan birincisi adem (yokluk) durumudur. Bu durumda insan, Hakk’ın ilminde vardı, fakat kendi varlığından habersizdi. Kendisini anmadığı gibi anılan da değildi. Bu durumu şu ayet ifade etmektedir: “Dehrin akışı içinde öyle zaman geçti ki, o dönemde insanın adı bile anılmazdı.” (İnsan suresi, ayet 1). Bu durumun gerekli olması, ruhların sonradan var olmaları bilgisine erişebilmeleridir. Böylece kendisini var eden yaratıcısının kıdemini bilmiş olur. 2) İkincisi ruhlar alemindeki varlık durumudur. Yani ruhlar yokluktan çıkıp varlık kazanmışlar ve ruhlar alemine ulaşmışlardır. Bu alemde ruh kendisini farkına varır ve kendisini andığı gibi anılır hale gelmiştir. Bu durum şu hadiste anlatılmaktadır: “Ruhlar saf saf dizilmiş ordular gibidir. Daha önce birbirleriyle tanışanlar ülfet eder; tanışmayanlar arasında ihtilaf olur.” Ruhlar aleminde bulunmak gereklidir. Çünkü, insan cisimler alemine gelmeden önce, herhangi bir vasıta olmadan müşahede (gözlem) zevkini yaşamalı, ruhu temizleyen “feyizler”den perdesiz olarak faydalanmalı ve Hakk ile vasıtasız konuşma talihine kavuşmalıdır. Böylece O’nun irade, hayat, kelâm, semi, basar, ilim, kudret ve bekâ (ezel) gibi zâtî sıfatlarını tanımış olmaktadır. Ruh eğer bu sıfatları layıkiyle bilemeseydi, cisimler aleminde ruhun yeniden terbiye edilerek saflığa kavuşamayacaktı. Çünkü başlangıçta bu tohumlar olmalıdır ki sonuçta meyveler ortaya çıksın. 3) Üçüncü durum, ruhun bedene indirildiği dünyadaki varlık durumudur. Bu durum şu ayette ifade edilmiştir: “Ona ruhumdan üfledim.” (Hicr suresi, ayet 29). İnsanın gayb ve şehadetin küllî ve cüz’i bilgilerine erişebilmek ve marifetini en yükseğe çıkarabilmek için, ruhun bedene indirilmesi gerekli idi. Böylece, Hakk’ın rezzâk, rahmân, rahîm, gaffâr, settâr, mün’im, muhsin, vehhâb ve tevvâb gibi sıfatlarını bilmiş oldu. Ruhun terbiyesi esnasında, ruhlar aleminde bulunmayan marifet makamlarına, müşahedelere, mükâşefelere, ledünnî ilimlere, tecelli çeşitlerine, cezbelere, Hazret-i Hakk’a ulaşma ve daha ifade edilemeyen nice bilgilere ancak bu durum sayesinde ulaşabildi. 4) Dördüncü durum, ruhun bedenden ayrıldığı durumdur. “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Enbiya suresi, ayet 35; Ankebul suresi, ayet 57) ayetinde bu durum belirtilmiştir. Bu durum iki sebepten gereklidir. Birinci neden, cisimlerle birlikte bulunmasından dolayı kirlenen ruh bedenden ayrılarak tedrici olarak bu kirlerden kurtulur ve cisimlere olan bağımlılığı ortadan kalkar. Böylece ruhani temizliğe kavuşur. İkinci neden, beden vasıtasıyla elde ettiği gaybî bilgilerin zevkini, beden olmaksızın tadar. Bu zevkler ruhlar aleminde yoktur. Bu zevkleri doğrudan tatmak ancak bedenden ayrıldıktan sonra mümkündür. 5) Beşinci durum ruhun bedene yeniden verilmesi durumudur. Bu durum şu ayetlerde dile getirilmiştir: “Sonra sizleri yine öldürecek, sonra sizleri yine diriltecek.” (Bakara suresi, ayet 28; Hacc suresi, ayet 66). “De ki, onları ilk defa yaratan diriltir ve O yaratmanın her türlüsünü bilir.” (Yasin suresi, ayet 79) Ruhun bedene tekrar iade edilmesi gereklidir. Çünkü insanın kemâle ermesi, gayb ve şehadet, dünya ve ahiret memleketlerinde Allah’ın halifesi sıfatıyla tasarruf etmesiyle mümkündür. Her iki alemdeki türlü nimetler onun için var edilmiştir. “Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşerin gönlünden geçirmediği nimetler hazırladım.” (Hadis). Bu nimetlerin bazısı manevi, bazısı cismanidir. Cismani olan nimetler ancak cisim vasıtasıyla elde edilirler. Ancak ahirette, müminin kalbindeki nur orada bedenine galip gelecektir. Beden ahirette de dört unsurdan oluşur. Bu dört unsur; su, hava, ateş ve topraktır. Ancak, ahirette bu unsurlar lâtif olacaklardır. Beden lâtif ve nurani hale geldiğinde artık onun içini görmek zor olmayacaktır. Ayna, toz-topraktan temizlenmiş, saf ve şeffaf hale getirilmiştir. Artık onun içi ve dışı aynı olmuştur. İçinden dışını ve dışarıdan içini görmek mümkün olmuştur. Batınlarda gizli olan her şey zahirlerde ortaya çıkmıştır. “Sırların orta yere çıkarılacağı gün” (Tarık suresi, ayet 9) ayeti bu duruma işaret eder. Bir hadiste, letafetten dolayı cennette bulunanların kemiklerindeki iliklerin görülebileceği ifade edilmiştir. Ruh bedenle buluştuktan sonra gerçek kemâle ermiş, bütün marifet vasıtalarını bu şekilde elde etmiştir. Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını idrak etmiş ve onları kullanmaya hak kazanmıştır. Burada kul ile Allah arasında şöyle bir fark vardır. Allah Teâlâ, alemleri hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymadan tam bir asalet ve hürriyetle yönetirken, kul ise alemleri vasıtalar yardımıyla, hilafet ve vekaletle yönetir. Bununla beraber, Allah dostları bu konuda bu kadar işaretin yeterli olduğunu ve diğer ilahi sırların ifşa edilmesine izin verilmediğini ifade etmektedirler. “Rubûbiyet sırrını ifşâ etmek küfürdür. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez.”
Marifetin Çeşitleri Üç çeşit marifet vardır: Aklî marifet, nazarî marifet ve şuhûdî marifet. 1) Aklî marifet, halkın avamı için geçerlidir. Hangi dinden olursa olsun, halk Allah’ın varlığı konusunda ittifak içindedir. Hepsi Hakk’ın zatı konusunda ittifak halindeyken, sıfatları konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Marifetin bu çeşidi ebedi kurtuluş için yeterli değildir. Ancak, akıllarını iman nuruyla teyid edip, nübüvveti kabul ederler ve şeriatın emir ve yasaklarını yerine getirirlerse, o zaman kurtulurlar. Yaratıcının ispatı konusunda aklî deliller yeterli değildir. Ruhun bedene indirilmeden önceki Hakk’a dair bilgisi, bu makamların ötesindeydi. Bugün akıl vasıtasıyla işittiği şeyleri vasıtasız olarak Hakk’tan duymaktaydı. Çünkü Allah Teâlâ, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf suresi, ayet 172) diye sorduğunda “evet/belâ” diye cevap verdi. 2) Nazari marifet halkın seçkinlerine aittir. Bu marifet, kendisini şeriat ve tarikat kanunlarıyla terbiye eden kimselerde ortaya çıkar. Akıl kalbin gördüklerini, kalb aklın anladıklarını bilemez. Her şeye akıl ile bakmak isteyenler, kalbin görüşünden ve diğer mertebelerden habersiz, kalbten yoksun olarak, gayb alemine bakmak isterler, ama göremezler. Onları akıl, felsefecilerin tuzağına düşürdü. Fakat ruhlarını, şeriat kanunlarıyla terbiye edip, anlama kuvvetlerini onlarla kemâle erdirenler bu tuzaklara düşmediler. Böylece ruh daha evvel sadece küllî gayb alemini bilirken, şimdi küllî ve cüz’î gayb ve şehadet alemini bilir oldu. Bu makamda, Hakk’ın Zâtı vahdaniyette bilinirken, ulûhiyet sıfatları ayne’l-yakîn mütalaâ edildi. Bu makam, bir Allah dostunun “Baktığımda, kendisinde Allah’ı nazar etmediğim hiçbir şey görmedim” dediği makamdır. 3) Şuhûdî marifet, kâinatın zübdesi (özü) olan hâssû’l-hâssın (seçkinlerin seçkini) marifetidir. Hem dünya ve hem ahiret, bütün yönler onların varlığına tabidirler. Ezel ve ebed dairesinin noktası onlardır. Ruhun bedene indirilmesinin sebebi bu marifetin gerçekleşmesidir. Şuhûdî marifet ulûhîyet sıfatının tecelli etmesinin sonucudur. Bu şuhûdî hakikat karşısında bütün mecâzî ruhlar şu ayeti okudular: “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Elbette bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsra suresi, ayet 81). Şuhûdî marifeti ifade etmek çok zordur. Ancak işaretlerle anlatılabilir. Bunları da anlayan anlar, anlamayan anlamaz. Kim ki, bu nurla diridir anlar, bulur ve onunla uyanık olur ve şu ayetle ifade edilirler: “Diri olanları uyarmak…” (Yasin suresi, ayet 70). Bu nurdan mahrum olan kimse ise ölüdür, ona yüzlerce defa bir şeyler söylese de işitmez. Bu nedenle “Bil ki, sen ölüleri işittiremezsin.” (Neml suresi, ayet 80; Rûm suresi, ayet 52) buyurulmuştur. Necmeddîn-i Dâye (ks) Hazretleri bu konuda Tasavvuf Yolu adlı kitabında şunları söylemektedir: “Eğer ruh bedene bağlanarak bunları idrak etmese, gayb ve şehadete dair istidat ve sebepleri elde edemese, asla gerçek tevhid ve marifet gerçekleşmezdi. Alem-i gayb ve şehâdetin zât ve sıfatları bu makama ulaşamazdı. İnsan, melekler gibi bir ahlâka sahip olmasalardı, onların sıfatlarını elde edemezdi. Böylece Hakk’ın vekilliği ve hilafetine lâyık olamaz, emânet yükünün altına giremezdi. Hakk’ın cemâl ve celâline ayna olmaya hak kazanamaz, hiç kimse, ‘gizli bir hazineydim’ hazinesini keşfedemezdi.”
Akıl’ın Sırları Akıl kelimesi iki anlamda kullanılmaktadır. Birinci anlamı, eşyanın hakikatini (özünü) bilmek olan akıldır. Bu akıl, kalbte bulunan ilim sıfatından ibarettir. Akıl’ın ikinci manası ilimleri anlama demektir ki, bu akılın kalbin kendisi olduğu anlama gelir. Yani akıl kelimesi ile hem kalbin kendisi hem de kalbteki ilim sıfatı anlaşılır. Sıfat mevsufun (sıfatlananın) aynı değildir. Dolayısıyla, akıl ile bazen bilen kimsenin vasfı (özelliği) anlaşılır; bazen de bilen kimsenin kendisi, yani idrâk yeri anlaşılır. Akıl insani ruhtur ve hayvani ruhun binicisidir. Hayvani ruh ise şehvet sahibi nefistir. Hayvani ruh da bedenin binicisidir. Akıl insan için sadık bir dosttur. Nefsi şehvetlerden, kalbi şüpheli şeylerden, gözü harama bakmaktan engeller. Dolayısıyla, olgun insanın aklı çok konuşması azdır. Akıl vasıtasıyla Allah’a hitap edilir. Akıl öyle bir fikrî nurdur ki, hikmet nurları kendisine ulaştıkça ışığı artar. Bu bakımdan, Allah sevdiği kuluna temiz kalb, iyi ahlâk ve doğru akıl ihsan eder. İlk yaratılan akla küllî akıl denir. Bu küllî akıl, Hz. Muhammed (sav)’in nuru ve ilahi aşktır. Bütün alemler bu nurun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Küllî ruh dediğimiz Hz. Muhammed (sav)’in nuru en büyük cevherdir. Bu cevher alemlerin bütün parçalarını ihata etmiştir, yani çevrelemiştir. İnsanların her biri küllî akıldan istidadı kadar pay almıştır. Akıl, fehim ve diğer idrak (anlama) kuvveleri ruhun hayat sıfatından ortaya çıkmıştır. Akıl, ruhun sol tarafından olduğu için, Hakk Teâlâ’nın zât ve sıfatlarının mârifeti (bilinmesi) konusunda, onunla meşveret (istişare) yapmak gereklidir. Yani Allah ile ilgili bilgilerimizi akıl ile anlamaya çalışılmalıdır. Bununla beraber, Hakk’ın zât ve sıfatı hakkında aklın ulaştığı her anlayış ve bilgiden, Hazreti İzzet (cc) münezzehtir ve akıl ile idrak edilen şeyin hilafınadır. Hakk’ın zâtı ancak sadece kendisi ile bilinebilir. Çünkü bu konudaki bir hadiste Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Rabbimi Rabbimle bildim, şayet Rabbimin fazlı olmasaydı Rabbimi bilemezdim.” Akıl ile ilahi aşk (muhabbet) arasında sürekli bir ihtilaf ve çekişme vardır. Bu nedenle bir araya gelmeleri mümkün değildir. Nereye ilahi aşk girse akıl orayı terk eder. Akıl nereye yerleşse ilahi aşk oradan uzaklaşır. Necmeddin Dâye Hazretlerinin bu konudaki bir beyti: Aşk geldi ve aklı yağma etti. Ey Gönül! Bunu canına müjdele. Akıl ile ilahi aşk arasındaki zıtlık su ile ateş arasındaki zıtlığa benzer. Aşk sevgilisi için aklı reddederek ondan ayrılır. Birçok tasavvuf ehlinin meczûb görülmesinin nedeni budur. Onlar Hakk aşkı ile yanarken, akıllarını terk etmişlerdir. Aklın aşkla bir işi yoktur çabuk ondan kaç! Akıl aşka gidecek yer bulamaz. İlahi aşk (muhabbet) ateş karakterindedir, bulunduğu kalbleri yakar. Bu yanma ile aşık dünyayı terk eder. Fakat hiçbir zaman aşkının ateşini durduracak bir vasıta bulamaz. Aşk ve yanma onun için artık bir yaşam şeklidir. Felekler ve yıldızlar gibi yükseklik özelliği olan ne varsa aşk ateşinden yapılmıştır. Aşağılık özelliği olan yeryüzü, dağlar, denizler vs. sudan yaratılmışlardır. Akıl da bu su karakterindedir. Akıl, kalb padişahı için vezir görevini yerine getirir. Kalbin, bedende tasarruf edip, bütün iyilikleri elde etmek için kendisine danışabileceği kâmil bir akıla ihtiyacı vardır. Fakat, sadece akla bağlanmak, insanı hakikati anlamaktan mahrum bırakır. Çünkü hakikati anlamak için kalbin görevini yerine getirmesi gereklidir. Kalbin görevi ise şuhûdî marifeti elde etmektir. Ruhun bedene indirilmesinin sebebi bu marifetin gerçekleşmesidir. Allah’ın kalbleri akıl edici olarak yaratmasının nedeni, kulun onun vasıtasıyla ilâhi hitabı anlayabilmesidir. Akıl, Allah’ın zâtına özgü bir birliği olduğunu bilir. Bu birlik ile mümkünlerin ortaya çıkışını istemek arasında hiçbir ilişki yoktur. Mutlak birlik açısından aklın, alemin ortaya çıkışını düşünmesi mümkün değildir. Bu nedenle, akıl yoluyla vahiy bilgilerine ulaşılabileceğini iddia edenler yanılgı içindedirler. Cisimler alemi, akılın Allah’ı bilmesine perdedir. Bu perde ancak şeriat ve tarikat yoluyla ortadan kaldırılabilir. Akılın Allah’ı düşünmesi, ancak Rahman’ın sevgiden kaynaklanan tecellileriyle mümkündür. Sevgi alemin varlık sebebidir, dolayısıyla tecellilerin nedeni de sevgidir. İlk akıl olan küllî akıl, Allah’tan öğrenerek bilgi kabul eden ilk varlıktır. İlk akıl bu bilgiyi Allah’tan aldıktan sonra, Allah ona öğrendiklerini Levh-i Mahfuz’a yazmasını emretmiştir. Bunun üzerine ilk akıl, yaratıkların yaratılmazdan önce Hakk’ın bulunduğu Amâ’yı ve Amâ’nın içerdiği hakikatleri yazdı. Kıyamete kadar olacak bütün olaylar Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Bu yazılanlar sıraları geldikçe tahakkuk etmektedir.
Sonuç İnsanda altı latife vardır. Bunlar kalb, ruh, nefs, sır, hafî ve ahfâ’dır. Tasavvuf yolcusu bu latifelerde yol alır. Manevi yükselişler bu latifelerden geçilerek elde edilirler. Bu nedenle tasavvufla ilgilenenler bu latifelerin özelliklerini bilmelidirler. Bu makalemizde kalb ve ruh latifelerini inceledik. Başka bir makalemizde diğer latifeleri ele alacağız. Selam, doğru yola tabi olanlara, Mustafa’nın (as) yolunu tutanlara ve ailesine…
Faydalanılan Eserler: “Fütûhât-ı Mekkiyye”, İbn Arabî, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2008 “Gunyetü’t – Tâlibîn”, Abdülkadir-i Geylânî, Berekât Yayınevi, İstanbul, 1977 “İhyâu Ulûmi’d-Dîn”, İmam Gazâlî, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1974 “Marifetname”, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Hasankale Cami Derneği, İstanbul, 1980 “Mektûbât-ı Rabbânî”, İmam Rabbânî, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2008 “Rabbânî İlhamlar”, İmam Rabbânî, Sufi Kitap, İstanbul, 2011 “Tarikat-ı Muhammediyye”, İmam Birgivî, Demir Kitapevi, İstanbul, 1976 “Tasavvuf Yolu”, Necmeddîn-i Dâye, İFAV, İstanbul, 2013
Yorum ve eleştirileriniz için: yorum@ilimvetasavvuf.com
|
Kalb, Ruh ve Akıl’ın Sırları |
Yayınlama Tarihi: 22.03.2017 |