İnsan ruhu emir alemindendir. Bu nedenle hiçbir varlıkta bulunmayan Allah Teâlâ'ya yakın olma özelliğine sahiptir.

Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki ruh Rabbimin emrindendir.” (İsra, 17/85)

Ruhlar saf saf dizilmiş ordular gibidir. Daha önce birbirleriyle tanışanlar ülfet eder, tanışmayanlar arasında ihtilaf olur.” (Hadis)

Emir aleminde hiçbir şekilde sayı ve ölçünün yeri yoktur. Buna mukabil yaratılan kainat ise sayılabilen, ölçülebilen ve miktarlarla ifade edilebilen bir âlemdir. Emir alemi, hiçbir maddi vasıtaya ve zamana bağlı olmaksızın “kün/ol” emri ile oluşmuştur. Kainat aleminin oluşması ise maddi vasıtalar ve belirli bir zamanın geçmesi ile meydana gelmiştir. “Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Araf, 7/54) buyurulmuştur.

Emir alemi “kün” hitabıyla eşsiz bir fıtrat ve maddesiz bir özle “Hayy” sıfatından hayat bulmuştur. Emir alemi varlığını “Kayyum” sıfatı ile sürdürür ve ruhlar aleminin maddesidir. Ruhlar alemi melekût aleminin kaynağıdır. Melekût alemi de mülk aleminin masdarı (kaynağı) dır. Bu nedenle, mülk alemi melekût alemi ile ayakta durabilir. Melekût alemi de ruhlar alemi sayesinde ayaktadır. Ruhlar alemi ise insan ruhu ile ayakta durur. İnsan ruhu da “Kayyum” sıfatı ile varlığını sürdürür. Mülk ve melekût alemindeki bütün varlıkların meydana gelmesinde bir vasıta kullanılırken, insan ruhu “kün/ol” hitabıyla vasıtasız olarak meydana gelmiştir. İnsan bedeni de vasıtasız olarak Allah tarafından oluşturulmuştur: “Adem'in çamurunu iki elimle kırk gün yoğurdum.” Aynı şekilde beden ve ruhun birleşmesi “ona ruhumdan üfledim.” (Hicr,15/29) sırrıyla yine vasıtasız olmuştur.

Ruhun kemal sıfatına ulaşabilmesi için rububiyet sıfatıyla süslenmesi (tahliyesi) gerekir. Bu şekilde ruh Allah Teâlâ'ya halife olma hakkını elde eder. Bunun için insan nefsi önce şeriat ile bağlanmalı, daha sonra da kalbin arındırılması ile ruhun süslenmesine geçilmelidir. Böylece “Bana yürüyerek gelene Ben koşarak gelirim.” sırrıyla, Hakk Teâlâ'nın lütufları, uluhiyet ışığının feyzi ve ilahi tasarrufun cezbeleri arka arkaya insana ulaşır. Bu şekilde bir ömür boyu mücahede ile elde edilemeyen nefsin temizlenmesi, bir anda ortaya çıkar. Çünkü “Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe iki dünya ameline denktir.” buyurulmuştur.

 

Ruhun Süslenmesi (Tahliyesi)

Ruh başlangıçta çocuk gibidir. Süslenmeyi hak edebilmek için önce terbiye edilmesi gerekir. Ruh, ruhlar aleminde bulunurken Allah tarafından rızıklandırılır. Bu alemde ruh bütün ruhani ilim ve marifetlere sahiptir. “Rabbim'in yanında gecelerim, Rabbim beni yedirir, içirir.”

Ancak ruh insan bedenine girince bu nimetlerden mahrum kalır. Ayrıca şehadet alemine ait ilim ve marifetlerden de haberdar değildir. Bu nedenle, hayvanî tabiatının gerektirdiği şekilde hareket ederek kendisini helak edebilir. Bunun önüne geçmek için ruhun eli ve ayağı, şeriatın emir ve yasaklarıyla ile bağlanmalıdır. Böylece ruhani sıfatların nefsani sıfatlara dönüşmesi engellenir.

Ruh çocuğuna daha sonra tarikat ve hakikat memesinden arınma ve süslenme sütü verilir. Onun bu beslendiği gıdalar, binlerce yıl boyunca bulunduğu ruhlar alemindeki gıdalarla aynıdır. Bu gıdalarla kalbi kuvvet kazanır ve onunla beslenip güçlenir. Böylece emanet yükünü taşıyabilecek hale gelir ve “…sizi arzın halifeleri yaptı…” (Enam, 6/165) sırrına ulaşır. Ruhun bu beslenmesi ya bir peygamber veya peygamber makamını temsil eden bir mürşid tarafından gerçekleştirilir. Böylece ruh helak olmaktan kurtulur.

Ruhun bedenle tam bir bağlılık içinde olabilmesi için, insanın bütün sıfatlarının mahalli olan bedenin her bir bölgesi ile bu sıfatların ortaya çıkması gerekir. Hırs, gazap, şehvet ve diğer sıfatların insan bedeninde ortaya çıktığı mahalleri vardır. Bu sıfatlar o mahallerde ortaya çıkmadıkça, ruh o bölgelere tam olarak bağlanamaz. Ruhun terbiyesi ile, beden vasıtasıyla ona taalluk eden beşeri kuvvetler, hisler ve diğer sıfatların hepsi tedrici olarak kaybolur. Çünkü beşerin kuvvet ve sıfatlarının her biri insanı Allah'tan uzaklaşmasına ve perdelenmesine neden olmuştur. Ruhun hoşuna giden her şey aslında onun ayağına bir bağ ve boynuna bir zincirdir. Bu bağlar ve zincirler onda Hakk’a karşı bir korku oluşturmuş ve Hakk'ın cemalini seyretme zevkinden uzak kalmıştır. Ruh ilgi duyduğu bütün nesneler ve sıfatlardan kurtulursa, bağlar ve perdeler ortadan kalkar, Hakk’a yakınlık hasıl olur. Hakk’tan kaynaklanan mutluluğun kokusu kendisine ulaşır.

Ruh bu dönemde iki taraftan terbiye edilir: Tarikat ve Hakikat. Tarikat, ruhu, tabiatından kaynaklanan ilgilerden alıkoyarken, hakikat ise ona gaybi düşünceler ve Allah'ın nurundan kaynaklanan haberler ve pırıltılar ulaştırır. Ruh, ruhanî nur tecellileri ile cismanî ilgilerinin bağını koparır, beşeri sıfatların hepsinden kurtulur. Böylece ruh daha önceki fıtratının sınırına ulaşarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabını işitir ve “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” cevabını verir.

Ruh, beşeriyet elbisesini çıkararak, hayal ve vehimden kaynaklanan afetlerin etkilerinden kurtulur. Mülk ve melekût aleminde bulunan her şey ona arz edilir. Kendi içinde ve dışındaki Hakk’ın bütün ayetlerini müşahede eder. Bu halde, baktığı her şeyde Hakk’ın delillerini seyreder. “Baktığımda kendisinde Allah'ı nazar etmediğim hiçbir şey görmedim.” sırrına ulaşır. Burada aşk billurlaşmış ve ruh aşkla sarmaş dolaş olmuştur. Aralarındaki ikilik ortadan kalkmıştır. Artık ruh, kendisini bulmak istediğinde aşk ile bulur. Bu durumda beden ruhla, ruh ise aşkla hayattadır.

Bu makamda aşk ruhun yerine geçer, beden de onun vekilliğini üstlenir. Ruh, Samediyyet Cemâlinin kandili etrafında dönen pervane olur. Şehadet alemindeki unsurlarla olan ilgisinden dolayı oluşan zalimlik ve cahillik kanatlarıyla Ehadiyyet sarayının etrafında kanat çırpar. Bu durumda ruhu, “Bana bir karış yaklaşana Ben bir kulaç yaklaşırım.” sırrınca Rububiyet lütufları karşılar. Bu ruha ferahlık ve genişlik verir. Böylece Rabbi ile arasında “Allah onları, onlar da Allah'ı sever.” (Maide, 5/54) sırrı ile aşk ve iltifat oluşur.

Doğrusu Biz sana, taşıması ağır bir söz vahyedeceğiz.” (Müzzemmil, 73/5) ayetinin sırrınca, aşk şarabının kadehlerindeki tehdidin tadı ruha ulaşarak, bunun tesiri vücudun bütün organlarına hücum eder. Bunun etkisiyle, ruh yüzünü varlıktan yokluğa (fena) döndürür.

Bu makamda ruh bir süre “Araf” sıfatının menzilinde kalır. Araf, Hakk’ın sıfatlarından olan ve cennet alemi ile cehennem arasında bulunan sıfatlara sahiptir. Araftaki şuhud şarabıyla, varlığın geri kalan sıfatları yok edilir. Bu şekilde ruhun dünyanın istek ve arzularından tamamen kurtulması istenir. Burada kaldığı sürece, Allah'a olan şevki galebe eder ve gaybî tecellilerle ruhta zâhiri ve bâtıni çeşitli kerametler meydana gelir. “Gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize yaymıştır.” (Lokman, 31/20)

Bu makamda bu nimetlere gözün kapatılması gerekir. “Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı” (Necm, 53/17) güzelliği ile süslenerek, Allah'ın en büyük ayetini mütalaa etmeye hak kazanmalıdır. Bu makamda gözyaşları dökülür. Bu kerametlere aldanarak, yüzlerini Hakk’tan çevirip halka döndürenler kaybederler. Bu durumda bolluktan sonra kıtlığa düşmüş gibi olurlar. Bu makamda kerametlerle kendini beğenip gurura kapılmamak gerekir. Bu makamda birçok sıddıkın kanı imtihan toprağını dökülmüş ve kendilerine merhamet edilmemiştir.

Fakat keramet nimetine değil, nimeti verene yani Allah Teâlâ'ya yönelenler bahtiyar olurlar. “Tarafımızdan kendilerini güzel akıbet takdir edilmiş olanlara gelince, işte bunlar cehennemden uzak tutulurlar.” (Enbiya, 21/101) sırrına ererler. Burada kendilerine arz edilen makamların hiç birine iltifat etmeyerek, Hz. Muhammed (sav)'in fakirlik ve düşkünlük istemesine uygun hareket etmelidir. Yokluk kapısını çalmalıdır. Kölenin isteği olmaz, çünkü istemek varlıkla ilgili bir husustur. Bu eşikte bin yıl kalsa da, kendisine iltifat edilmese de melûl olmamalı, yüzünü Hakk’ın kapısından başka bir yöne çevirmemelidir.

Bu makamı Necmeddîn-i Dâye (ks) Hazretleri “Mirsâdü’l-İbâd” adlı kitabında şöyle anlatmaktadır:

“Bütün peygamberler ve veliler bu makamda hayretler içinde aciz kalmışlardır. Buradan insanlık ayağı ile geçilemez. Bu topu erkeklik pazusuyla taşımak da mümkün değildir.

Bu makamda kuvvet terkeşinde bulunan her gayret oku atılmış fakat bunlardan hiçbirisi kabul nişangahına ulaşamamıştır. Burada gül gibi teslim olmak, çınar gibi elini duaya açmak gerekir. Ne elde çekilen bir hançer, ne de bir su başına atılmış nilüfer gibi olmamalı. On dili olsa da zambak gibi susmak, nergis gibi gözlerini kapamak, menekşe gibi acziyetle boyun eğmek, ciğeri yanmış lâle gibi miske benzer koku vermek gerekir.

Burası mâşukun nâz, âşığın tamam niyaz makamıdır. Burada ruhun bağlandığı her şey aşk tavlasında mağlup olur, o artık iflas etmiş bir biçâredir. Şimdi eli kana bulaşmıştır ve canından vazgeçmesi gereklidir.

Ne zaman ki Hakk'ın lütuf esintileri inâyet tarafından esip ruha ulaşır, Yakup gibi yanmış bir gönül ve derin bir iç çekişle şöyle der: “Eğer bana bunamış demezseniz inanın ben Yusuf'un kokusunu alıyorum.” (Yusuf, 12/94)

Bu durumda ruhta, aşkın şevk ve endişe galebeleri ortaya çıkar ve onu kendi kendine melûl eder. Kendinden geçer, kendi helâkine çalışarak Hüseyin Mansûr gibi feryâd eder.

Bu zaman zarfında ruhu İzzet eşiğinde bekletirler, ayrılık işkencesi ve iştiyak derdiyle baş başa bırakırlar. Onda bir pervânelik ve divânelik ortaya çıkar.

Ruhun bu yıkılmışlık, acziyet ve çaresizliği kendisinden ve yaptığı işlerden ye’se düşmesine neden olur. Böylece “istekler reddedilmiş, yol kapatılmıştır” hakikatine ulaşır, kendinden uzaklaşır ve bu durumdan dolayı inler.

Çaresizlik makamındaki bu gönlü yanmışın iniltisi Hazret-i Rahîm’e yükselir, “yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren…” (Neml, 27/62) kaziyyesince Samediyyet güzelliği önündeki  İzzet perdesini kaldırır ve bağrı yanmış âşığı binlerce lütufla okşar.

Samediyyet cemâlinin kandili tecellî edince pervâne sıfatlı ruh kanat çırpar, kandilin ışıklarının çekiciliği kelebeğin varlığını yok eder. Tecelli nurunun güneşi, kelebeği kandillik sıfatından tahliye eder, Ehadiyyet Celâl kandilinin fitilini ateşlediğinde ruh kelebeğinin harmanında bir saman çöpü bile bırakmaz, yakar.

Burada Samedî Cemâlin nuru, ruha ruh olur ki,  “İşte onların kalbine Allah iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir.” (Mücâdele, 58/22) gelmiştir. İnsan canını kaybetse bile bu can asla yok olmaz.”

Bu eşik fena alemi ile beka aleminin sınırıdır. Bundan sonra ruhun terbiye edilmesi, uluhiyet cezbelerinin süslemeleri ile gerçekleştirilecektir. Çünkü Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe her iki dünya alemine denktir.

 

Ruhun Süslenmesinde Kamil-i Mürşide Duyulan İhtiyaç

Din yolunda sülûk etmek ve yakîn alemine ulaşmak, ancak bu yolu bilen bir kâmil şeyh ile mümkündür. Aslında başlangıçta hidayet için ne peygambere ne de bir şeyhe ihtiyaç vardır. Hidayet öyle bir tohumdur ki, gönüllerin toprağına ekildiğinde ona sadece Hakk’ın inâyet nazarı tesir eder. Nitekin Hz. Muhammed (sav) kaç defa bu toplumu Ebû Tâlib'in gönül toprağına ekmeğe gayret etti ise de, Allah'ın izni olmadığından bunu başaramadı. Ancak nerede bu tohum yeşerirse, onun terbiyesi için bir peygambere ya da bir mürşide ihtiyaç vardır.

Salîkin bu yolda bir kâmil-i mürşide ihtiyacı olmasının birçok sebepleri vardır. Bu sebepler şunlardır:

1) Hakikat yolunda binlerce nebi ve resul yürümüştür. Bunların bir tanesinin bile bıraktığı iz yoktur. Yolculuğa yeni başlayacak olan salîkin işin başında bu yolu görebilecek ne bir gözü ne de bir kuvveti vardır. Ayrıca salîk ilk başta zalimlik ve cahillik kapısından çıkmaktadır. Yolda kendisini görme ve bilme durumu yoktur. Bu nedenle böyle uçsuz bucaksız bir çölü geçmek için bir rehbere ihtiyacı olduğu aşikârdır.

2) Zahiri yollardaki hırsız ve eşkıyalar olduğu gibi hakikat yolunda da dünyevî süs ve güzellikleri vardır. “Nefsani arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı.” (Ali İmran, 3/14) ayeti bu sırra işaret eder. Hakikat yolunda nefis, heva, kötülük ve şeytanların kardeşlerinin hepsi yol kesici harâmîlerdir. Velâyet sahibi bir muhafız olmadan bu yoldan geçmek mümkün değildir.

3) Hakikat yolunda şüphe ve kaymalara sebep olacak birçok tehlike ve derin uçurumlar vardır. Bu uçurumlara birçok kişi bu yolda tek başına olduklarından düşmüştür. Felsefecilerin bu yolda pek çok şüpheye düşmelerinin nedeni, tek başlarına yol almak istemelerindendir. Dehriler, Tabiatçılar, Brahmanlar, Ehl-i Teşbîh, Muattıla, İbâhîler ve diğer heva ve bidat ehli olanların hepsi bu yolda öndersiz sülûk etmişler ve helâk olmuşlardır.

Ancak kamil bir mürşidin himayesinde yola çıkanlar bu tehlikelerden uzak durabilmişlerdir. Herhangi bir kaymaya maruz kalmadan güvenli bir şekilde yolu geçmişlerdir. Bunlar saadet ehlidir.

4) Hakikat yolunda yürüyenler çeşitli imtihan ve belâlara maruz kalırlar. Bu nedenle de bu belâ ve imtihanların etkisiyle yolda kalma çok olur. Salîkte bu imtihanlardan dolayı kabz hali, üzüntü ve durgunluk oluşur. Şeyh salîkin bu durumunu latif hilelerle giderir ve bazı işaretlerle içindeki şevk ve iradeyi harekete geçirir. “Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.” (Zariyat, 51/55)

5) Bu yolda yürüyen salîkin içinde çeşitli illet ve hastalıklar meydana gelebilir. Bazı bozuk maddelerin tesiriyle yolculuktaki istek ve irade bozulabilir. Bu bozukluğu, şeyh, usta bir tabip gibi doğru ilacı kullanarak hastalığı iyileştirir. Aksi halde salîkin yola devam etmesi mümkün olmaz.

Bu yoldaki makamların birine, manevi bazı hastalıklar nedeniyle takılıp kalan salîk afetlere uğrayabilir. Hatta imanına bile zarar gelebilir. Bu yolun her makam ve menzilinde binlerce sadık ve sıddık kimseler yolda kalmışlar ve bu hastalıklar nedeniyle imanlarını yitirmişlerdir. Bunlara karşı kâmil olan mürşide ihtiyacı vardır.

6) Hakikat yolunda, salîk bazı ruhani makamlara ulaşır. Bu durumda ruhun beşeriyet elbisesi olan vücudundan soyunur ve ona Hakk’tan bir ışık ulaşır. Bu tecelliler salîkin insanî özelliklerini yok eder. “Hak geldi, batıl yok oldu.” (İsra, 17/80) sırrı bunu gösterir. Bu makamda kalb ayna gibi temiz ve saf olur. Böylece ruhun tecellisini kabul etmeye hazırdır ve bu sebepten kendinde “ene’l-hak” ve “sübhânî” gibi zevkler ortaya çıkar. Bu noktada gurura kapılarak kemale ulaştığını zanneder. Ancak salîkin aklı, anlayışı ve vehmi bu durumu anlamaktan uzaktır. Bu durumda kâmil mürşidin tasarrufu ile salîkin elinden tutulur ve buradan kurtarılır. Böylece salîk imanının zail olmasından kurtulmuş olur. Ayrıca bu menzilde hulûl ve ittihad tehlikesi de vardır. Ancak şeyh kendisini bu zanlardan kurtarıp, ileride daha yüksek makamlar olduğunu kendini açıklar ve buralara ulaşması için teşvik eder.

7) Hakikat yolunda salîke gayb âleminden bazı görüntüler ve vakıalar ulaşır. Bunlarda mürid için bazı eğitici işaretler vardır. Bu işaretler müridin kalbinin saflığı ve bulanıklığı, nefsin yerilmiş ve övülmüş sıfatlarının dünyevi ve uhrevi perdeleri, rahmanî, nefsanî ve şeytanî halleri gösterir. Yolun başında bulunan mürid bu işaretler hakkında hiçbir bilgiye sahip değildir. Bunlar gayb aleminin dilidir ve bunları ancak ehil olan bir mürşid bilebilir. Mürşid, müridin hallerini keşfederek işaretleri ona açıklar. Ona gayb dilini öğretir. Böylece mürid yoluna devam edebilir.

8) Hakikat yolunda her salîk kendi gücü nispetinde yol kat eder. Bu yolda birçok makam ve menziller vardır. Bunları tek başına aşması yıllar sürebilir. Fakat mürid kendisini şeyhin velâyet kanatlarına bağlarsa, bu menzilleri kısa bir sürede geçer. Kendisi uçmaya güç yetiremez ama şeyhi sayesinde uçar.

9) Müridin hakikat yolunda yürümesi için zikre ihtiyacı vardır. Bu zikri, mürid tek başına yaparsa yeterince etki elde edemez. Ancak kamil bir şeyhin telkini ile bu zikirler fayda sağlar.

Zikir iki türlüdür: Hakiki zikir ve Taklidi zikir. Ağızdan çıkan ve zahiri olarak işitilen zikir taklididir. Bunun fazla bir tesiri yoktur. Bu terbiye edilmemiş bir tohumun toprağa ekilmesi gibidir. Bu tohum yeşermez. Ancak hakiki zikir, velâyet sahibi birisinin tasarrufu ile müridin hazırlanmış gönül toprağına ekilir.

Velâyet sahibi bir mürşidin telkin ettiği zikir, kendi velâyet ağacının bir meyvesidir. Çünkü o da, velâyet sahibi bir şeyhin telkini ile almış olduğu zikirdir. Bu zikir, gönül toprağında şeyhin terbiyesinin himmeti ile yetişmiş ve sonunda velâyet ağaçlığı makamına ulaşmıştır. Böylece, bu tohum tamamen olgunlaşmış şeyhlik makamının himmetiyle müridin gönül toprağında ekilir.

Gönül toprağındaki bütün olumsuzluklar tarikat eliyle ayıklandığından, şeyhin ihlas güneşinin ve himmet suyunun yardımıyla, müridin gönül toprağına ekilen tohum, hakiki iman yeşilliği halinde hemen olgunlaşır. Çünkü, “ “Lâ ilâhe illâllah” sözü, suyun çimeni yeşerttiği gibi kalbde imanı öyle yeşertir.” buyurulmuştur. Böylece müridin gönlündeki tohum günden güne serpilerek, gelişerek ihsan ağacı haline gelir, terbiye edilmek suretiyle de irfan ağacı olur.

10) Kâmil şeyhler Allah'ın yakın kullarıdır. Dolayısıyla müridin istekleri bu şeyhler vasıtasıyla Hakk’a ulaştırılırsa kabul olacağı muhakkaktır. Eğer mürid bunu tek başına Allah'tan isteseydi belki reddedilecekti. Allah'ın dostları olan veli mürşidlerin istekleri Allah tarafından geri çevrilmez. Çünkü bir kutsi hadiste şöyle buyurulmuştur:

Üstü başı toz ve toprağa belenmiş nice abalı insanlar vardır ki, kimse onlara önem vermez. Ama Allah'a yemin ederek; “Rabbim şu iş öyle olsun” dese Allah onun yeminini doğru çıkarır.”

Bu makam başı açık yalın ayak kullarının eşiğidir. Allah Teâlâ, bu kişilerin nazlarını çeker ve onlara yüce şerefler verir. Bu kişiler yakîn aleminin liderleri, din sultanları ve melikleridir. Bu Allah dostları için şöyle buyurulmuştur: “Ben salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşer kalbine gelmeyen nimetler hazırladım.”

 

Günümüzdeki Tasavvufî Aşk ve Sevgi Konusundaki Yanlış Düşünceler

Günümüzde, yukarıda anlattığımız tasavvufî aşk ve sevgi konusunda birçok yanlış görüş ve düşünceler ortaya atılmaktadır. Bu görüş ve düşüncelerin yukarıda anlattığımız hususlarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu yanlış görüşler televizyon kanallarında, sosyal medyada ve yazılı basında yaygın bir şekilde insanlara iletilmektedir. Bunları iletenlerin yaşam biçimlerine baktığımızda, İslam şeriatı ile çelişen birçok tespitler yapabiliriz. Örneğin bu kişiler ibadet konusunda şeriata uymamaktadırlar, kıyafetleri İslam'a uygun değildir, yaşam biçimleri İslam'a aykırıdır. Sadece ağızlarında bol bol Allah aşkı, Allah sevgisi, insan sevgisi, insana saygı ve hoşgörü gibi kavramları dile getirmektedirler. Kendilerinin sufi ve tasavvuf ehli olduklarını ifade ederek, insanlara bu yanlış görüşleri kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Oysa yukarıda anlattığımız gibi ilahi aşkın ortaya çıkması için kişinin nefsinin İslam şeriatı ile terbiye edilmesi, tarikat yoluyla kalbinin arındırılması ve hakikat yoluyla ruhunun süslenmesi gerekir. Bunlar yapılmadan insan kalbinde ilahi aşk oluşmaz. Bu yanlış görüşleri ortaya atanların hiçbiri bu aşamalardan bahsetmez. Sadece lafla ilahi aşka ulaşabileceklerini zannederler. Nasıl bir çelişki içinde olduklarını farkındalar mı bilmiyoruz, fakat ileri sürdükleri görüşlerle kimsenin ilahi aşka ulaşamayacağı kesindir.

Aşağıda bu kişilerin ileri sürdükleri bazı görüşlerin nasıl gerçek dışı olduklarını ve çelişkiler içerdiklerini anlatacağız:

1) Diyorlar ki:  İnsan sevgisi, insanı Allah'a yaklaştırır. Sevgi ile kişi bizzat Allah'a yaklaşmaktadır.

Cevap:  İnsan sevgisi nedir? İnsan sevgisi ile ne kast ediliyor? Bunu hiçbir şekilde tarif etmiyorlar. Bu sevgi ile bütün insanlara karşı sevgi mi beslememiz gerekmektedir? Eğer bunu kast ediyorlarsa, bu İslam'a aykırı bir husustur. Çünkü insanlar içinde Allah düşmanları, kafirler, münafıklar, hırsız ve dolandırıcılar vardır.

Bu insanları nasıl sevebiliriz? Oysa Kur'an'da Müslümanların kafirlere karşı sert ve şiddetli olmaları emrediliyor (Fetih, 48/29), kafirleri dost edinmememiz emrediliyor: “Müminler, müminlerden ayrılıp kafirleri dost edinmesin, bunu her kim yaparsa Allah'la ilişiği kesilmiş olur.” (Ali İmran, 3/28) Biz dostumuz olmayanları nasıl sevebiliriz? Kur'an'da ancak müminlerin birbirleriyle kardeş oldukları ifade edilmektedir. Hristiyanlar, Yahudiler, Mecusiler ve müşriklerin Müslümanları sevmediklerini ifade eden birçok ayet vardır. Bu insanların, Müslümanların başına bir felaket gelince sevineceklerine işaret edilmektedir. Biz başımıza bir belâ gelince sevinen insanları nasıl sevebiliriz? Bu insanlar bizi sevmiyorlar, ellerinden geldikçe bize düşmanlık besliyorlar. Bunun tarihte birçok örneği vardır. Bu durumda bizim bu insanları sevmemizin İslam açısından hiçbir zorunluluğu ve anlamı yoktur.

Fakat biz bu insanlara karşı haksızlık, eziyet, zulüm gibi davranışlarda da bulunamayız. Ancak onların bize yaptıkları kötülüklere eşit bir şekilde, karşı davranışta bulunmamıza İslam müsaade etmektedir. Çünkü İslam'da adil olmak esastır.

Dolayısıyla İslam açısından, bütün insanları sevmek gibi bir mecburiyet yoktur. Bütün insanları severek de Allah'a yaklaşılmaz. Bir kâfiri severek Allah'a yaklaşılması bir tarafa, bundan Allah razı gelmez. Çünkü şeriata aykırı davranışlar Allah'ın rızasını uzaklaştırır. Bu kişiler bu türlü yanlış davranışlarla Allah'a yaklaşacaklarını ve O’nun rızasını kazanacaklarını zannediyorlar. Bu büyük bir yanılgıdır. Bunu iddia edenlerin hiç biri de ilahi aşk sahibi değildir.

3) Diyorlar ki:  Yaşam sebebimiz, her şeyimiz, varlığımızın kendisi “Yüce Sevgi”dir.

Cevap:  Buradaki “Yüce Sevgi” nedir? Burada sanki sevgiye tapılıyor gibi bir düşünce hissediliyor. Çünkü yüce sıfatı tapılan ve kutsallaştırılan varlıklar için kullanılır. Müslümanlar “Yüce Allah” derler, ama “Yüce Sevgi” demezler. Çünkü Müslümanlar sevgiye tapmazlar.

Sevgi kavramı Hıristiyanlıkta çok kullanılır. Örneğin Yuhanna incil'inde “Tanrı sevgidir” denir. Matta incil'inde ise Hz. İsa'nın şöyle dediği yazılıdır: “Düşmanlarınızı sevin, size zulmedenlere dua edin.” Tabii ki bu inciller tahrif edilmiştir. Asıl incili tam yansıtmazlar. Bu nedenle, buradan  Hz. İsa'nın gerçekte ne demek istediğini anlayamayız. Hristiyanlar bu ifadelerin arkasına sığınarak kendi dininin propagandasını yapmaktadırlar. Oysa Hristiyanların dünya üzerinde bugüne kadar yaptıkları zulümlerin hangisi sevgi ile bağdaşır? Haçlı seferlerinde yapılan zulümler ve katliamlar hangi sevgi ile açıklanabilir? Bu gerçekleri göz ardı ederek Hıristiyanlığın bir sevgi dini olduğunu yayan insanlar vardır. Tabii ki gerçek Müslümanlar bu yalanları yutmaz.

Sevgiyi kutsallaştırmak İslam açısından şirktir, puttur. “Yaşam sebebi yüce sevgidir” demek, putperestliğin ve şirkin ta kendisidir. Çünkü İslam, insanların yaşam sebebini, varlıkların sebebini başka türlü anlatmaktadır. İnsanların varlığının sebebi Allah'a ibadet etmeleridir:

Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)

“… Onlar ancak Allah'a ibadet etmekle, namaz kılmakla ve zekat vermekle emrolunmuşlardı. İşte dosdoğru din budur.” (Beyyine, 98/5)

Bunu görmezlikten gelip, şeriatın emirlerini uygulamaktan kaçarak sevgi kelimesinin arkasına sığınmak, insana hiçbir şey kazandırmaz. İnsan bu davranışla neleri kaybettiğini yarın ahirette mahşerde görecektir. Ama geç kalınmış olacaktır.

3) Diyorlar ki:  Tasavvuf ile asıl aşka ulaşılabilir düşüncesi yanlıştır. Aşkın aslı özdür. Özü yakalamak aşktır.

Cevap:   Yukarıdaki makalemizde asıl aşkın tasavvuf yolu ile elde edilebileceğini uzun uzun anlattık. Ancak tasavvuftan hoşlanmayanlar, kestirmeden aşka ulaşmak isteyenler, böyle iddiaları ortaya atmaktadır. Bu iddialar tamamen asılsızdır. Onlar, özü yakalamak aşktır diye iddia ediliyorlar. Peki öz nedir? Onu yakalamak için ne yapılacak? Bunların hiçbirinin cevabı verilmiyor. Bazı kuru ve içi boş kavramlarla insanlara yanlış bilgiler veriliyor. Böylece insanların tasavvuftan uzaklaşmalarına, hatta onu şirk olarak görmelerine çalışılıyor. Bunun sonucunda insanların İslam inancının bozulması isteniyor.

Oysa tasavvuf insanları gerçek İslam'a yönlendirir. Çünkü İslam, insanların üç aşamalı olarak tasavvufa ulaşabileceklerini ifade eder:  İman, İlim, Tasavvuf. İman ve ilim olmadan bir insanın tasavvuf ehli olması mümkün değildir. Fakat aşk özdür diyenler, iman ve ilimden bahsetmiyorlar.

4) Diyorlar ki:  Allah'ın sizin kuru kuruya yaptığınız ibadetlere ihtiyacı yoktur. Allah'ı sevin size yeter.

Cevap:  Bu ifadeler tam bir cehalettir. İnsanların Allah'a ibadetleri kendileri içindir, yoksa Allah'ın bu ibadetlere tabii ki ihtiyacı yoktur. Asıl ihtiyacı olan insanlardır. Kur'an'da birçok yerde insanlara namaz, zekat, oruç, hac gibi ibadetleri yapmaları emredilmektedir. Bu ibadetler farzdır. Yapmayan sorumludur. Bunları kuru kuru ibadetler olarak göstermenin amacı ne olabilir? İnsanları İslam dininden soğutmak mı istiyorlar? Buna muvaffak olamayacakları muhakkaktır. Allah'ın dinini ağızlarıyla söndürmek isteyenlere Hakk Teâlâ şöyle cevap vermektedir:

Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff, 61/8)
Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, Allah da razı olmuyor. Fakat kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlamayı diliyor. O öyle bir Allah'tır ki, müşrikler hoşlanmasalar da resulünü hidayetle ve hak dinle bütün dinlere üstün kılmak için göndermiştir.” (Tevbe, 9/32,33)

Bu türlü düşünceleri ilahi aşk diye ortaya atanlar tam bir gaflet içindedirler. Yukarıdaki ayette göre de, muvaffak olmaları mümkün değildir. İslam dini daima var olacak ve hak din olarak devam edecektir.

5) Diyorlar ki:  Tasavvufî anlamda insan ile tanrı birdir, ikilik kabul edilemez. İkilik tanrıya şirk koşmaktır.

Cevap:  İslami tasavvufta, “tanrı ile insan birdir” anlayışı yoktur. İnsan Allah'ın yarattığı bir varlıktır. İnsan, Allah'ın sıfat ve isimlerinin tecelli ettiği mahaldir. İnsan ruhu emir alemindendir. Emir alemi de Allah'ın yarattığı bir varlıktır. Dolayısıyla yaratan ile yaratılan bir olamaz. Ancak vahdet-i vücud gibi görüşlerde kastedilen başka şeydir. Buradaki tevhid anlayışı, her şeyde Allah'ın tecelli ettiğidir. Yaratıklarda da Allah tecelli eder. Allah kulunu severse onun gözü, kulağı, eli olur. O kulun davranışlarında Allah tecelli eder. Bu demek değildir ki kul Allah'tır. Bu görüş İslam'a aykırıdır ve küfürdür.

6) Diyorlar ki:  Bütüncül tüm öğretiler kendi bulundukları toplumların fikir ve inanç yapıları içinde tasavvuftur. Bu nedenle Hinduizm, Budizm, Sokrates ve Platonun görüşler bir çeşit tasavvuftur. Bunlarda da sevgi ve aşk hedeflenmektedir.

Cevap:  Hinduizm, Budizm gibi kültürlerde, Sokrates ve Platon gibi filozoflarla ortaya atılan görüşler İslam’daki tasavvuf anlayışı ile bağdaşmaz.

Hinduizm’de bütün kuralların üstünde ezeli ve ebedi tanrı Brahmaya inanırlar. Brahma tüm eşyanın varlığının nedeni olarak kabul edilir. Ebedi mutluluk için Brahma'nın vücudunda fani (yok) olmak gerektiği düşünülür. Budizm’de ise ruhun gayesi son seviye olan Nirvana'ya ulaşmaktır. Nirvana yokluk (fena) seviyesidir. Herkesin bu yokluk seviyesine gelebileceği ve böylece tanrı olabileceğini düşünürler. Bu iki inanışta da putperestlik hakimdir. Çünkü tapınaklarda bu inanışlar put haline getirilmiştir. İnsanlar bu putlara taparlar. Bu inanışların esasları Tanrı tarafından vahiy yoluyla gönderilmiş değildir. Bunlar,  Buda gibi bazı insanların kendi görüşlerinin formüle edilmesidir. Bu görüşler arasında İslam ile çelişen birçok husus vardır. Bu bakımdan bu yollarla insanların ilahi aşka ulaşmaları söz konusu olamaz. Onların ulaştıklarını düşündükleri şey aslında bir zandan ibarettir. Hiçbir zaman gerçek ilahi aşkı göstermez. Bu şekilde de hiçbir zaman fena makamına ulaşamazlar.

Bugün toplumumuzda bu görüşlere saygı duyan ve onlara inanan insanlar vardır. Bu insanlar, İslam şeriatının emir ve yasaklarından kaçarak, kestirme yoldan ebedi mutluluğu elde edeceklerini zanneden gafillerdir. Biraz akıl sahibi olan ve düşünen bir insan, bu türlü öğretilerle ebedi mutluluğun elde edilemeyeceğini anlayabilir. Çünkü bu görüşleri ortaya atanlar, hiçbir ilahi mesaja dayanmadan, kendi görüşlerini ileri sürmüşler ve kendilerine put haline getirmişlerdir. Ne yazık ki, milyonlarca insan onların peşinden giderek doğrudan sapmışlar ve ahiret hayatlarını tehlikeye atmışlardır.

Aynı şey filozoflar için de geçerlidir. Sokrates'in “Nefsini (Benliğin, Ben’i) bil!” sözünde büyük bir hikmetin gizli olduğunu zannedenler, Sokrates'i neredeyse peygamber olarak görmüşlerdir. Oysa Sokrates bir peygamber değildir. Sadece bir insandır. Kendisine ilahi vahiy ile bu düşünceler gelmemiştir. Yalnız aklını kullanarak nefsin varlığını düşünmüştür. Bu da zor bir şey değildir. İnsan aklıyla kendini incelerse, davranışlarını kontrol ederse, kendisine hakim olan bir nefsi hissetmesi kolaydır. İnsan nefsinin isteklerinin esiri durumundadır. Bunu anlamak için olağanüstü bir güç ve düşünceye gerek yoktur. Ancak Sokrates düşüncelerini sistemize ederek o günkü insanlara anlatmıştır. Düşüncelerinin bazıları gerçeklere uygun olduğu için başkaları tarafından kutsallaştırılmıştır. O devirdeki insanlar için böyle olağanüstü olan fikirler heyecanla karşılanmıştır. Fakat bütün bunlarda ilahi bir taraf yoktur. Çünkü bunlar ilahi vahiy karakterinde değildir.

Platon varlıkların kendi başlarına kaim olmadıklarını, onların üstünde onları yaratan bir başka varlığın olabileceğini düşünmüş ve buna “idea” adını vermiştir. Bu bir tanrı anlayışı olabilir. Ama bu Platon'un ilahi vahiy ile beslendiği anlamına gelmez. Platon da akıl ile bazı düşünceler ortaya atmıştır. Akıl ile Allah'ın var olduğuna ulaşmak mümkündür. Ancak akıl ile Allah’ın Zatı bilinemez. Platon’un bazı fikirleri gerçek ile bağdaşmıştır. Bütün bunlar Platon'u peygamber yapmaz. İddia ettiklerinin de tamamen doğru olduğunu göstermez.

Sokrates ve Platon görüşleri daha sonra Aristoteles tarafından sistemleştirilerek felsefe haline getirilmiştir. Felsefe ile ilahi aşka varılmaz. Çünkü bunların ilahi bir tarafı yoktur. Tamamen insan aklıyla elde edilmişlerdir. Bazılarının iddia ettiği gibi, İslam tasavvufunun temeli bu felsefe değildir. Bazı İslam kelamcıları bu felsefenin etkisinde kalarak küfre düşmüşlerdir. Bu nedenle İslam dinine dayanan tasavvuf anlayışı tamamen farklıdır. İlahi aşk ancak ve ancak İslami tasavvuf ile elde edilebilir. Bunun aksi tamamen yanlıştır. İslam tasavvufuna uymayan yollar ve görüşlerle Allah sevgisine ve aşkına ulaşmak bir hayaldir ve anlamsızdır. Ancak günümüzde bazı batı hayranları, eski Yunan felsefesinin düşüncelerini yaşatarak, İslam’ı ortadan kaldırabileceklerini düşünmekte ve bu yönde çalışmaktadırlar. İslam ve İslam tasavvufu bir felsefe değildir. Tamamen vahiy kaynaklı olup hiçbir beşerin düşünceleri ile oluşmamıştır. Beşeri görüşlerle ilahi sevgi ve aşkı elde etmek isteyenler sadece kendilerini aldatmaktadırlar.

Müslümanlar yukarıda ele aldığımız yanlış ve saptırıcı düşüncelerden uzak kalmalıdırlar. Çünkü bu düşünceler insanın İslami inançlarını bozar. Böylece insanı küfre sürükler. Onların sevgi ve aşk gibi cezbedici sözleri hiçbir zaman hakikati ifade etmez. Onların sözleri ve davranışlarından hiçbiri İslami anlayış ile bağdaşmaz. Dolayısıyla onların öğretileriyle hiçbir zaman ilahi aşka varılmaz. Allah'ın rızası ve Allah aşkı ancak İslam tasavvufu ile mümkündür. Allah'ın rızasını ve aşkını elde etmek için makalemizin baş tarafında da anlattığımız gibi, insanın nefsinin şeriat ile temizlenmesi, kalbinin tarikat ile arındırılması ve ruhunun hakikat ile süslenmesi gerekir. Bunun dışında bir yol yoktur.

Allah Teâlâ'nın bütün Müslümanlara, nefislerinin şeriat ile temizlenmesini, kalblerinin tarikat ile arındırılmasını ve ruhlarının hakikat ile süslemesini nasip etmesini niyaz ederiz.

 

Yorumlarınız ve Eleştirileriniz için :     yorum@ilimvetasavvuf.com

Ana Sayfa        Yorumlar

 

Hakikat Yoluyla Ruhun

Süslenmesinin Sırları

Yayınlanma Tarihi :  21.05.2020

Aşk imiş her ne var alemde

İlim bir kîl u kal imiş ancak