Kötülük Problemi ve İslamiyet |
Yayımlama Tarihi: 31.07.2018 |
Kötülük Problemi Nedir? Yaşadığımız dünyada bütün canlılar, zaman zaman sıkıntılar, musibetler ve felaketler ile karşılaşmaktadırlar. Bunlar insanlara dünya hayatında zarar vermekte ve dünya hayatını cehenneme çevirmektedir. Hastalıklar, depremler, sel felaketleri, harpler ve terör hareketleri insanların canlarını ve mallarını her an için tehdit etmektedir. Bu, dünya hayatının bir gerçeğidir. İnsanlar tarih boyunca bu tehditler ve felaketlere maruz kalmışlardır. Fakat bunlar önlenememiştir. Bu gerçek, Tanrı’ya inananlarla inanmayanlar arasında bir çekişmeye neden olmuştur. Tanrı’ya inanmayanlar inananlara karşı, dünya hayatındaki felaket ve musibetleri, Tanrı’nın var olmadığını ispat etmek için delil olarak kullanmak istemişlerdir. Çünkü inananların Tanrı’sı mutlak iyi olan, her şeye gücü yeten, her şeyi mutlak olarak bilen ve hakim olandır. İnanmayanlar, Tanrı’nın niçin bu musibet ve kötülüklere mani olmadığını sorgulamakta, eğer inananların düşündüğü gibi bir Tanrı varsa, dünyadaki bu kötülüklerin olmaması gerektiğini ileri sürmektedirler. Bu düşünce ile inanmayanlar, Tanrı’nın var olmadığını veya eğer varsa bile her şeye gücünün yetemeyeceğini iddia etmektedirler. Bu olgu, Din Felsefesinde Kötülük Problemi olarak adlandırılmıştır. Kötülük problemi en eski antik devirlere kadar gitmektedir. Bu problem ilk defa Epikür (MÖ, 341-270) tarafından şu şekilde ifade edilmiştir: “Tanrı ya kötülüğü ortadan kaldırmak ister de kaldıramaz; yahut kaldırabilir de kaldırmak istemez; yahut ne kaldırmak ister, ne de kaldırabilir ve yahut hem kaldırabilir, hem de kaldırmak ister. İlk üç ihtimal gerçekten Tanrı olan için düşünülemez; o halde son ihtimalin doğru olması icap eder, öyle ise neden kötülük vardır?” Bu konu günümüze kadar Tanrı’ya inananlar ile inanmayanlar arasında daima tartışma konusu olmuştur. Birçok filozof bu konuda görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler genellikle, bugünkü İncil ve Tevrat’ın metinlerini kendilerine baz olarak almaktadırlar. Oysa kesin olarak biliniyor ki, bugünkü İncil ve Tevrat metinleri tahrif edilmiştir. Bugünkü İncil, Hz. İsa (as)’ın getirdiği İncil ile aynı değildir. Bugünkü Tevrat, Hz. Musa (as)’ın getirdiği Tevrat ile aynı değildir. Bu durumda tahrif edilmiş metinler üzerinden kötülük problemini ele almak ne kadar doğrudur? Batılı filozof ve bilim adamları bunu bilmiyorlar mı? Bilmemeleri imkânsızdır. Fakat düşünceleri kendilerine ve nefislerine hoş gözüktüğü için fikirlerinde ısrar etmektedirler. Bu kişiler ayrıca İslam dinini incelemeden, bu konuda kararlar verip Tanrı inancına eleştiriler ve itirazlar yapmaktadırlar. Bu bakımdan onların yorum ve görüşleri tek taraflıdır ve dolayısıyla evrensellik bağlamında geçersizdir. Bu filozofların görüşlerine tek tek cevap vermek uzun süren bir uğraşı olur. Onun için bunu yapmıyoruz. Fakat hepsinde hemen hemen ortak olarak ortaya atılan aşağıdaki sorulara İslamiyet’in ışığı altında cevap vereceğiz: 1)Eğer Tanrı mutlak iyilik sahibi ise, dünyadaki kötülükler neden mevcuttur? 2)Eğer Tanrı mutlak güç sahibi ise, neden kötülükleri ortadan kaldırmamaktadır? 3)Eğer Tanrı her şeyi bilen ise, bütün kötülüklerden haberi vardır. Neden onları mani olmamaktadır? 4)Tanrı kötülükleri ortadan kaldırmayı ya istemiyor veya gücü yetmiyor. Her iki durum da Tanrı kavramı ile çelişmez mi?
Kötülük Problemi’nin İslamiyet açısından incelenmesi Dünya üzerinde birçok olumsuzluklara herkes şahit olmaktadır. İnsanlar hastalanmakta, birbirlerini öldürmekte ve zulüm yapmaktadır. Ayrıca tabiatta da deprem, sel baskını, kuraklık gibi olumsuzluklara da her yerde ve her devirde rastlanmaktadır. İnsan hayatını yakından etkileyen bu türlü olumsuzlukların mahiyeti ve sebepleri nelerdir? İslam inancına göre tabiatta ve insanda ortaya çıkan her türlü iyilik ve kötülük (hayır ve şer) Allah’ın takdiri ve yaratmasıyla oluşmuştur. “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya suresi, ayet 35) “Allah’ın izini olmayınca hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah herşeyi bilendir.” (Teğabûn suresi, ayet 11) Ancak Kuran ayetlerinde açıklandığı üzere, insanların başına gelen musibetler, onların kendi elleriyle kazandıklarının karşılığıdır. “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu affeder.” (Şurâ suresi, ayet 30). İnsanlar yaptıkları iyi ve kötü amellerin (işlerin) karşılığını kısmen bu dünyada ve tamamını ise ahirette görecektir. İyi ameller İslam şeriatına uygun olan fiiller; kötü ameller ise İslam şeriatına aykırı olan fiillerdir. “Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” (Zilzâl suresi, ayet 7-8). “…Ben erkek olsun, kadın olsun, sizden hiçbir çalışanın amelini zayi etmeyeceğim…” (Âl-i İmran suresi, ayet 195). “Nasıl, kâfirler yaptıklarının cezasını buldular mı?” (Mutaffifin suresi, ayet 36).
İnsanın kendi eliyle kazandığı musibetler İslam inancına göre, bu dünyadaki İslam şeriatına aykırı fiillerin karşılıkları, insanlara çeşitli bela ve musibetler olarak geri dönmekte ve dünya hayatında fesat ve kötülüğün oluşmasına neden olmaktadır. “Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye, insanların kendi elleriyle kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki onlar Hakk’a dönerler.” (Rum suresi, ayet 41). İsmail Hakkı Bursevî (ks) Hazretleri, bu ayeti Rûhu’l-Beyân adLI tefsirinde şöyle yorumlamaktadır: “İnsanların karada ve denizde işledikleri günâhların uğursuzluğu nedeniyle, karada kuraklık, bitki azlığı, tarımda verimsizlik, hayvanlarda süt ve üreme noksanlığı, her şeyde bereketin kalkması, insanlar arasında hastalığın yayılması, fitnelerin ve savaşların çıkması ile buna benzer dertlerin ortaya çıkması, denizde boğulma, deniz hayvanlarının karaya vurması, dalgıçların inci bulamaması gibi fesatlar yayılmıştır. Bu ayette, sebep olmak kul tarafından, takdir etmek ve yaratmak ise Allah’tan olduğuna işaret edilmektedir. İtaat, ufuklarda ışınları yayılan parlak bir güneş gibidir. Nimet de, aynen bu güneş gibidir; bereketleri bölgelere dağılır. Bu durum, Allah Teâlâ’nın lütfûnun bir tezahürüdür. Günah ise tıpkı karanlık bir gece gibidir. Nasıl bir gecenin karanlığı etrafı kaplarsa, günahın uğursuzluğu da çevreye yayılır. Bu durum, Allah Teâlâ’nın kahrının bir tecellisidir. Karada ortaya çıkan ilk fesat Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürmesidir.” Bu ayetin tefsiri olarak çeşitli hadisler mevcuttur. Bu sahih hadislere göre, bir toplumda hayasızlık ve fuhşun ortaya çıkması ve yayılması, veba - kanser gibi birtakım öldürücü hastalıkların yayılmasına; ölçü ve tartıdaki sahtekârlık da kıtlığı, geçim sıkıntısına ve devlet başkanının zulmüne sebeptir. Nitekim hayvanlar olmasaydı o toplumun fertlerine yağmur yağmazdı. Öte yandan, Allah ve Resûl’üne verilen sözden dönmek, düşmanın musallat olmasına; insanların ellerinden mallarını almak ve liderlerin Allah’ın kitabına göre hükmetmemesi de insanlar arasında kavgalara, teröre ve cinayetlere sebeptir. Faiz yemek ise, sarsıntılara ve depremlere neden olmaktadır. Bazı kimselerin zararları herkese sirayet eder. Bu nedenle bir hadiste şöyle denmiştir: “Kim bir günâh işlerse, bütün mahlûkat, insanlar, hayvanlar ve vahşi yaratıklar kıyamet günü onun hasımları olacaktır.” Öyleyse, tövbe etmek, itaat etmek, kendin ıslah etmek ve Allah Teâlâ’ya yönelmek gerekir. Çünkü kurtuluş bundadır. Peygamberimiz (sav) Veda Hutbesi’nde şöyle buyurmaktadır: “Ey nas! Günâh ve ma’siyet, sebep-i tağyîr-i nîmet olur (fenalık nimeti değiştirmeye sebep olur). Eğer halk, yâr ve muti (itaatli) olur ise emîr ve âmirleri dahi öyle olur ve eğer halk, fâcir (günahkâr) olur ise onlar da o tavır ve hal üzere olurlar.” İnsanlar İslam şeriatına aykırı hareket etmekle hem kendi nefsine, hem topluma ve hem de çevreye zarar vermektedirler.
1) İnsanın kendi nefsine verdiği zararlar İnsan içki, kumar, zina, hırsızlık, yolsuzluk, haram yeme ve yalan söyleme gibi kötü fiiller sonunda kendi nefsine zulmetmiş olur ve ona kötülük eder. Şöyle ki, bu kötü ameller sonunda oluşan günâhlar, kişinin kalbini karartır ve böylece Allah’ın rahmet tecellilerine muhatap olamaz ve dolayısıyla O’nun rahmetinden faydalanamaz. Ayrıca bu kötü filler kişinin bedenine de zarar verir. Çünkü insan vücudu fitraten (yaratılışından) salih (doğru) amellerin etkisiyle ferahlar, fakat kötü amellerin etkisiyle sıkıntıya düşer ve içi daralır. Birçok psikolojik ve sinirsel rahatsızlıklar bunun sonucudur. İçki içen birisi geçici olarak biraz neşelenir, fakat onun vücut ve ruhtaki tahribatı daha ileride ortaya çıkar. Ayıldığı zaman bir pişmanlık hisseder ve bu durum kişinin içini daraltır. İçki içmeye, şeytan ve nefsinin teşvikiyle ısrarla devam edenler, artık bedenen ve ruhen geri dönüşü olmayan bir çöküntü içine girerler. Bu hem bedeni ve hem de psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkmasına neden olur. Bundan dolayı, içki içmek İslam şeriatında yasaklanmıştır. “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide suresi, ayet 90). “Sarhoşluk veren her şey haramdır.” (Hadis) Zina yapan birisi, kısa süreli bir zevk tatmini yaşasa da, arkasından daha büyük bir tatminsizlikle bunalır. Çünkü İslam şeriatının yasakladığı haram olan şeyler fıtraten insan ruhunu rahatsız eder. Zina yapmaya devam eden bir insan, bir süre sonra artık rahatsızlık hissetmeyebilir. Bu durum onun kalbinin günâhla tamamen karardığını gösterir ki artık onun davranışı insan gibi değil, bir hayvan ile eşdeğer, hatta ondan daha aşağıdır. “… Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (Araf suresi, ayet 179). Bu nedenle zina İslam şeriatında yasaklanmış ve büyük günahlardan sayılmıştır. “Zinaya yaklaşmayın, çünkü o pek çirkindir ve kötü bir yoldur.” (İsra suresi, ayet 32). Karşı cins ile ilişki kurmayı istemesi insanın doğasında olan bir şeydir. Çünkü Allah Teâlâ şehveti insanlara güzel göstermiştir. “İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler gibi aşırı sevgi ile bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir…” (Âl-i İmran suresi, ayet 14). Ancak karşı cinsle cinsel ilişkinin en sağlıklı şekli yasal olan evliliklerle olmalıdır. Nikâh dışı ilişkiler insanı tatmin etmez, çünkü gayrimeşru, nikâh dışı ilişkiler insanın beyninde daima tatminsizlik duygusu oluşturur. Bu nedenle nikâh insanlar için önemle tavsiye edilmiştir. Çünkü eşlerin birbirleriyle huzur bulmaları ancak meşru olan evliliklerde mümkündür. “Yine O’nun ayetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden, kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.” (Rum suresi, ayet 21). “Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi davranışta olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, lütfu geniş olan ve her şeyi bilendir.” (Nur suresi, ayet 32). Allah Teâlâ yarattığı insanın yapısını ve ihtiyacını en iyi bilendir. Dolayısıyla ona kendisi için en iyi olan şeyi tavsiye etmektedir. Bu emirlere uymamak, kişilerin ve dolayısıyla toplumun sinir sisteminin bozulmasına ve çöküntüye uğramasına sebep olur. Gayrimeşru ilişkiler içinde olanların sahte memnuniyetleri Müslümanları aldatmasın. Gerçek mutluluk ancak Allah’ın emirlerinin hakkıyla yerine getirilmekle elde edilir. Yalan söylemek İslam şeriatına göre haramdır. Yalan söyleyenleri aşağıdaki ayet şöyle anlatır: “Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azap vardır.” (Bakara suresi, ayet 10) Yalan söylemek insan beynini rahatsız eder ve onun huzur içinde çalışmasını engeller. Yalan söyleyen insanın ruhu, bu yalanın oluşturduğu olumsuzluk yüzünden huzursuz olur. Yalan söyleyen insanın beyin yapısında ve bazı fizyolojik davranışlarında değişiklik olur. Buna dayanarak yalan makineleri dizayn edilmiştir. Bu makinelere bağlanan kişinin yalan söylediği kolaylıkla anlaşılır. Çünkü yalan söyleyen bir insanın beyni ve ruhu olumsuz yönde etkilenmiştir. Bu olumsuzluk, yalan ile ortaya çıkan günâhın kalbi karartması ve kalpten ruha giden yolun tortulaşarak engellenmesine neden olur. Bu da insanın ruhunu rahatsız eder. Bu durum, beynin sağlıklı çalışmasını engeller, çünkü beyne enerji veren ruhtur. İnsan yalan söyleyerek başkalarını kandırır ve bir miktar maddi çıkar elde edebilir. Ancak onun insan ruhundaki ve beynindeki tahribat daha fazladır. Söylenen yalanın etkisi kişiyi devamlı rahatsız eder. Çünkü beyin çalıştıkça, söylenen yalan tekrar akla gelir. Böylece beyin huzursuz olur. Kişi bunu başlangıçta tam hissetmese bile, yalan söylemeye devam ederse zamanla huzursuzluğu artarak kişiyi ruhsal hastalıklara kadar götürebilir. Bunun için insanın fıtratına aykırı olan yalan söylemeyi terk etmesi gerekir. Çok yalan söyleyen insanların beyin fonksiyonları daha zayıftır. Yani bu kişiler, üzerinde derin düşünülmesi gereken konularda başarılı olamazlar. Bu nedenle böyle insanların gerçek bilim adamı olmaları imkânsızdır. Doğru olmak bilim adamının ana prensibidir. Çünkü onlar, yalan konuşmadan araştırmalarını icra eder ve başarılı olurlar. Yukarıdaki anlattıklarımızı diğer kötü fiiler için de söyleyebiliriz. Yani insanın haramla meşgul olması onun fıtratını bozar. Çünkü haram olan fiiller, koyun sürüsüne dalan kurt gibidir. Her şeyi yok eder. Haramla beslenen vücut doğru iş göremez, toplumda yanlış işler yapar. Haram vücudun işleyişini bozar. Haram lokma evin bereketini kaldırır ve servetlerin boş yere dağılmasına ve yok olmasına sebep olur.
2) İnsanın topluma verdiği zararlar İnsanın İslam şeriatına aykırı yaptığı, kötü fiillerin zararı yalnız kendisine değildir. Bu fiiller diğer insanlara, dolayısıyla topluma da zarar verir. Örneğin bir insanın içki içmesi, çevresine kötü örnek olup, diğer insanları da aynı fiili yapmaya özendirebilir. Alkollü bir insan davranışlarını kontrol edemediğinden çevresindekileri rahatsız edip zarar verebilir. “İçki, birçok kötülüğün anasıdır.” (Hadis) Bu da toplum düzeninin bozulması demektir. Ayrıca içki içmenin sonucunda kişi hastalanır, toplum da onun iyileşmesi için birçok harcama yapar. Yani bu kişi topluma her bakımdan bir yüktür. Zina eden birisi, kötü örnek olmakla kalmaz, toplumdaki aile hayatının düzenini bozar. Bir toplumda sağlıklı aile hayatları bulunmazsa, o toplum dejenere olmuş, bozulmuş demektir. Sağlıklı aile hayatı, ancak eşlerin birbirlerine ihanet etmemeleri ve dayanışma içinde olmaları halinde devam edebilir. Bu nedenle İslamiyet, zina eden erkekleri ancak zina eden kadınlarla evlenmelerine müsaade etmiştir, bunun tersi de doğrudur. “Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez; zina eden bir kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu müminlere haram kılınmıştır.” (Nur suresi, ayet 3). Zina sonunda dünyaya gelen çocukların hayatları da dengeli olmamakta ve toplumdan dışlanmaktadırlar. Bu da, toplumun dengesinin alt üst olmasıdır. Yalan söylemek, toplumda insanların birbirine olan güvenlerinin sarsılmasına neden olmaktadır. Alışverişte, sosyal ilişkilerde yalan konuşulması, kişilerin birbirlerini kandırmaları anlamına geldiğinden, insanlar daima şüpheci ve huzursuz olurlar. Her sözün arkasında, aldatılıp aldatılmadığını düşünmek zorunda kalır. Bunlar da toplumdaki insanlar arasındaki güven ve huzurun kaybolmasına sebep olur. Böyle bir toplumun sağlıklı bir şekilde birlik ve huzur içinde yaşaması mümkün olmaz. Bu da toplumda her türlü üretimin yapılmasını engeller. Çünkü ruhen tatmin olmayan kişiler sağlıklı düşünemezler. Diğer haram olan fiillerin de benzer şekilde toplumun dengesini bozacağını ifade edebiliriz. Dengesiz bir toplum yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Kim böyle bir toplumda yaşamak ister? Fertleri mutsuz, tatmin olmamış ve dünya malının bağımlısı olan toplumlar sağlıklı değillerdir ve kendi içlerinde birçok olumsuzluklar ve kötülükler barındırırlar. Böyle toplumlar uzun süre ayakta kalamaz ve yıkılırlar.
3) İnsanın doğaya verdiği zararlar İnsanların kötü amelleri doğada da zararlar ortaya çıkarır. Çünkü, kötü amellerin sardığı bir toplumda, Allah’ın rahmet tecellilerinin insanlara ve içinde yaşadığı doğaya ulaşması engellenir. Bu ise, toplum ve doğanın Allah’ın rahmetinden istifade edememesi demektir. Allah’ın rahmetinin ulaşmadığı yerlerde karanlık hakim olur. Böylece buralarda her türlü fesat ve kötülükler oluşur. “Hacer’ül-Esved sütten daha beyaz olarak cennetten inmişti, adem oğullarının hataları onu kararttı.” (Hadis) Bu fesat, birçok tabii afetler, karışıklıklar, terör ve savaşlar şeklinde ortaya çıkar. Depremler ve savaşlar gibi insanların ölümüne ve büyük maddi kayıplara sebep olan kötülükler, insanların İslam şeriatına aykırı olan fiillerinin sonucudur. Kur’an’da bazı eski kavimlerin niçin toplu olarak helâk edildikleri anlatılmaktadır. Bu kavimler, kendilerine gönderilen peygamberlerin tebliğine karşı çıkan ve günâhlarında ısrar eden toplumlardır. Örneğin Ad, Semud, Sebe kavimleri, Hz. Lût (as)’un kavmi,Hz. Nuh’un kavmi, Firavun’un kavmi, Nemrûd’un kavmi kendilerine gönderilen peygamberleri tanımadıklarından helâk edilmişlerdir. Bazısı depremle, bazısı büyük bir sesle, bazısı gökten taş yağdırılarak ve bazısı da boğularak yok olmuşlardır. “Nitekim onlardan her birini günahları sebebiyle suçüstü yakaladık: Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine yazık ediyordu.” (Ankebut suresi, ayet 40). Bugün bu türlü toptan yok edilmeler artık yaşanmayacaktır. Fakat kısmî felaketlerle insanlar telef olacaklardır. Gerçek Müslümanlar da ahiret hayatında mutlu olacaklar, fakat diğerleri bedbaht olacaklardır.
Küresel ısınma Küresel ısınma insanların kendi elleriyle kazandıkları bir musibettir. Küresel ısınma, sera gazlarının, Sanayi Devrimi’nden başlayarak zaman içinde atmosferde birikmesi sonucu ortaya çıkmıştır. İnsanlar yaşam amaçlarının başına, bol kazanç elde etmek ve bunun sonucunda rahat yaşamayı hedef olarak koymuştur. Bu, tamamen maddesel bir yaşamı kendisine amaç edinen insanların mantığıdır. Çevreye ve diğer insanlara ne olursa olsun, onları ilgilendirmez. Asrımızın en önemli problemi olan küresel ısınma böyle bir düşüncenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Sanayi tesisleri anormal artmış ve onların atmosfere pompaladığı CO2, CH4, N2O gibi gazların miktarları atmosferde önemli ölçüde artmıştır. Dünyadaki yoğun göç ve kentleşme hareketleri yaşam standardını yükseltmiştir. Bunun sonucunda, sanayi üretimindeki artışlar son 150 yılda gittikçe artmış ve aşırı miktarda tüketilen petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtları büyük miktarda zararlı gaz ve parçacıkları atmosfere salmıştır. Bu gazlar atmosferde sera işlemine neden olup, atmosferdeki sıcaklığın fazla miktarda artmasına neden olmuşlardır. En fazla ısıyı CO2 tutmaktadır. İşte bunun sonucunda günümüzdeki küresel ısınma ve küresel iklim değişiklikleri ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılın ortalarından günümüze kadar olan süre içinde, küresel ortalama hava sıcaklığı 0,3 - 0,6oC artmıştır. Gelecek 40 yıl içinde her 10 yılda bir 0,1oC’den daha fazla sıcaklık artışı beklenmektedir. Küresel ısınma sonunda buzulların erimesi, yağmurların sağanak şeklinde yağması, orman yangınlarının artması, fırtına ve sel baskınlarının artması, sıtma ve malarya gibi hastalıkların artması ve kuraklığın artması gibi olayların çoğalmasına neden olacaktır. Bu sonuçlar insanların büyük bir kısmını olumsuz yönde etkileyecektir. Bunun önüne geçilmesi için sanayi üretimlerin daha kaliteli yapılıp, sera gazlarının çıkışını azaltmak gerekmektedir. Ancak bu maliyeti arttırdığından gelişmiş sanayiye sahip ülkeler buna karşı çıkmaktadırlar. Tatlı kârlarının bir kısmından vazgeçmek istememektedirler. Bu aşırı kâr hırsı bütün dünyayı ve insanlığı bir felaketin içine sürüklemektedir. İnsanların bu aşırı kâr hırsları ve çevreye zarar vermeleri İslamiyet’e aykırıdır. Bu aykırı davranışlar insanlara bir fesat olarak geri dönmektedir (Rum suresi, ayet 41). Bu felaketlerden kurtulmanın tek yolu, insanların İslam şeriatının emrettiği tarzda bir hayatı kendilerine amaç edinmeleridir. Aksi halde, aşırı kazanç hırsı ve çevreyi umursamamak dünyayı bir felakete doğru sürükleyecektir. İslam şeriatı insanların iktisatlı, vasat bir hayat yaşamalarını emreder. Halbuki insanlar bu çizginin çok uzağındadırlar. Dolayısıyla kötülükler de zorunlu olarak beraberinde gelmektedir.
İmtihan olan musibetler İnsanların karşılaştıkları bazı kötülük ve felaketler, Allah Teâlâ’nın bir imtihanı olarak da karşılarına çıkabilir. Çünkü bir ayette şöyle denilmektedir: “Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele!” (Bakara suresi, ayet 155). Bu ayete göre insanlar Allah tarafından kötülüklerle imtihan edilmektedir. Bunlara karşı iman eden, salih ameller işleyen ve bu musibetlere karşı sabırlı olanlara müjdeler verilmektedir. Dolayısıyla insanların görevi kötülük ve felaketlere karşı bilinçli olarak sabırlı olmalarıdır. Çünkü dünya bir imtihan yeridir. Dünya hayatı, kimin daha iyi fiillerde bulunacaklarını belirlemek için bir imtihandan ibarettir. “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür ve bağışlayıcıdır.” (Mülk suresi, ayet 2) Bu dünya imtihanını başarıyla geçenler, ahirette mutlu bir yaşam süreceklerdir. İnanan insanların başına gelen hastalıklar ve musibetler, aslında onlar için birer hayır vesilesidir. Çünkü bu kötülükler, inananların bazı günâhlarının temizlenmesine ve kemale ermelerine neden olmaktadır. Bununla ilgili olarak şu hadisleri ifade edebiliriz: “Mümin kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü hatta ufak bir tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle müminin günahlarından bir kısmını mağrifet buyurur.” “Mümin erkek ve kadının nefsinde, çocuğunda, malında bela eksik olmaz. Tâ ki hatasız olarak Allah’a kavuşsun.” İnsanlardan kimler en çok belaya uğrar? diye sorulduğunda, Peygamberimiz (sav) şu cevabı vermiştir: “Peygamberler, sonra büyüklükte onlara ve bunlara yakın olanlar. Kişi diyaneti nispetinde belaya maruz kalır. Kim dininde şiddetli ve sağlam olursa onun belası da şiddetli olur. Şayet dininde zayıflık varsa, Allah onu da diyaneti nispetinde imtihan eder. Bela kulun peşini bırakmaz. Tâ ki o kul hatasız olarak yeryüzünde yürüyünceye kadar.” Kötülük olarak gözüken olaylarda bir hayır tarafı; tersine olarak hayır gibi gözüken olaylarda da bir şer tarafı vardır. Dolayısıyla dünyada mutlak kötülük diye bir şey yaratılmamıştır. Bir olayın kötülük olarak algılanması aslında izafi bir bakış açısıdır. Birçok kötülük olarak algılanan olaylar aslında insanlar için hayır getirmektedir. İnsanların savaşlarda, felaketlerle yok olmasının aslında olumlu bir tarafı da vardır. Çünkü savaş gibi felaketler, insanların işledikleri günâhların birikip çoğalması sonucu ortaya çıkmaktadır. İnsanların işledikleri günâhların artması ise toplumu fesada sürüklemektedir. Gün geçtikçe fesat toplum da kök salmaktadır. Böyle bir toplumun düzelmesi ve fesadın ortadan kalkması için buna neden olan insanların ortadan kalkması gerekmektedir. Çünkü belirli bir günâh seviyesinden sonra insanların tövbe edip salih amel işleyerek, tekrar eski hallerine dönmeleri mümkün olamamaktadır. Dolayısıyla bu durumdaki toplumların ortadan kalkmaları ile fesat ortadan kaldırılmaktadır. Bu nedenle en büyük kötülüklerden sayılan savaşlar, fesadı ortadan kaldırarak insanlara hayır getirmektedir. Bunun sonucu olarak insanlar, savaşlardan sonra bir müddet huzurlu bir ortamda hayat sürebilmektedirler. Bu gerçeği şu ayette görebiliyoruz: “…Eğer Allah’ın insanları birbirleriyle defetmesi olmasaydı, yeryüzü mutlaka bozulur giderdi. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı büyük bir lütuf sahibidir.” (Bakara suresi, ayet 251) Eğer hastalıklar olmasa insanlar devamlı sağlık ve güç sahibi olurlardı. Bu durumda, hiçbir sıkıntı görmeyen insan, kendisini üstün bir durumda görürdü. Bu insanı büyüklenmeye, haram işlerle uğraşmaya iterdi. Çünkü nefis ve şeytan insana daima kötü ameli tavsiye eder. Eğer insan uzun süre sağlıklı, güçlü ve sıkıntısız bir hayat yaşarsa, kolaylıkla bu kötü tavsiyelere uyarak haramlar işleyebilir. Çünkü insan yaratılış olarak zayıftır. Bu insanı, ahiret hayatı bakımından bir uçurumdan aşağıya iter. İşte hastalıklar, insanların bu şekilde günâhlarda aşırılık içine düşmelerini engeller. Çünkü hasta olan insan keyif sürüp yoldan çıkmaya hevesi kalmaz. İşte “Her şerde bir hayır varır.” hükmünün tezahürü bu şekildedir. Bu hassas denge, Allah Teâlâ’nın evrende kurduğu bir düzendir ve amacı insanların iyiliğidir. Bununla beraber insanlar, şeytan ve nefislerinin baskısı altında şeriata aykırı işlere yönelmeleri zamanla artmaktadır. Büyük felaketler bu artışı engellemekte ve kısmen geriye dönüş olmaktadır. Ancak bu gelgitler zaman içinde olumsuz yönde büyüyerek öyle bir hal alacaktır ki, dünya üzerinde iman sahibi olan tek bir insan kalmayacaktır. İşte bu durumda kıyamet kopacak ve ahiret hayatı başlayacaktır. Bu durum ile ilgili aşağıdaki hadisleri zikredebilir: “Enes (ra) şöyle dedi: Resûlallah (sav) ‘Allah, Allah diyen hiçbir kimse üzerine kıyamet kopmaz’ buyurdu.” “Yeryüzünde, Allah Allah! denildiği müddetçe kıyamet kopmaz.” Bu olgu tarihçiler ve sosyologlar tarafından da teyit edilmektedir. Çünkü bilim adamları, ülkeler arasındaki savaşların, ülkelerdeki ekonomik ve sosyal hayatın sağlıklı olarak devam etmesinin artık mümkün olmadığı durumlarda, bunalımın patlaması ile ortaya çıktıklarını ileri sürerler. Bu gerçek tarihteki büyük savaşlarda gözlemlenmektedir. Bu tespit İslam’ın yaptığı tespit ile aynıdır. Çünkü toplumlardaki fesadın birikmesi, orada ekonomik ve sosyal hayatın sağlıklı devam etmesini engeller. Sonuçta harplerle bu fesat ortadan kaldırılmış olur.
Sorulara cevaplar Yukarıda anlatılanların ışığı altında, kötülük probleminde ortaya atılan sorulara şimdi İslamiyet açısından aşağıdaki cevapları verebiliriz: 1) Dünyada kötülüklerin mevcut olması bir ilahi rahmettir. Eğer bu kötülükler olmasa insanlar iyiliklerin kıymetini bilemezlerdi. Bu kötülüklerle insanlar dünya hayatında imtihan olmaktadırlar. Bu imtihan onların ahiret hayatlarını kazanmalarına vesile olmaktadır. 2) Allah Teâlâ mutlak güç sahibidir. Dileseydi bütün kötülükleri ortadan kaldırırdı. Ama o zaman kötülüklerle ilgili hikmet ve faydalar da ortadan kalkmış olacaktı. Şerlerde olan hayırların insanlara hizmet etmesi için, Allah Teâlâ kötülükleri ortadan kaldırmamaktadır. 3) Allah Teâlâ, Âlim sıfatı ile her şeyi bilmektedir. Dolayısıyla kötülük olarak adlandırılan her şeyi bilmektedir. Ancak onlara mani olmamasının bir hikmeti ve sebebi vardır. İnsanların yararına olan bu hikmet ve sebep, şerlerde mevcut olan hayırlardır. 4) Dünyada kötülüklerin mevcut olması Tanrı kavramı ile çelişmez. Çünkü Allah evrendeki her şeyi insanların hizmetine vermiştir. Evrendeki her şey zıtlarıyla birlikte yaratılmıştır. Bu iki ayrı kutup halinde birbirine zıt yaratılışın birçok hikmet ve sebepleri vardır. Bu zıtlıklar evrendeki mükemmel düzenin işleyişinin bir gereğidir. Bu bağlamda hayır ve şer de birbirinin zıddıdır. Onların bir arada bulunması insan hayatı için çok önemlidir. Yalnız iyiliklerin olduğu bir dünyada insanın ahiret hayatı için hazırlanması, yani kemale ermesi mümkün değildir. Dünya ahiret hayatının tarlasıdır. Burada ne ekip biçersek ahirette o karşımıza çıkacaktır. Ancak hikmet-i ilahinin bir gereği olarak, dünyadaki kemalat ancak kötülüklerin de bulunduğu bir ortamda mümkün olmaktadır. Dolayısıyla insanların ahiret hayatını kazanması için imtihana tâbi tutulmaları ve kemale ermeleri için dünyadaki kötülüklerin mevcut olması gereklidir. Tanrı’ya ve O’nun mutlak gücüne inanmayan veya inanmak istemeyen insanların binlerce sene sorguladıkları kötülük problemi ile ilgili hususlar, İslam dini ile tamamen çelişkisiz bir şekilde yukarıda açıklığa kavuşturulmuştur. Sonuçta bunlar bir inanç meselesidir. İnsanlar burada anlatılanlara inanmakta ve inanmamakta özgürdür. Kişi, kendi cüzi iradesi ile karar vermek zorundadır. Vereceği karar, kendisinin ahiret hayatında mutlu mu, yoksa bedbaht mı olacağının bir delili olacaktır.
Yukarıda anlatılanlarla bugünkü dünya gerçeği arasında çelişki var mı? Bugünkü Müslüman olan ve Müslüman olmayan toplumlara baktığımızda, yukarıda anlatılanların çeliştiği kanısına varan insanlar olabilir. Aslında görülen çelişki değil, bilakis yukarıda belirttiklerimizin teyididir. Halkının büyük bir kısmının Müslüman olan toplumlar bugün terör, savaş, istikrarsızlık, ekonomik bunalım ile karşı karşıya oldukları görülür. Oysa halkı Müslüman olmayan batı toplumlarının zahiren daha düzenli, daha istikrarlı hayat sürdükleri görülmektedir. Bugünkü Müslüman toplumlar gerçek İslam hayatını maalesef yaşamamaktadır. Bunlar için İslam dini sadece şeklen uyguladıkları ibadetlerden ibarettir. Oysa İslam dini insanın bütün hayatını düzenleyen bir dindir. Eğer kişi hırsızlık yapıyorsa, yalan konuşuyorsa, haram yiyorsa, zulüm yapıyorsa kıldığı namaz ve tuttuğu oruç kendisini kurtarmaya yetmeyecektir. Bu insanların çoğunda ılımlı İslam ve yeni selefilik inancı hakimdir. Bunlar ise gerçek İslam’a göre küfür ve dinden sapmadır. Dolayısıyla İslam ülkelerinin bugünkü perişan hallerine şaşmamak gerekir. Halkı Müslüman olmayan toplumlarda ise, insanların daha düzenli, istikrarlı ve rahat oldukları görülmektedir. Bunun nedeni, bu toplumlarda yaşayan insanların doğru olmayı, hırsızlık ve dolandırıcılıktan uzak durmayı başarabilmeleridir. Çünkü onlar, toplumda haksızlık, sahtekârlık artarsa bundan kendilerinin de zarar göreceği bilincine sahihtirler. Bu nedenle önce kendilerini bu kötü işlerden uzak tutmaktadırlar ve toplumda düzenin doğru çalışması için gayret göstermektedirler. Bunu temin etmek için, birçok yasa ve düzenlemelere uyulması gerektiği bilincinde ve bizzat uygulamaktadır. Eğer bir toplumun fertlerinin çoğunluğu dürüstlük tarafında ise ve onu kendi hayatlarında da uygularlarsa, toplumda istikrar ve huzur ortaya çıkar. Bu Allah’ın evrende koyduğu bir kuraldır ve bu kurallar değişmez. Bu toplumun fertleri inanç olarak İslam dinini kabul etmeyebilir. Bunun karşılığı ahiret hayatlarının kararmasıdır. “Allah dilediği kimseye rızkı genişletir de, daraltır da. Onlar ise dünya hayatı ile ferahlanmaktadır. Oysa, dünya hayatı ahiret hayatının yanında bir yol azığından ibarettir.” (Rad suresi, ayet 26) “İnsanlardan kimisi: ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!’ derler. Onun için ahirette hiçbir kısmet yoktur.” (Bakara suresi, ayet 200). Batı toplumlarının insanları büyük çapta dünya nimetlerinin peşindedir. Onlar için hayatın amacı maddedir. Ellerine ne kadar çok mal, para, servet geçerse o kadar hayatlarından memnundurlar. Onlar sadece dünyalık istediklerinden karşılığı dünya hayatında kendilerine verilecektir. Toplum hayatında dürüst olmalarının karşılığı olarak yaşadıkları toplum huzurlu olacaktır. Bununla beraber, iman ve amel yönünde işledikleri günâhlarından dolayı, zaman zaman çeşitli kötülük ve musibetlerle karşılaşacaklardır. Batılı toplumların aralarında birçok savaşların olduğu tarihten biliniyor. Ayrıca hastalık gibi musibetler onları da sarmaktadır. Onların da elleriyle kazandıklarının karşılıkları kendi toplumlarında fesat olarak karşılarına çıkmaktadır. Her ne kadar bu insanlar dışarıdan mutlu ve huzurlu görülseler de, bu toplumların da kendine has dertleri vardır. Psikolojik hastalıklar, depresyonlar ve sapıklıklar Batılı toplumlarda daha yaygındır. Çünkü tatmin olmak için yalnız maddi vasıtalar kullandıklarından, dengeli manevi hayatları yoktur. İnsanın yapısı, fıtraten yalnız bedeniyle değil, ruhuyla da dengeli yaşamak zorundadır. Fakat bu insanların ruhları tatmin edilmiş değillerdir. Çünkü ruhlar ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olurlar. Bu da İslamiyet’i kabul etmekle mümkündür. “Onlar iman etmiş ve kalplerini Allah zikriyle yatışmış olanlardır. Evet iyi bilin ki, kalpler Allah’ın zikri ile yatışır.” (Rad suresi, ayet 28). Batı toplumları dış görünüşte huzurlu ve rahat görülseler de, bu toplumlar birbirlerini sevmezler. Aralarında düşmanlık vardır. Bu düşmanlık, herhangi bir fesat doğduğu zaman aralarında savaşların ortaya çıkmasına neden olur. Bu savaşlar bu toplumlara çok fazla zarar vermiştir. “Biz Hıristiyan’ız diyenlerden de söz almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu unutmuşlardı. Biz de onların arasına, kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık soktuk. Allah, ne yapmış olduklarını onlara elbette haber verecektir.” (Maide suresi, ayet 14). Batılı toplumlar kendi aralarında şiddetli çekişmelere sahiptirler. Onlar dış görünüş olarak toplu sanılır, ama aslında onların kalpleri dağınıktır. Savaşlarda bu insanların birbirlerine karşı ne kadar acımasız olduğuna şahit olunur. Bu acımasızlıkla 2. Dünya Savaşı’nda Hitler Almanyası 6 milyon Yahudiyi vahşi bir şekilde öldürmüştür. Bu toplumlar bu hallere düşünemedikleri için düşmüşlerdir. Eğer akıllı olsalardı, İslam dinini seçerler ve onun şeriatına göre yaşarlardı. O zaman Allah Teâlâ, aralarındaki düşmanlığı kalplerinden kaldırırdı. Bugünün en büyük yanılgılarından biri de, Batı’nın sanayi devrimini yaparak, dini ve dogmaları terk ederek bugünkü refah ve zenginliğe ulaştıklarının düşünülmesidir. Bu düşünceler fakir İslam ülkelerinde yayılmakta ve insanların İslam dinini terk etmelerine çalışılmaktadır. Batı’daki sanayi devriminin getirdikleri yanında birçok götürdüğü şeyler vardır. Sanayinin büyümesi, sermayenin belirli ellerde toplanması, toplumun fertlerinin sömürülmesi ile elde edilmiştir. İngiltere’de 17. asırda insanlar, daha çocuk yaşta kömür ocaklarında çalıştırıldıklarından, ortalama ömür 25 yıl olmuştur. Zamanla kendi ülkelerindeki çalışanların durumu düzelse de, aynı sermaye sahipleri Afrika, Asya ülkelerinin insanlarını sömürerek onların doğal zenginliklerine el koymuşlardır. Böylece Afrika ve Asya toplumları fakirleşirken, Avrupa toplumları daha da zenginleşmiştir. Yani, Batı’nın zenginliği tamamen çalışılarak elde edilen masum bir zenginlik değildir. Aynı şeyleri bugün de görmekteyiz. Geri kalmış ülkelere silah satıp savaştıran zihniyet, onların yeraltı zenginliklerine el koymuştur. Böyle bir zenginlik ve sömürü İslam şeriatı açısından yasaktır. Bu nedenle Batı’lı, kendine düşman olarak İslam’ı koymuştur. Çünkü gerçek İslam ayakta durdukça, emperyalist güçlerin uykuları kaçmakta ve hayallerini karartmaktadır. Korkunun ecele faydası yoktur. Belli bir süre sonra, inşallah, İslam tekrar yükselecek ve bugün zulüm yapanları yok edecektir. Ancak o güne kadar sabırla mücadeleye devam edilmelidir. Bütün kötülüklerde bir hikmet olduğu gibi, bu süreç de Müslümanlar için bir imtihan olup, hayra vesiledir. “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsiniz.” (Âl-i İmran suresi, ayet 139) Yukarıdaki anlattıklarımıza göre, Kötülük Problemi’ne İslam dini açısından yaptığımız tespitler çelişkili değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın evrende koyduğu kuralları ve sünneti bütün insanlar için geçerlidir.
Sonuç Dünya üzerindeki kötülükler ve felaketler göreceli olgulardır. Bir kötülük olgusunda inanan bir insan için daima bir hayır tarafı vardır; inanmayan bir insan için ise bir şer ve cezalandırma tarafı vardır. Dolayısıyla oluşan bir kötülük, inanan için bir imtihan vesilesidir ve kişi sabırlı olursa kendisi için hem dünyada hem de ahirette müjdeler vardır. Buna mukabil bir kötülük olgusu, inanmayan bir insan için şer ve ceza sebebidir. Buna göre mutlak kötülük diye bir kavram söz konusu değildir. Bu makalemizde, Kötülük Problemini Kur’an ve sünnet yönünden ele aldık ve açıkladık. Bundan sonraki makalemizde Kötülük Problemini Tasavvuf yönünden ele alacağız. Tanınmış İslam alimlerinin bu konudaki görüşlerini açıklayacağız inşallah. Selam Peygamberimizin (sav), onun ehl-i beytinin, ashabının, bütün nebi ve resullerin, bütün Allah dostlarının üzerine olsun.
Kaynaklar “Akıl ve İnanç, Din Felsefesine Giriş”, M. Peterson, Küre Yayınları, İstanbul, 2006. “Kötülük ve Musibetler”, Metin Özdemir, DİB Yayınları, Ankara, 2015. “Kur’an-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlisi”, Mahmud Ustaosmanoğlu, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2009. “Muvatta”, Malik bin Enes, Konya Kitapçılık, İstanbul, 2008. “Rûhu’l-Beyân Tefsiri”, İsmail Hakkı Bursevî, Damla Yayınevi, İstanbul, 2010.
Yorum ve Eleştirileriniz için : yorum@ilimvetasavvuf.com
|