Arş, Kürsi, Cennet ve Cehennem’in Sırları |
Yayımlama Tarihi : 08.02.2016 |
Allah Teâlâ, Ehadiyet (birlik) mertebesinde bir Kenz-i Mâhfi (Gizli Hazine) iken bilinmesini istemiş ve sevmiş olduğundan ruhlar ve cisimler alemini yaratmıştır. Bu yarattığı alemde kendi merhametinin cemalini (güzelliğini), kudretinin kemalini, büyüklüğünün celalini, nimetlerinin bolluğunu, sanat eserlerinin çeşitlerini ve hikmetlerinin sırlarını göstermeyi dilemiştir. Bu hususu İsmet Garibullah (ks) Hazretlerinin ilham yoluyla yazdığı Risale-i Kudsiyye adlı kitabındaki şu mısralar çok güzel ifade etmektedir: Görünmek istedi ol Zat-ı Yezdan, Zuhura geldi ol Sultan-ı Ekvân, Muhammed âleme rahmettir ey can, Anın nurundan oldu cümle imkân. Allah Teâlâ, ilk önce yokluktan, kendi nurundan çok nurlu yeşil bir cevher yarattı. Bu cevherden de bütün alemleri bir düzen içinde yaratmıştır. Bu yaratılan ilk cevhere Nur-i Muhammed, Levh-i Mahfuz, Akl-i Kül adı da verilir. Allah, bu cevhere sevgi ile bakıp ondan evvela külli nefsi yaratmıştır. Yaratılan alemlerin en yükseğine, en lâtifine Gayb alemi, Lahût alemi veya Ceberut alemi denir. Ortancasına Ruhlar alemi, Mana alemi veya Emir alemi adı verilir. En aşağısına Mücerret alem, Berzah alemi veya Misal alemi denir. Bunlardan sonra Cenab-ı Hak, ezeli iradesiyle, adını ve şanını belirtmek için cisimler alemini yaratmıştır. Cisimler aleminin özü Arş-ı Azam’dır. Bunun altında Kürsi, Cennet, Cehennem ve yedi kat gök ve dört unsur bulunmaktadır. Bu on beş çeşitle Mülk aleminin yaratılışı tamamlanmıştır. Cisimler aleminin yükseğine ulu alem, beka alemi denir. Ortancasına yıldızlar alemi, felekler alemi veya gökler alemi denir. Aşağısına süflî (alçak) alem, cisimler alemi veya dünya alemi denir.
Arş-ı Azam Arş-ı Azam’ın nur ve azametini vasıflandırmak imkansızdır. Arşın çevresi kırmızı yakuttandır ki bütün yaratıkların sıfat ve suretleri onda resmedilmiştir. Burası meleklerin kıblesidir. Arş dört büyük melek tarafından taşınmaktadır. Bunların sayısı kıyamette sekize çıkacaktır. Bunlara Hamele-i Arş melekleri adı verilir. Arş cisimler alemini sınırında bulunmaktadır, dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rahmaniyet sıfatının istivasının (yerleşmesinin) zuhur mahalli olmuştur. Arş’ın bir yüzü melekût alemine diğer yüzü ise cisimler alemine dönüktür. Hak Teâlâ’nın yardımının feyzi cisimler alemine rahmaniyet sıfatıyla ulaşır. Rahmaniyet sıfatından –Hakkı bilsinler veya bilmesinler- insanlar, hayvanlar ve cansızlar bütün yaratıklar istifade ederler. Rahman isim olarak özel fakat sıfat olarak genel bir isimdir. Rahman ismi Allah’tan başka hiçbir kimse için kullanılmaz. Bütün varlığın Rahmaniyet sıfatından hissesi olduğu şu ayet ile bellidir: “Gökte ve yerde Rahman’a kul olarak gelmeyecek hiçbir kimse yoktur.” (Meryem, 19/93). Rahman sıfatının feyzini kabul etmeye en uygun cisim Arş’tır. Çünkü, o melekut alemine en yakın olan cisimdir. Arş’ın bir yüzü melekut alemine dönük olduğundan rahman sıfatının feyzini almaya en uygun cisim olmuştur. Rahmaniyet feyzi arşta kısımlara ayrılarak, arş altında bulunan bütün cisimlere özel yaratılmış bazı kanallar vasıtasıyla yayılırlar. Her cisim kendi kabiliyeti oranında bu feyzden istifade eder. Kainatın varlığının devam etmesi ancak bu feyzin devam etmesiyle mümkündür. Bu feyz bir an için kesilmiş olsa hiçbir şey varlığını sürdüremez. “O’nun zatından başka her şey yok olacaktır” (Kasas, 28/ 88) ayetinin sırrı budur. Arş, rahman sıfatının feyzini kabul etme kabiliyetinden dolayı “Rahman, Arş’a istiva etmiştir.” (Tâhâ, 20/5), şerefini kazanmıştır. Fakat arşın bu saadetten haberi yoktur. İnsan bedeninde bulunan kalp ile arş arasında bir benzerlik vardır. Arşın, büyük alemdeki rahmaniyet sıfatının zuhur mahalli olması gibi, kalp te küçük alemde (insan bedeni) ruhaniyet sıfatının istivasının zuhur mahallidir. Kalp ile beden arasında kan damarları vasıtasıyla iletişim mevcuttur. İkisi arasındaki fark; arşın rahmaniyet sıfatının kendisindeki zuhurundan haberdar olmaması ve terakki etme özelliğine sahip olmamasına karşı, kalbin şuurlu olarak ruhaniyet sıfatını idrak edebilmesi ve terakki etmeye elverişli olmasıdır. Kalp, kendisine ruhtan ulaşan feyizleri kabul etme konusunda şuurludur. Fakat arşta bu şuur yoktur. Ruh kalbe hayat, ilim ve akıl bağışlar, böylece kalp bunlarla idrak eder hale gelir. Kalp görünüm itibariyle insan göğsünün sol tarafındaki bir et parçasıdır. Ancak bunun yanında bir kalp daha vardır ki, bu ruhani canı gösterir. Bu ikinci kalp ancak bazı insanlarda açık bulunur. Bu kalp, muhabbet nurundan olan safa makamıdır. Bu nedenle ayette “Doğrusu bunda, kalbi olana ders vardır.”(Kâf, 50/37) denilmiştir. Kimde bu kalp açık ise Allah ile dost olmuştur. Hak Teâlâ, Kuran’da, kimin kalbinin hisleri sağlam ise ona kurtuluş ve derecelerin olduğunu haber vermiştir: “O gün insana fayda sağlayan tek şey, Allah’a teslim ettiği arı duru bir gönül (kalb-i selim) olur.” (Şuara, 26/89) Bundan başka önemli bir husus ta, kalpte arınma kabiliyetinin bulunmasıdır. Kalp, ruhaniyet sıfatının zuhur mahalli olunca rahmaniyet sıfatının da istiva mahalli olmuştur. Böylece kalp, terbiye edilmek, arınmak ve Hakk’a teveccüh etmekle kemale ulaşır ve bütün uluhiyet sıfatlarının tecellisinin ortaya çıkma mahalli olur. Buna karşı, insan dışındaki bütün yaratıklar Hakk’ın sıfatlarından kaynaklanan nur tecellilerinden mahrumdur. Çünkü onların en azına dahi dayanma gücüne sahip değillerdir. Bu nur tecellilerinden birisinin Tûr dağını nasıl paramparça ettiğini Kuran bize bildirmektedir. Buna mukabil, öncekilerin ve sonrakilerin efendisi olan Peygamberimize (sav) uyarak kalplerini arındırıp terbiye eden nice kemale ulaşmış kullar vardır ki onlar sabah akşam defalarca Hakk’ın Celal ve Cemal nurlarının deryalarına dalarlar ve Allah onların kalplerine tecelli eder de Allah’ın yardımıyla buna tahammül ederler. Arşı devamlı tavaf eden binlerce melek vardır. Arşı tavaf eden melekler bir daha gelmezler ve tavafa yenileri devam eder. Bu böylece sonsuza kadar devam eder. Arşı tavaf eden meleklerin tespihleri şudur: “Subhan Allah velhamd-ü-lillah ve lâ ilâhe illallah vallahü ekber ve lâ havle velâ kuvvete illa billah-il aliyyilazîm.” Melekler nurlardan yaratılmıştır. Onların gıdası Allah’ı tespih etmektir. Meleklerin sayıları farklı olan kanatları vardır. Her biri bir iş için görevlidir ve hiç usanmadan ve bıkmadan görevlerini yerine getirirler. Meleklerin en büyükleri Cebrail (as), Mikâil (as), Azrail (as) ve İsrafil (as) dır.
Kürsi Cenab-ı Hak, arşın nurundan ve onun altında kırmızı yakut renginde Kürsi’yi yaratmıştır. Bütün gökler ve yer, kürsinin ortasında, sanki bir sahradaki bir demir halka gibidir. Kürsi terimi, “Naslarda Allah’a atfedilen ve ilahi hükümranlığı ifade eden manevi yahut nesnel varlık” anlamını taşır. Kürsi kelimesi Kuran’da iki ayette geçmektedir. Bunlardan biri Ayetü’l-Kürsî (Bakara, 2/255) dedir. Bu ayette O’nun kürsisinin gökleri ve yeri kuşattığı belirtilmiştir. Diğer ayet ise (Sad, 38/34) Hz. Süleyman’ın tahtını ifade etmektedir. Bazı hadislerde de kürsiden bahsedilmektedir. Hz. Peygamber (sav), ahirette hesabın başlaması için Allah nezdinde tevessülde bulunurken, O’nu kürsisinin üzerinde göreceğini ve önünde secdeye kapanacağı ifade etmiştir. Ayrıca Allah için birbirlerini seven müminlere nurdan kürsiler verileceği belirtilmektedir. Fahreddin er-Râzi ve Elmalılı Muhammed Hamdi’ye göre kürsinin nesnel varlığını mutlak mekan olarak algılamak mümkündür. Bazı İslam alimleri, Kürsinin Gayb alemine ait bir kavram olup gerçek manasını bilmemizin imkansız olduğunu söylemişlerdir. Muhittin İbn Arabî Hazretlerine göre Kürsi, bütün fiili sıfatların tecellisinden ibaret olup, “ilahi emirlerin ortaya çıktığı yer” demektir. Arşta kuvve halinde bulunan ilahi kelimeler Kürsi’de fiil haline gelip tecelli ederler.
Levh-i Mahfuz Cenab-ı Hak, arşın altında ve onun nurundan yeşil zeberced renginde büyük bir Levh (levha) yaratmıştır. Çevresi kırmızı yakuttandır. Zümrüt renginde de yeşil bir kalem yaratmıştır ki içindeki mürekkebi beyaz nurdandır. Cenab-ı Hakk’ın yaz emriyle kalem, Levh-i Mahfuz’da Allah’ın bütün emirlerini yazmıştır. Bunlar kıyamete kadar olacak bütün işlerdir. Cenab-ı Hak, her gece ve gündüz Levh-i Mahfuz’a 360 defa bakar ve her bakışta bir şeyler siler ve yerine başka bir şey tespit eder. Rad suresindeki 39. Ayet bununla ilgilidir: “Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun yanındadır.” Bu değişiklikler Allah’ın rahmetinden olup kullarının iyiliğine yöneliktir. Çünkü bir ayette “Rahmetim gazabımı geçmiştir” ifade edilmiştir. Levh-i Mahfuz, terim olarak üzerine yazı yazılan, silinmekten ve değişikliğe uğratılmaktan korunmuş düzgün yüzey demektir. Levh-i mahfuz kelimesi Kuran’daki bir ayette geçmekte ve bu ayette Kuran’ın çok şerefli ve değerli olduğu ve levh-i mahfuzda bulunduğu ifade edilmektedir (Buruc, 85/21-22). Kuran’da levh-i mahfuz yerine “kitâb”, “kitâb mübin”, “kitâb meknûn”, “kitâb mestur”, “ümmü’l-kitâb” terkipleri de kullanılır. Müfessirlere göre Kuranda bu kelimelerle kast edilen şey levh-i mahfuzdur. Bu türlü ayetlerin genel muhtevasından anlaşıldığı üzere, kainatta meydana gelecek bütün varlık ve olaylar bu kitapta yazılmıştır. Gökte ve yerde, küçük büyük ne varsa, insanların ecelleri, fertlerin ve milletlerin başlarına gelecek olan olayların tamamı Allah’ın ilminde yer almış ve levh-i mahfuz denilen bir kütüğe kayıt edilmiştir. İslam alimleri levh-i mahfuzun keyfiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Râgıb el-İsfahani’ye göre, levh-i mahfuz gayb alemine ait bir husus olup mahiyeti bilinememektedir. Sadece onun, bütün nesne ve olayların ilahi kalemle yazıldığına ve Allah’ın tabii ve içtimai konuları ihtiva eden bir kitap olduğuna inanmak gerekir. Gazzali, İbn Kesir ve Kurtubî’ye göre levh-i mahfuz, Allah ile melekler arasında bir vasıtadır. Yedinci kat göğün üstünde olup arşta ve İsrafil (as) ın gözü önünde bulunur. Allah bir şeyi yaratmayı dilediği vakit, bu levh-i mahfuz aracıyla İsrafil (as) a intikal eder ve gerçekleşmesi için Cebrail (as) a haber verilir. İbn Sina’ya göre levh-i mahfuz en büyük feleğe ait külli nefstir. Bilginin alimin zihninde ortaya çıkışı gibi, varlık ve olaylarda levh-i mahfuzda zuhur eder. Gayb alemine ait bir konu olduğundan, levh-i mahfuz hakkında benimsenecek görüş, ayet ve sahih hadislere dayandırılmalıdır. Bu sebeple levh-i mahfuzun mahiyeti bilinmeyen ve ilahi ilmi ihtiva eden bir kitap olduğu görüşünün kabul edilmesi isabetli görülmektedir.
Sidret’ül Münteha Allah Teâl, arşın altında ve onun nurundan kürsi karşısında ve cennetler üstünde beyaz inci gibi bir boşluk yaratmıştır ki buraya Sidret’ül Münteha denir. Cebrail (as) ile mukarreb, yani Allah’a yakın olan melekler burada bulunurlar Müfessirlere göre Hz. Peygamber (sav) Allah’ın huzuruna varmadan önce cennetü’l-me’vâda, Cebrail (as) ı yanında bıraktığı mübarek bir ağaçtır. Sidre aynı zamanda Cebrail (as) ın makamıdır. Sidret’ül Münteha, son sedir anlamına gelen bir terkiptir. Yedinci kat gökte, Allah’a yaklaşmada varlıkların ulaşabilecekleri son sınır olarak kabul edilir. Yani huzur-u ilahiye varan yol üzerinde bir sınır kapısı gibidir. Allah katından gönderilenler orada aracılara (melekler) aktarılarak dünyaya ulaştırılır. Yukarıya çıkacak ve aşağıya inecek her şey o sınırda alınıp verilir. Cebrail (as) bu sınırı aşma konusunda şunu söylemiştir: “Buradan bir parmak dahi ileri gitsem yanarım.” Sidre kelimesi Arapçada, Arabistan kirazı denilen bir ağaca verilen addır. Bazıları da bunun sedir ağacı anlamına geldiğini ifade etmişlerdir. Bu kelime, Necm suresinin 13, 14 ve 15. ayetlerinde geçmektedir: “Ant olsun onu bir kez daha görmüştü. Sidretü’l –Müntehâ’nın yanında. Cennetü’l-Me’vâ onun yanındadır.”
Cennet Cennetlerin sayısı sekizdir. Bunların adları Darül-Celâl, Darüs-Selâm, Cennet-ül-me’vâ, Cennet-ül-Huld, Cennet-ün-naim, Cennet-ül-firdevs, Cennet-ül-kara ve Aden Cennetidir. Aden cenneti, bütün cennetler içerisinde ve ortasında bulunmaktadır. Hepsinden daha güzel ve daha şereflidir. Cennetdeki nehirlerin çoğunun kaynağı buradadır. Burası Cenab-ı Hakk’ın tecelli ettiği (göründüğü) yerdir. Vesile cenneti ise, Aden cennetindeki en üstün derecedir. Bu cennet ümmetinin duası sayesinde Hz. Peygamber (sav) adına gerçekleşmiştir ve ona aittir. Allah kullarına görünmek isteyince, bütün cennetlerdekiler Aden cennetine davet edilirler. Herkes kendi mertebe ve menziline göre kendi yerine oturur. Sonra sofralar gelir. Orada yediklerini kendi cennetlerinde yememişlerdir ve giydiklerini kendi cennetlerinde giymemişlerdir. Yemekten sonra, beyaz misk olan Kesib’e gelirler. Orada onlara bir nur parıldar ve herkes secdeye kapanır. Herkes bu nurla Allah Teâlâ’yı müşahede etmeye ve görmeye güç yetirir. Rablerinin güzelliği onları kendilerinden geçirir ve zatları da bu en mukaddes nurun güzelliği ile aydınlanır. Cennetteki bu hayat ebedidir. Her cennetin bir kapısı vardır. Bütün cennetlerin toprağı misk, taşları mücevherdir. Bitkileri çeşitli renkte kırmızı Zaferran çiçekleridir. Cennetdeki köşkler inci ve sarı yakuttandır. Her cennette nehirler akar. Bunlardan Rahman ismindeki nehir bütün cennetleri dolaşır. Ayrıca peygamberimize tahsis edilmiş Kevser nehri vardır. Nehirlerin etrafı muhtelif güzellikte ağaç ve meyvelerle bezenmiştir. Bunları gözlerin ve gönüllerin hayal etmesi bile mümkün değildir. Müminler için rengarenk süslenmiş ve döşenmiş köşkler ve burada tahtlar üzerinde saçları amber kokan, kara gözlü, güneş yüzlü, inci dişli, mercan dudaklı, gül yanaklı, selvi boylu, güzel huylu temiz huri kızları vardır. Bunlar cennetteki erkeklerin zevceleri olacaktır. Ayrıca etraflarında hizmet etmekle görevli gılmanlar bulunacaktır. Cennetteki mümine olan kadınlara da, Allah Teâlâ ya dünyadaki kendi eşlerini veya yeniden yarattığı güzel huylu erkekleri kendilerine eş yapacaktır. Erkeklerin birden fazla eşleri olmakla beraber, kadınlar ancak bir erkeğe eş olabileceklerdir. Bu erkek ve kadının yaratılışındaki hikmet gereğidir. Aynı durum dünya hayatında da vardır. Kadınların dünyadaki kendi eşleriyle olan her türlü kırgınlık, kin duyguları cennette ortadan kalkacak ve kötü duyguların hepsi kalplerden silinecektir. Bu nedenle kadınların kendi eşleriyle cennette tekrar beraber olmaları hiçbir problem yaratmaz. Allah Teâlâ cennetteki kullarının, kadın olsun erkek olsun, gönüllerinin neyi arzu ettiğini en iyi bilendir. Dolayısıyla onlara cennette arzu ettikleri en mükemmel bir şekilde kendilerine ihsan edilecektir. Cennette, Müslümanlar Allah’ın kendileri için takdir ettiği eşleriyle, dünyada tadılan mübaşereti (cinsel ilişki) en güzel ve en temiz bir şekilde yaşayacaklardır. Çünkü ayetlerde ifade edilmiştir ki, cennet nimetlerini tadanlar, biz bu nimetleri ve benzerlerini dünya hayatında da tatmıştık diyeceklerdir. Bunlarla ilgili ayetler şunlardır: “Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiği şeylerle zevk ve mutluluk duyarak cennetlerde ve nimetler içinde bulunurlar.” (Tûr, 52/17-18) “Allah’a inanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetleri vereceğimi müjdele! Cennette herhangi bir meyveden tattıklarında, “Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir” derler. O rızık birbirinin benzeri olmak üzere, cennette kendilerine sunulacak. Orada çok temiz zevceler de onlarındır. Hem cennette ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 2/25) Bu manaları gayet açık olan ayetlere rağmen, günümüzde bazı ilahiyatçılar bunları inkar etmekte ve cennette mübaşeret olmadığını, cennetteki eşlerle oturup sadece sohbet edileceğini iddia etmektedirler ve hatta bunları kitaplarında yazmaktadır. Heyhat! İnsan ayetleri bu kadar da mı inkar eder ve saptırır. Allah Teâlâ ayetlerini inkar eden ve saptıranlar hakkında bakın ne diyor: “Ant olsun, sana çok açık ayetler; parlak mucizeler indirdik. Öyle ki, iman sahasından uzaklaşmış fasıklardan başkası onları inkar etmez.” (Bakara, 2/99) “Ayetlerimizi inkar eden kafirleri şüphesiz ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, kendilerine başka deriler vereceğiz. Çünkü, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/56) Cennetteki her köşkün altında dört çeşit nehir akar. Bunlar su, süt, sarhoş etmeyen şarap ve bal nehridir. Bu nehirlerin etrafı da en mükemmel şekilde yaratılmış bitkiler, ağaçlar ve meyveler Müslümanlara amade kılınmıştır. Allah’ın cennette kullarına verdiği nimetleri daha önce ne gözler görmüş ne de kulaklar işitmiş ve ne de gönüller hissetmiştir. Cennet artık teklif yeri değildir. Yani burada insanların zorunlu ibadet etmeleri söz konusu değildir. Bununla beraber ilim erbabı cennette de ilim ile uğraşmaya kendi arzuları ile devam edeceklerdir. Cennette de ilim vardır ve bu ilim ilimlerin en güzeli ve en mükemmelidir. Cennette ki ilimlerle dünya hayatının anlamı, eşyanın yaratılışındaki sırları, gayb aleminin sırları, Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının hakikati çok daha yakından ve özüne inilerek müşahede edilecektir. İnsanlar böyle bir cennette ebedi olarak kalacaklardır. O halde, cenneti isteyenler dünyada İslam şeriatı üzerinde yaşasınlar ve Peygamberimize (sav) bağlanıp, onu içten sevip ve onun gösterdiği yoldan yürüsünler. Cennete girmenin tek formülü budur. Bunun dışında başka bir yol mevcut değildir. Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (sav) buyurdu ki; “ Cennette şöyle bir ses gelir, Ey Cennetlikler! Sizlere öyle bir sıhhat veriyorum ki, ondan sonra ebediyyen hasta olmayacaksınız. Ölümsüz bir hayat bulacaksınız. Ardında yaşlılık olmayan bir gençliğe ereceksiniz. Arkasından yeis gelmeyecek bir mutluluğa ulaşacaksınız.” Allah Teâlâ’nın şu ayeti bu gerçeği ifade eder; “Cennetliklere “İşlediğiniz iyi ameller sayesinde nail olduğunuz cennet işte budur” diye seslenilir.” (Araf,7/43) Cennetin sekiz kapısı vardır. Namaz ehli olanlar namaz kapısından içeri girmeye çağrılır. Oruç ehli olanlar oruç kapısından içeri girmeye çağrılır. Sadaka ehli olanlar sadaka kapısından içeri girmeye çağrılır. Cihat ehli olanlar cihat kapısından içeri girmeye çağırılır. Hz. Ebu Bekir (ra)’nın “Acaba bir kimse hepsinden aynı anda içeri girmeye çağırılırsa olur mu?” diye sorması üzerine, Peygamberimiz (sav) ona şu cevabı vermiştir: “Evet, böyleleri de vardır. Senin de onlardan olmanı ümit ederim.”. Cennette en yüksek derecelere ulaşmak istiyorsan, Allah’a ibadet hususunda seni hiç kimsenin geçmemesine çalış. Hak Teâlâ, buruyor ki; “Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği yer ile gök arası kadar olan cennete kavuşmak için yarışın” ( Hadid,57/21). Aynı konuda başka bir ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Onun mührü misktir. Yarışçılar bunun için yarışsınlar.” (Araf, 7/43). Ebu Said el-Hudrî’nin rivayet ettiğine göre, Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Cennetlikler, üst katlarındaki derece farklılığı yüzünden, sizin doğudan batıya kadar ufukta dağılmış gördüğünüz yıldızlar gibi görürler.” Sahabiler, “Ya Resulallah! Bunlar başka hiçbir kimsenin ulaşamayacağı peygamberlerin dereceleri midir?” diye sordular. Peygamberimiz (sav) ; “Hayır, nefsimi kudret elinde tutan Allah ‘a yemin ederek söylüyorum ki, Allah’a inanan ve Peygamberlerine uyan kimseler de buna nail olacaklardır.” (Buhari, Müslim, Tirmizi). Sahabilerden Cabir (ra) der ki . “Peygamberimiz (sav) bize buyurdu ki: “Size cennet köşklerini anlatayım mı?” Ben de O’na “Evet, ya Resulallah, anamız, babamız sana feda olsun diye cevap verdim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “ Cennette som cevherden köşkler vardır, dışları içlerinden ve içleri dışarıdan görülebilir. Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin hayalinden geçirmesi mümkün olmayan nimetler, tatlar ve sevinçler vardır.” Bunun üzerine ben; “Bu köşkler kimler içindir?” diye sordum. Bana; “Bu köşkler selamı yayan, yemek yediren, devamlı oruç tutan ve herkes uyurken namaz kılanlar içindir” dedi. Hep birlikte Ona, “Bunları kim yapabilir?” dedik. Peygamberimiz (sav) “Ümmetim bunları başarabilir. Şimdi size anlatacağım. Kim Müslüman kardeşi ile karşılaşınca ona selam verirse selamı yaygınlaştırmış olur. Çoluk- çocuğunu doyurarak yediren yemek yedirmişler zümresine girer. Ramazan ile birlikte her ayda üç gün oruç tutan devamlı oruç tutmuş gibi olur. Yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılmış olanlar, herkes uykuda iken namaz kılmış olurlar” buyurdu.” (Münzirî)
Cehennem Cehennem yaratılmış şeylerin en büyüklerinden biridir. O, Allah’ın ahiretteki hapisanesidir. Orada ateistler, kafirler ve münafıklar hapsedilecektir. Ayrıca büyük günah işleyen müminler de buraya uğrayacaktır. Allah şöyle buyurur: “Cehennemi kafirler için hasîr yaptım.” (İsra, 17/8). Sonra kalplerinde zerre kadar imanı olanlar cezalarını çektikten sonra cehennemden çıkarılacaktır. Cehennem adı dibinin derinliğinden gelmektedir. Buna dipsiz kuyu da denir. Cehennemin sıcaklığı tutuşmuş havadır. İnsanlar ve ilah edinilen taşlar o ateşin közüdür. Cinler bu ateşin alevidir. Allah şöyle buyurmaktadır: “Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Bakara, 2/24). Başka bir ayette ise “Sizler ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennem yakıtıdır.” (Enbiya, 21/98). Keşif bilgilerine göre Allah, cehennemi boğanın yükselişinde yarattı. Allah cehennemi yarattığında, Zuhal boğa burcunda, Güneş ve Merih ise yay burcundaydı. Diğer gezegenler ise oğlak burcundaydı. Cehennemin yaratılış hakikati şu hadis-i kutside ifade edilmiştir: “Acıktım beni doyurmadın, susadım beni içirmedin, hastalandım beni ziyaret etmedin.” Bu ifade, Hakk’ın ihsanında kullarına en büyük inişi ve tenezzülüdür. Dolayısıyla hadiste bahsedilen fiili yapmayanlar, Allah’ın gazabını üzerlerine çekmektedir. Cehennem de Hakk’ın gazabının bir mahallidir. Allah cehennemde yedi kapı yarattı (Hicr, 15/44). Her kapıya alemden ve azaptan bir parça taksim etti. Her kapının başında bir görevli melek vardır. Bu görevli melekler yedi gök melekleridir. Bu meleklerin kara yüzlü ve gök gözlüdür. Bunlara zebani denilir. Bunların reislerinin adı Malik’tir. Cehennemde en şiddetli azap çekecek olan yaratık İblistir. Çünkü Allah’a ortak koşma ve her türlü isyankarlığı icat etmiştir. Şeytan ateşten yaratıldığı için, ona yaratıldığı şeyle azap edilecektir. Şeytan ayrıca cehennemdeki aşırı soğuk ile de azap görecektir. Cehennemliklere olan azap Allah’ın gazap etme özelliğinden kaynaklanmaktadır. Cehennem yüz mertebeden oluşur. Her mertebenin ise özel bir topluluğu ve bunların da ilahi gazaptan kaynaklanan özel acıları vardır. Cehennemlik olup ta oradan çıkamayacak olanlar dört gruptur. Birinci grup, firavun gibi rab olduğunu iddia edip Allah’a karşı büyüklenenlerdir. Firavun şöyle demişti: “Ey topluluk! Benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum.” (Kasas, 28/38). Bununla gökte kendisinden başka ilah olmadığını kastetmektedir. Nemrut ve diğerleri de böyledir. İkinci grup, Allah’a ortak koşan kişilerdir. Onlar, Allah ile birlikte başka ilahlar da kabul eder ve şöyle derler : “Biz onlara, sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (Zümer, 39/3). Üçüncü grup ateistlerdir. Onlar ilahı tamamen ret edenlerdir. Onlar, alemde bir ilahın varlığını kabul etmezler. Dördüncü grup münafıklardır. Onlar, Müslüman olduklarını ifade etmelerine rağmen, kalpleriyle iman etmezler. Kalpleri diğer üç gruba ait insanlar gibidir. Bu dört grubun her biri için yedi yüz tür azap vardır. Hz. Ali der ki: ”Cehennem, üst üste yedi kattan meydana gelmiştir. İlk önce birincisi, sonra ikincisi, sonra üçüncüsü sıra ile bütün katlar dolar.”. Bu yedi kat üstten aşağıya doğru şöyle isimlendirilir: Cehennem, Lezza, Hutame, Sair, Sakar, Cahim ve Haviye. Bunlarda ki azapta yukarıdan aşağıya doğru artar. Keşif ehline göre, birinci kat günahkar Müslümanlar içindir. Yedinci kat ise münafıklar içindir. Diğer ara katlarda ateistler, kafirler, zındıklar ve putperestler bulunur. Cehenneme giren günahkar Müslümanlar, bir süre azap gördükten sonra, buradan çıkarılır ve cennete gönderilirler. Diğerleri ise cehennemde daimi olarak kalırlar. Bazı mutasavvuflara göre, cehennem ehlinin azabı uzun bir süreden sonra biter fakat onlar cehennemden çıkarılmazlar, orada ebediyyen kalırlar. Bu içtihadı, Allah’ın Kuran-ı Kerim’de, rahmetinin gazabını geçtiğini ifade eden ayete göre yapmışlardır: Taberani’nin bir rivayetine göre bir gün Cebrail (as) her zamankinden başka bir saatte Peygamberimize (sav) gelir. Peygamberimiz onu karşılayarak, “Ya Cebrail, niye senin çehreni solgun görüyorum?” diye sorar. Cebrail (as) şöyle der; “Allah cehennem hakkında sana bilgi vermemi emretti. Allah cehennemin bin yıl boyunca yakılmasını emretti. Bin yıl yakıldı, sonunda ağardı. Arkasından bir yıl daha yanmasını emretti. Sonunda kapkara kesildi. Şimdi o kapkaradır, ne kıvılcım ışık saçar ve ne de yalaz söner. Seni hak üzere elçi olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, cehennemde iğne deliği kadar bir delik açılsa dağılacak olan yüksek hararetten dolayı yeryüzünün bütün canlıları kavrularak ölürdü. Cehennem bekçilerinden biri dünya halkına görünse yüzünün çirkinliği yüzünden bütün yeryüzü halkı ölürdü.” Bu sırada Peygamberimiz (sav) Cebrail (as) ın ağladığını görür ve niye ağladığını sorar. Cebrail (as) O’na şöyle cevap verir; “Niye ağlamayayım? Asıl benim ağlamam lazım. Çünkü belki Allah’ın bilgisine göre bugünkü mevkimden başka bir mertebedeyim. Belki meleklerden biri iken İblisin tabi tutulduğu imtihanın bir benzerini bende tabi tutulurum. Bilmiyorum, belki Harut ile Marut’un başına gelenler benim de başıma gelir.” Bunun üzerine ikisi de ağlamaya başlarlar, göz yaşları akarken “Ya Cebrail ve Ya Muhammed, Ulu Allah her ikinizi de asi olmak tehlikesinden emin kılmıştır” diye bir gizli ses duyarlar. Hz. Ömer (ra) der ki “ Cehennemi sık sık hatırla. Çünkü harareti yüksek, dibi derin ve topuzları demirdendir.” Taberani’nin rivayetine göre, Said-ül Hudrî (ra) der ki; “Peygamberimiz (sav) bir gün şiddetli bir yankı sesi duyarak irkildi. Bu sırada yanına Cebrail (as) geldi. Peygamberimiz (sav) bu sesin sebebini sordu. Cebrail (as) şu cevabı verdi; “Yetmiş sene önce cehenneme bir kaya salınmıştı, fakat ancak şimdi dibine ulaştı. İşte onun sesini Allah sana duyurmak istedi.” Peygamberimizin bu olaydan sonra ruhunu Allah’a teslim edinceye kadar ağzını açarak güldüğü görülmemiştir.
Dostlar! Allah Teâlâ, bütün Müslümanlara cennetine girmeyi ve orada Peygamberimize (sav) komşu olmayı nasip etsin. Makalemizi bir dervişin aşağıdaki mısralarıyla son veriyoruz:
Ey gönül! Dostun hatırı için canından geç, Can da ne, her iki cihandan vazgeç. Defalarca demedim mi şundan da bundan da geç, Sana hoş gelen ne varsa hepsinden vazgeç.
Bizim bu dilden özge bir dilimiz daha vardır, Cehennem ve Firdevs’ten başka bir mekânımız daha vardır. Aşkın sermayesi rindlik ve sarhoşluktur, İbadet ve zahitlik ise başka bir alemdir.
Faydalanılan eserler “Fütûhât-ı Mekkiyye”, İbn Arabî, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2007 “İslam Ansiklopedisi”, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 1989 “Kalplerin Keşfi”, İmam-ı Gazali, Çelik Yayınevi, İstanbul, 2012 “Marifetname”, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Hasankeyf, 1980 “Risale-i Kudsiyye”, Mustafa İsmet Garibullah, Ahıska Yayınevi, İstanbul, 2011 “Sahih-i Buhari”, İmam Buhari, Polen Yayınlar, İstanbul, 2008 “Sahih-i Müslim”, İmam Müslim, İrfan Yayınevi, İrfan Yayıncılık, İstanbul, 2003 “Tasavvuf Yolu”, Necmeddîn-i Dâye, İFAV, İstanbul, 2013
Yorum ve Eleştirileriniz için : yorum@ilimvetasavvuf.com
|