Akıl ve bilgi kavramları üzerinde insanlar asırlar boyunca fikirler ileri sürmüşlerdir. Ancak insanlar arasında bu konuda kesin bir anlaşma mümkün olmamıştır. Özellikle İslam alimleri ve batıdaki Aydınlanma filozofları arasında belirgin farklar ortaya çıkmıştır. Bu konuda ülkemizde insanlar son iki yüz yıl boyunca farklı görüşlerin etkisi altında kalmışlardır. Batıyı medeniyetin zirvesi olarak gören ve batıyı taklit etmek için yarışan insanlarımız, batıdaki akıl ve bilgi anlayışını kabul etmişlerdir. Onlara göre batının bu konudaki görüşlerini kabul etmek ilericilik ve medeni olmaktır. Fakat İslam alimlerinin akıl ve bilgi anlayışlarını kabul eden insanlar, onlara göre gerici ve yobazdır. Onlara göre İslam'daki akıl ve bilgi anlayışı insanları çağ dışına iter ve geri bırakır. Bunun da ispatı olarak bugünkü batı ve İslam toplumları arasındaki ekonomik refah ve gelişmişlik farkını örnek olarak göstermektedirler. Ancak yüzünü batıya döndürdüklerini söyleyenlerin bu konuda cahil oldukları bir gerçektir. Bilim Tarihi incelendiğinde İslam medeniyetinin özellikle 8. ve 13. asırlar arasında dünyaya nasıl bir ilim ve medeniyet öğrettiğini açıkça görülmektedir. Bu gerçeklerin üstü çizilerek batının anlayışlarını toplumumuz için tek kurtuluş yolu olarak görmek isteyenler gerçekten bunlardan haberleri yok mudur? Yoksa bazı güçlerin arzularını yerine getirmek gayreti içinde midirler? Bugün biliyoruz ki, Küresel Egemen Güçler kendilerine karşı koyabilecek olan güç olarak İslam dinini göstermektedirler. Bu nedenle onu yok etmek için olanca güçleri ile çalışmaktadırlar. Bunun için de her meslekten insanları kullanarak İslam dini aleyhine yayınlar yapmaya çalışmaktadırlar. Elbette ki küresel güçler bunun karşılığında bazı menfaatler vaat etmiştir. İnsanların nefisleri maddi çıkarları tercih ederek onların hizmetine girmiş ve İslam dinini hurafe ve gökten inmiş doğmalar olarak nitelemişlerdir. Böylece İslam dinini ortadan kaldırmaya bilerek veya bilmeyerek yardım etmişlerdir. İki yüz yıldır süren bu gayretler onlara bir şey kazandırmamıştır. Aksine İslam Dini ve Medeniyetinin değeri bütün dünya insanları tarafından anlaşılmaya başlamıştır. Çünkü Güneş balçıkla sıvanmaz, gerçekler bir gün ortaya dökülür. Fakat insanoğlu kendi davranışlarıyla ya dünya imtihanı kazanır veya kaybeder. İşte önemli olan bu imtihandan alınan sonuçtur. Çok şükür biz bugün yüzümüzü doğuya çevirdik. Çünkü Sevgili Peygamberimiz (sav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Yüzünüzü Doğuya çevirin.” Bugün için İslam düşmanlarının yenilmiş oldukları ve hakkın bütün çıplaklığı ile ortaya çıktığı görülmektedir. Bu nedenle önümüzdeki yüzyılda İslam Dini ve Medeniyeti tekrar şahlanacak ve böylece insanlara gerçek mutluluğu yaşatacak bir dönem olacaktır. Bunu görmek 2060 yılına ulaşan insanlara kısmet olacaktır. Akıl ve bilgi kavramlarını da bu bağlamda aşağıda açıklamaya çalışacağız.
Akıl Nedir? Aklın birçok tanımı vardır. Ancak genel anlamda şöyle ifade edilebilir: Akıl, “insanı diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme ve anlama melekesi” anlamına gelmektedir (TDV İslam Ansiklopedisi). Akıl, fikirleri birbirine bağlayarak akıl yürütmeyi sağladığı, yeni bilgiler elde edebildiği ve insanı tehlikelere karşı koruduğu bilinmektedir. Ayrıca akıl iyiyi kötüden ayırt etmeyi sağlayan bir yetidir. Tarih boyunca İslam düşünürleri akıl üzerine tartışmışlardır. Bu tartışmaların ana konuları, aklın her şeye yetip yetmeyeceği, bütün varlıkları anlamada hakikat arayışında yeterli olup olamayacağı meselesidir. Aklın nass, nakil, vahiy ve din ile bağlantıları da inceleme konusu olmuştur. Bu incelemelerde insanın varlık itibariyle aklını kullanarak meleklerden daha üst seviyeye çıkabildiği ve yine aklını kullanmadığı takdirde hayvanlardan da aşağı seviyelere inebileceği düşünülmüştür. Çünkü diğer varlıklara bakıldığında bitkilerde ve hayvanlarda akılla muhakeme yönünün, meleklerde ise nefsani yönün olmadığı görülür. İslâm filozofları insan aklının bir sınırı olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü hakikatler sadece akıl yoluyla elde edilseydi, o vakit ne ilahi kitaplara ne de peygamberlere ihtiyaç duyulurdu. Eğer akıl sayesinde bütün somut ve soyut gerçeklerin algılanması mümkün olsaydı insanın ilahi ve mutlak bir varlık olması gerekirdi. Oysa gerçek tamamen tersinedir. Çünkü insan sınırlı kabiliyette ve çoğu zaman sorunlar karşısında yetersiz kalabilen bir varlıktır. Bütün İslam alimleri aklı, insanın dini emir ve yasaklara uymakla yükümlü tutulmasının bir şartı olarak kabul etmişlerdir. Aklı olmayan kişilerin hiçbir şekilde yaptıklarından sorumlu tutulmayacaklarını belirtmişlerdir. Bununla beraber akıl kendi mahiyetinin ne olduğunu bilme gücüne sahip değildir. Yani akıl kendisinin keyfiyetini ve mahiyetini idrak etmeden aciz ve cahildir. Yani akıl kendisinin nasıl işlediğini ve mahiyetini bilemez. Bu nedenle “Akıl nedir?” sorusu akıl ile cevaplanamaz. Bu nedenle bu konuda diğer bilgi kaynaklarına müracaat edilmesi zorunludur. Aklın bir varlığı bulunduğu aşikardır. Çünkü alemdeki her şeyin bir varlığı vardır. Buna göre akıl alemin içinde bulunup onun bir cüzüdür. Yani akıl sadece zihinsel bir kavram değildir. Onun zihninin dışında da varlığı bulunmaktadır. Ancak bu varlığın ne olduğunu kesin bir şekilde bilmek aklın sınırları dışındadır. Maturidî mütekellim ve Hanefî fakihi Ebü’l Yüsr el-Pezdevî (ö.1100) , “Usûlü’d- Dîn” adlı eserinde, Aklın insanların eşyayı tanımaları için yaratılmış bir alet olduğunu belirtmekte ve ehli sünnete göre aklın parlak latif bir cisim olduğunu ifade etmektedir Buna göre akıl kabiliyeti ile duyu ötesi alemi ve müşahede yoluyla da duyu konusu olan alemi idrak eden cevherdir. Buradan aklın, duyuların idrak sınırının sona erdiği noktadan itibaren kalbin ve nefsin hakikatinin idrak ettiklerini ortaya çıkaran bir nur olduğu sonucu çıkarılır.
Bilgi Nedir? İnsanlar gerek dış alemi ve gerekse kendi iç alemini gözlemleyerek bazı gerçeklere ulaşırlar. Bu gerçekler akıl yoluyla değerlendirilerek bilgi haline dönüşür. Ancak bu durum herkes için farklı seviyededir. Her insan kapasitesi kadar insanlar arası ilişkilerinde elde ettiği tecrübelerle hayata dair bir şeyler öğrenir, iyi ve kötü hakkında bilgi edinir ve bu durum onda bir meleke (alışkanlık) hâline gelir. Ancak Tanrı, bazı insanlara bu bilgiyi daha kısa sürede öğrenmesini sağlayacak şekilde kolaylık sağlar. Buna göre ilimler sosyal şartlarda gelişen tecrübî aklın mahsulleridir. Tabiatında bilgisiz olan insan, kazanma suretiyle bilgilidir. Dolayısıyla bilgi a posterioridir, sonradan elde edilir. İnsan zihni boş bir levha gibidir, doğuştan hiçbir bilgisi yoktur. (İbn Haldun, Mukaddime) Bazı filozoflar, hem duyulur hem de duyular üstü hakikatin bilgisinin nazarî düşünce ve istidlâl vasıtasıyla mümkün olduğunu ve özellikle iman konularının vahyin yardımı olmadan bu vasıtalarla bilinebileceğini iddia ederler. Ancak yalnızca akıl sayesinde bu âlemlerle ilgili bilgi sahibi olmak mümkün değildir. En çok bilgi sahibi olabildiğimiz âlem, dünya âlemidir. Çünkü bu âlem, hem cismanî hem de ruhanî algılarımızla gözlemlediğimiz âlemdir. İbn Haldun’a göre bilgi bakımından insanlar üç kısma ayrılır. Birinci kısmın insanlarının hissi ve düşüncesi maddi âlemin ötesine geçemez. İkinci kısmın insanları, bâtınî müşahede ve vicdan denilen bir idrak vasıtasıyla gayb âlemine ulaşabilirler. Onlar din ilimlerinde âlim olanlar ve Rabbanî irfana sahip olan velilerdir. Üçüncü kısım bedenî ve cismanî varlıktan sıyrılma ve melekler âlemine yükselme kabiliyetine yaratılıştan sahip olanlardır. Bunlar resul ve nebi ismi verilen peygamberlerdir. İbn Haldun’a göre peygamberler, şehvet, öfke gibi bedenî hallerden uzak duran, Tanrı’ya ibadet ve onu zikretme gibi davranışlara yönelen, insanları Tanrı’nın yoluna çağıran kimselerdir. Onların bilgilerinde küçük de olsa bir yanılma ve hata yoktur. Bilgileri görülüp, şahit olunan açık seçik bir bilgidir. Peygamberlerin meleklerle iletişimi sırasında gayb perdesi ortadan kalktığı için onların bilgileri gerçeğe uygundur. İbn Haldun, peygamberlerin meleklerle olan bu iletişimini onların beşerî âlemden ruhanî âleme geçişi (insanlıktan melekliğe geçiş) olarak yorumlamıştır. İbn Sînâ’ya göre peygamberler faal akıllarıyla en zirvede olan insanlardır. Çünkü onlar bu akılları sayesinde Tanrı’nın kelâmını işitir ve meleklerini müşahede ederler. İbn Sînâ’ya göre faal akıl, bilginin ve vahyin kaynağıdır. Ancak normal insanın faal akıldan bu bilgiyi alabilmesi için önce duyu verileri üzerinde zihnini yorması gerekir. Fakat peygamberler bunlara gerek duymadan sahip olduğu hads (ilâhî feyz, ilham) ile bilgiyi kısa zamanda doğrudan alırlar. Ayrıca peygamber, faal akılla sürekli ilişki içinde olduğundan aldığı bilgi gerçek ve doğru olan bir bilgidir. İbn Haldun’un bazı insanların bilgiyi elde ederken birtakım akıl yürütme yollarını kullanmadan kalbine ilka olur demesi, İbn Sînâ’nın peygamberlerin bir özelliği olarak gösterdiği hads (aklî sezgi) kavramıyla örtüşmektedir. Çünkü hads olayında gayb perdesi ortadan kalkarak kişi bilgiye doğrudan ulaşır.
Akli Bilginin Değeri Akıl kendi temel özellikleri ve yaratılışı gereği bilgi üretme imkanına sahiptir. Akıl sadece kendi bilgi üretiminde değil, diğer bilgi kaynakları tarafından elde edilen verileri de bilgiye dönüştürebilir. Burada gerek duyu gerekse haber yoluyla elde edilenlerin doğrulanması ve bilgi niteliği kazanması ve onlardan kavram bilgisine ulaşılmasında söz sahibi olan akıldır. Akıl hem haber hem de duyu kaynaklı bilgilerin kontrolünü üstlenmektedir. Haberin bilgi değeri taşıyıp taşımadığında hüküm veren akıldır. Ayrıca algılanan nesne ve olaylara değer hükümlerinin verilmesinde de akıl tek belirleyicidir. Örneğin göz renkleri idrak eder, bir rengin kırmızı, siyah veya beyaz oluşunu tanır. Fakat rengin güzelliğini veya çirkinliğini tanımaz. İşte bu noktadaki hüküm ancak akıl tarafından verilir. Çünkü aklın doğasında çirkin ve kötü olanı çirkin ve kötü, güzel ve iyi olanı da güzel ve iyi görme kapasitesi vardır. Aklın yapısında tümeller düzeyinde güzel/iyi ve çirkin/kötü kavramları kendiliğinden bulunmaktadır. Ancak bu, bir nesnenin veya olayın güzel/iyi veya çirkin/kötü olduğu hükmüne varılması için yeterli değildir. Burada akıl, ya bir elçinin haberi ile bu konuda bir sonuca varır ya da düşünme yolunu kullanır. Buna göre İslam alimleri, dış dünyadaki eşya ve olayların değeri üzerinde tefekkür yolunu kullanarak hakikate erişme imkanının mevcut olduğunu ileri sürmüşlerdir. Şems suresinin 7. ve 8. ayetlerinde şunlar ifade edilmektedir: “Nefse ve onu biçimlendirene, Sonra da ona kötülük ve takva kabiliyetini verene yemin olsun ki.” Bu ayette insana fücur (kötülük) ve takvanın ilham edildiğini bildirilmesi, insan aklının bu iki kavram arasında ayırma yeteneğine sahip kılınması olarak yorumlanmıştır. (Maturidî, Kitâbü’t-Tevhid) Maturidîye göre aklî bilgi gerçektir ve geçerlidir. İnsan akıl yoluyla tikel nesnelerden ve tecrübelerden külli kavramlara ulaşma imkanına sahiptir. Allah Teâlâ insanın yapısını hem akıl yürütmesine temel olacak, hem de onu akıl yürütmeye sevk edecek çeşitli özelliklerle donatmıştır. Bu özellikler insanı akıl yürütmeye sevk ederek tefekküre sebep olur. İnsanın kendi varlığı ve içinde bulunduğu dünyanın şartları aklını kullanmaya yönlendirmektedir. Bu aşağıdaki ayetteki yönlendirme ile aynıdır: “Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur’an’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kâfi değil mi?” (Fussilet, 41/53) Bu ayet yeryüzünde bulunanların hepsinin Allah'ın birliğine delil teşkil ettiğini göstermektedir. İnsanın nesneler üzerinde tefekkür ederek aklını kullanması, başlangıç ve sonları hakkında kendilerine gizli kalan hususları tanımaya götürür. Bu ise insanı Allah’ın var olduğu ve alemleri ve insanı yaratmış olduğu bilgisine götürür. Maturidî’ye göre her konuda akli yöntemin kullanılması kaçınılmazdır. Çünkü öyle konular vardır ki insanın burada istidlal yöntemini kullanma dışında başvurabileceği başka bir yol yoktur. Örneğin insanların dini anlayışında ve mezheplere tabi olmakta farklı tutumlar içerisinde olup aralarında ihtilaflar bulunmaktadır. Fakat her biri diğeriyle kendi benimsedikleri mezhebin veya dinin hak olduğunu kendisi dışındakilerin ise batıl olduğu noktasında ittifak halindedir. Ayrıca hepsinin kendilerinden önce hangi yolda olan ataları bulunmaktadır. İşte bu durum Din konusunda taklit etmenin caiz olmadığını gösterir. İnsan onlardan hangisinin Hakkı temsil ettiğini nasıl bilecektir? Nesefî’nin de belirttiği gibi taklit ile hangi dinin doğru olduğu bilinemez. İnsan burada istidlal yöntemini kullanmak zorundadır. (Hülya Alper, İmam Mâtürîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi) Aklı atıl bırakmak doğru değildir. Düşünme fiili ile birlikte akıl tabiatının gereğini yerine getirmiş olur. Aklın bir kuvvet olarak insanda bulunmasının insanın insanlık niteliğini kazanması için yeterli kabul edilmez. Ancak akıl fiil haline dönüşürse kişi yücelir. Bu da ancak kıyas ve nazar yoluyla gerçekleşir. Hanefî mezhebinin kurucusu İslam alimi Ebu Hanife (699-767) akla önemli bir yer vermiş ve insanın sorumluluğun temel kaynağı olarak aklı görmüştür. Hatta herhangi bir ilahi mesaj kendilerine ulaşmasa da insanların akıllarıyla Allah'ı bilmekle (marifetullah) yükümlü olacaklarını ileri sürmüştür. Dolayısıyla Ebu Hanife gerek itikadi gerekse fıkhi görüşlerinde aklı ihmal etmeden çözümler üretmiştir. Onun İslam akaidinin ana meseleleri etrafındaki görüşleri daha sonra Ebu Cafer et-Tahavî (853-933) tarafından Selef anlayışı çerçevesinde, İmam Maturidî (853-944) tarafından da kelam statüsü içinde açıklanarak yayılmıştır. Bu nedenle İmam Maturidî Ebu Hanife tarafından kurulan kelam ve hukuk okulunun bir parçası gibi değerlendirilmesi mümkündür. Mutezile aklı önceleyen bir bakış açısını temsil ederken Selef nakli merkezi alan bir yaklaşım içinde olmuştur. Bununla beraber hiçbir İslam alimi aklı tamamen reddeden bir tavır içine girmemiştir. Bununla beraber zaman zaman Mutezile karşıtlığı akıl karşıtlığı olarak algılanmıştır. İmam Malik (711-795) ve İmam Şafi (767-820) gibi alimler fıkıh sistemlerinde kıyasa yer vermişler ve içtihat yapmışlardır. Bu durumda onların akılcı düşünceyi göz ardı ettiğini söylemek mümkün değildir. Aynı durum Selefi düşüncenin sembolü olan Ahmed bin Hanbel (780-855) için de geçerlidir. (Hülya Alper, İmam Mâtürîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi) Bununla beraber gelenekçiler ve rasyonelciler aklı kullanmakla birlikte, onların sistemleri içinde akla verdikleri konum farklıdır. Bundan dolayı tamamen akla karşı olan bir İlahiyatçı düşünülemez. Çünkü zaruri bir şekilde ilgilendiği hususu açıklama ve savunmada aklı kullanmadan mantıki olarak düşünmek mümkün değildir.
Akıl ve İnsanın Doğası Allah Teâlâ insanın tabiatını zevk veren, hoşuna giden şeylere karşı yönelecek bir biçimde yaratmıştır. Aynı şekilde insan aklını da, güzel veya kerih olan şeyleri tanıyacak bir yapıda yaratmıştır. Bu durumda yaratılışı gereği insan, tabiatının iyi ve güzel gördüğünü elde etmek isterken çirkin ve kötü gördüklerinden de uzak durur. Bu yapı insanın en temel özelliklerindendir. Bununla beraber insan tabiatı onun iyi ve güzeli bulması noktasında tek başına yeterli olduğu sonucuna varılamaz. Çünkü böyle bir yeterlilikten bahsedebilmek için insan tabiatının iyi ve güzel gördüğünün hakikaten iyi ve güzel niteliklere sahip olması gerekir. Halbuki insan tabiatının bir şeyi iyi ve güzel görmesi insan nefsinin işin içine girmesi ile etkilenir. Maturidîye göre insanoğlunun yaratılışında vahdaniyetin ve rububiyetin delilleri mevcuttur. Her çocuğun fıtrat üzere olduğunu bildiren hadisin anlamı da budur. Hadisin metni şöyledir: “Dünyaya gelen her insan Fıtrat üzere doğar sonra ebeveyni onu Yahudi, Hristiyan veya mecusi yapar. Tıpkı bir hayvanın yavrusunu sapasağlam, organları yerli yerinde doğurması gibi. Siz onda bir eksiklik görüyor musunuz?” Sonra Ebu Hureyre aşağıdaki ayeti okumuştur: “Sen yüzünü Hanif olarak dine, Allah insanlara hangi Fıtrat üzerine yaratmışsa ona çevir. Allah'ın yaratılışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur.” (Rum, 30/30) Neticede ister insan tabiatı densin isterse hevası her ikisi de insanı yanıltabilir. Kişiyi doğruya götürecek olan hiçbir zaman çirkini güzel, güzeli çirkin görmeyecek olan akıl yoludur. İnsan sadece tabiatının meyline uyarak hareket ettiğinde, burada herhangi bir seçim ve tercihten bahsetmek söz konusu değildir. Ancak aklın hükümleri kriter alındığında irade devrededir. Bu da insanın insanlaşması demektir. Nitekim insanın sorumluluğu da bu noktadadır. Özellikle insan nefsi tarafından sadece önünde hazır bulunandaki fayda ve zarar tanınırken düşünme yoluyla bunların ötesine geçilerek görülmeyen fayda ve zararlar bilinir. Maturidiye göre her organı vereceği yarara engel olmak veya onu fonksiyonlarından uzaklaştırmak doğru değildir. Sadece insan varlığı değil, Evrendeki her şey yaratılışına uygun bir şekilde yararlı işlerde kullanılmalıdır. Bu hüküm akla uygulandığında onun da işlevsel olması gündeme gelmekte, bu da ancak düşünme ve tefekkür yoluyla gerçekleşmektedir. (Hülya Alper, İmam Mâtürîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi) İnsanın dünyaya dalması, hevaya uyması onun ahireti tefekkür ve nazar etmesine mani olur. Yani hevaya uymak hayra mani olur. İnsan düşünmeyi terk ettiğinde arzuların egemenliğine girmekte bunların egemenliğine girmek de düşünme önünde bir engel oluşturmaktadır. Bu gibi durumlarda aklın işlevsiz kalması ya da hatalı sonuçlara ulaşması söz konusudur. Nitekim Kur'an'da hevaya uyulmaması emredilmiş ve ona uyanlar kınanmıştır. Çeşitli ayetlerde insanoğlu düşünmeye sevk edilmiştir. Aklın kullanılmaması cehenneme gitme sebebi ve hevaya uymamakta cennet ehlinin niteliği olarak zikredilmiştir. “Derler ki: Eğer biz dinleseydik, yahut düşünüp anlasaydık şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık.” (Mülk, 67/10) “Kim de Rabbinin divanında durmaktan korkmuş, nefsini boş heveslerden menetmiş ise, kuşkusuz onun varacağı yer cennettir.” (Naziat, 79/40,41)
İslam Filozoflarının ve Aydınlanma Filozoflarının Akıl Anlayışları İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik akıl yetisidir. Bu nedenle tarih boyunca felsefecilerin temel tartışma konularından biri de akıl kavramı olmuştur. Gerek İslam filozofları ve gerekse Aydınlanma filozofları akıl hakkında birçok düşünceler ileri sürmüşlerdir. Ancak bu düşünceler arasında önemli farklar olmuştur. İslâm filozofları genel manada insanın işitme, görme ve bilgi elde etmesini sağlayan unsurlarının nasıl sınırlı ise, insan aklının da bir yere kadar sınırlandırılmış olduğunu benimserler. Onlara göre hakikatler sadece akılla kavransaydı, o halde hem ilahi kitaplara hem de peygamberlere ihtiyaç duyulmazdı. Bununla beraber somut ve soyut gerçekliklerin tümü akıl vasıtasıyla algılanmaları mümkün olsaydı bu neticede de insanın “mutlak” olması gerekirdi. Halbuki insan aklı her vakit sorunlara yetebilen ya da mükemmel kabiliyetlere sahip olarak yaratılmamıştır. Çoğu kez insan aklı acze düşebilmektedir. Bu nedenle mutlak olanla ilgili bilginin aklı aştığı anlaşılmaktadır. Ancak metafizik öğreti, iman yoluyla bu bilginin kavranabileceğini söyler. Nitekim İslâm filozofları, akıl ve vahyi uzlaştırmaya çalışmışlar ve dini felsefî bir bakış açısından hareketle yorumlamaya gayret göstermişlerdir. Şeriat ve aklın ilkelerini birleştirmeye çalışan İslâm filozofları, dinin temelde akla istinat eden felsefe ile çelişmediğini ortaya koymak istemişlerdir. Ancak bu düşüncelerinde bazen çok ileri gidip küfre sebep olmuşlardır. Aydınlanma düşünürleri ise hakikate ulaşmada aklın tek bilgi yolu olduğunu öne sürmektedirler. Bu bağlamda salt aklın bilim için gerekli olduğunu belirtirler. Akıl, insanın dünyasını biçimlendirmesinde ve algılamasında gereklidir. İnsan kendi aklı ile hayatını aydınlatmaya çalışır. Böylelikle kendi aklını özgürce kullanan birey aydınlığa ulaşır. Bunun sonunda da toplum refaha kavuşur. Aydınlanmada salt aklın her şeyi çözebileceği anlayışı hakimdir. Onlara göre insana dışarıdan bir müdahaleye gerek yoktur. Yani din, peygamber gibi müesseseler gereksiz ve faydasızdır. İnsan aklı kendisiyle ilgili her sorunu gidermeye yeter. Batı insanı asırlarca bu görüşlerle kendini avutmuştur. Ancak hiçbir zaman aradığı huzuru ve mutluluğu bulamamıştır. Yıllarca birbirleriyle savaşmışlardır. Çünkü hakikat bambaşka bir yerdedir. Bu husus İslam dini tarafından tam olarak açıklanmıştır. İslam düşüncesinde çoklu akıllardan söz edilmekle birlikte her şeyin temeline aklı temel alma gibi bir durum söz konusu olmamaktadır. İslam filozofları akla dayanan felsefî düşünme biçimi ile vahyi uzlaştırıp her ikisi arasında çelişki olmadığını kanıtlamaya çalışmışlardır. Aydınlanmacı düşüncede ise aklı vahiyden uzaklaştırıp aklı temel almanın yeterli olduğu esas bir ilke idi. Kant gibi filozoflar bu konuda eleştiri sunsalar da, onların genel kanısı salt akıl işleyişinin yeterli olduğudur. İslâm felsefesinin en önemli kavramlarından biri olan akıl, filozoflar tarafından çeşitli şekillerde tanımlanmış ve bilgiye ulaşma yollarından biri olarak kabul edilmiştir. Felsefî anlamda insana özgü bir düşünme biçimi olan akıl, İlk İslâm filozofu Kindî tarafından “varlığın hakikatini kavrayan basit bir cevher” olarak tanımlanır. Kindî (ö. 866)’ye göre akıl, insan nefsinin temel bir işlevi olarak, duyu organları tarafından algılanamayan şeyleri (tümelleri) algılayabilen bir güçtür.
Maturidî İmâm Mâtürîdî (853-944) Hakk’ı idrâk etme açısından insanların aklının eşit olduğunu ancak, mü’minin Hakk’ı idrâk edip aklıyla iman ettiğini, kâfirin ise idrâk etmesine rağmen inat ettiğini belirtir. Bu bağlamda kâfirlerin Hakk’ı akledemeyişlerini, akıllarının olmayışına veya garîzî akıllarının noksan oluşuna değil, aklı doğru kullanamamalarına bağlar. Mâturîdî‟nin en önemli takipçilerinden biri olan Ebu‟l- Muin en-Nesefī (ö.508/1115) ise aklı bir bilgi sebebi, bir bilgi kaynağı olarak kabul eder. Pezdevî de (ö.493/ 1100) Allah, insanların eşyanın hakikatini tanımaları için aklı bir vasıta olarak yaratmıştır biçiminde tanımlamaktadır.
Fârâbî Fârâbî (ö. 950)’de nefs-i nâtıka olarak isimlendirilen akıl, güzel ve çirkin, yararlı ve zararlı olan şeylerin bilinmesini sağlayan özel bir güç olarak kabul edilmiştir. Fârâbî’ye göre insanın insan olmasını sağlayan ve ondaki en değerli özellik olan akıl, ilim ve sanatların elde edilebildiği bir melekedir. Fârâbî Aristo’dan sonra en çok mantıkla uğraşan kişidir. Ona göre mantık insanları doğru yola sevk etmektedir. Fârâbî akıl anlayışını pratik ve teorik şeklinde iki ana kısma ayırmıştır. Pratik akıl, ne yapılması gerektiğini belirtir. Teorik akıl ise ruhun kemale ermesine yardımcı olur. Fârâbî teorik aklıda üç kısma ayırır: Maddi akıl, meleke halinde akıl ve kazanılmış akıl. Farabi’ye göre aklın bi’l kuvve, bi’l fiil, müstefid ve faal olmak üzere dört aşaması vardır. Bi’l kuvve akıl, dış dünyadaki maddeye yöneliktir. Müstefid akıl, en üst akıldır. Yani faal akılla birleşir. Ona göre akıl yönünden yücelmiş insanlar ölümsüz olacak ve diğerleri öldükten sonra yok olup gidecektir. Ancak sufilere göre mantık aklın bütün gücünü kullanamaz. Mantığın işlevinin üstünde akılda bazı özellikler vardır. Bu özellikler ancak keşif yoluyla bilinebilir. Buna göre insanlar mantıkla her şeye hakim olamazlar.
İbn Sina İbn Sina (ö.1037), Avicenna olarak da bilinen dönemin önemli düşünürü, astronomu ve doktorudur. Din ve felsefeyi uzlaştırmaya çalışmıştır. Akla dayanan felsefeyi İslam inançlarıyla uyumlu hale getirmeye çalışmıştır. İbn-i Sina akıl teorisinde Aristo, Afrodisiyaslı İskender ve Fârâbî’yi içine almıştır. Ancak bununla yetinmeyip yeni bir yorum getirmiştir. İnsanın potansiyel aklı ve insan dışındaki faal akıl arasında bir ayrım gözetmektedir. Potansiyel akıl faal akıl sayesinde ve rehberliğinde gelişir ve olgunlaşır. İbni Sina’ya göre potansiyel akıl bölünemez, gayri maddi ve belli bir zamanda meydana gelir, ferdden ferde değişir ancak yok olmayacak bir şeydir. Yine aklın gayri maddi olduğunu; kavram ve formların bölünemeyeceğini, dolayısıyla herhangi maddi organa yerleşemeyeceği fikrini ileri sürmüştür. İbn Sina, topluluk içinde yaşamak mecburiyetinde olan insanın, ortak ahlâkî ve hukukî normlarda bir anlaşma sağlayabilmesi için herkesin samimiyetle benimseyip uyacağı başlıca yasaların bulunması gerektiğine inanır. Bunun da salt akılla değil, ancak toplum içinden bir kimseyi peygamber olarak görevlendiren ilâhî inâyet yoluyla gerçekleşebileceğini ifade etmiştir. Çünkü ona göre ilâhî inâyet fert ve toplumun iyiliğini ve kamu düzeninin gerçekleşmesini; kamu düzeni de nübüvvetin varlığını gerekli kılar.
Gazâlî İmam Gazâlî (ö.505/1111) akıl ile ilgili kapsamlı bir açıklama yapmıştır. O aklın anlamlarını sınıflandırarak dört kategoride ele almıştır. Birincisi insanı diğer canlılardan ayıran, bilgileri anlayabilmek ve kavrayabilmek için doğuştan sahip olduğu kabiliyettir ki insan bu kabiliyeti sayesinde düşünce mahsulü olan ilim ve zanaatları elde edebilir. İkincisi bir insanda yerleşmiş bulunan zorunlu bilgilere sahip olabilme melekesi, üçüncüsü tecrübelerle elde edilebilen ilimler ve sonuncusu edinilen tecrübeler sonucunda işlerin akıbetini bilebilme kabiliyetidir. Gazâlî’ye göre akla verilen bu kategorik anlamlardan esas olan birincisi, yani ruhanî bir nur olarak kabul ettiği nazarî ve zaruri ilimlerin idrak edildiği yerdir. Birinci ve ikinci anlamlardaki akıl yaratılıştan vardır. Üç ve dördüncü anlamlardaki akıl ise sonradan elde edilirler. Tecrübî bilgiyi elde etmek için fıtrî akla ihtiyaç vardır. İnsanın hayvan ile melek arasında yaratıldığını belirten Gazâlî, onun her iki tarafın da (hayvani ve meleki) kuvvet ve sıfatlarını taşıdığından söz eder. İnsanın en önemli yanı ve temel ayırımı ise akıllı varlık olmasıdır. Bu idrak ve akıl kuvvetiyle insan yaratılış gayesini ve eşyanın hakikatini kavrar. Akıl bir çeşit bütün hizmetlerin kendisi için yapıldığı bir reis konumundadır. "İhyau Ulumi'd- Din" adlı eserinde ise Gazâlî, insanı diğer canlı hayvanlardan ayıran özelliğe akıl demektedir. Ona göre insan yaratılıştan bu akıl ile nazari ilimleri öğrenmeye yetenekli hale gelir ve birçok gizli beceri ve sanatları elde eder. Yine Gazâlî akıl kelimesi yerine veya ona eş anlamlı olarak nefis, kalp ve ruh kelimelerini de çok sıkça kulların: Gazâlî bu dört kavramın birbiri yerine kullanılışı ile ilgili şöyle bir yorum getirir: İnsanın kalbinde, bakan maddi gözün kusurlarından uzak bir kalp gözü vardır. Bu kalp gözü nur ismine daha layıktır ve buna bazen akıl, bazen ruh, bazen da insani nefis denir. Ona göre kalpteki bu göz, akıllıyı çocuktan, deli ve hayvandan ayırır. Bu göz, beden gözünün kusurlarından korunmuş olduğu için buna akıl ve nur da denilir. Bir başka ayırımda ise Gazâlî aklı, "doğal akıl" ve "kazanılmış akıl" diye ayırır. Doğal akıl, doğuştan, yaratılıştan insanda var olan akıldır. Bu akıl kast edilerek Allah'ın insanda yaratmış olduğu en üstün ve en değerli şeyin bu akıl olduğuna vurgu yapılır. Kazanılmış akıl ise bilinen ve öğrenilen olaylar aracılığıyla elde edilen faydalardır. Gazâlî, bilgi alanında bilhassa fiziki alemi bilme söz konusu olunca akıl ve duyu verilerini oldukça önemser. Allah'ı, peygamberi ve dini bilip tasdik etmemize imkan veren aklı hiçbir zaman küçümsemez; şayet akıl değersiz ve güvenilmez bir vasıta olarak kabul edilirse onunla bilinen şeylerin de değersiz sayılması söz konusu olur ki böyle bir şeyden söz edilemez. Gazâlî, akıl ile din arasında da bir ilişki kurarak aklı yaratılmışların en şereflisi, dinin dayanağı ve ilahi teklifin muhatabı, sorumluluğun istinatgahı olarak kabul eder ve en önemli insani vasıflardan sayar. Gazâlî'ye göre akıl, ancak dinin yol göstericiliğinde doğru yolu bulabilir. Din de ancak akıl ile ortaya çıkar ve varlığını sürdürebilir. Akıl ile din bir bina ile bu binanın temeline benzer. Akıl temeldir, din ise binadır. Nasıl ki bina olmayınca temel yeterli değilse, temel olmayınca da bina bir işe yaramaz. Yine akıl ile dinin birbiriyle olan münasebeti göz ile ışığın birbirine olan münasebetine benzer. Akıl göz yerinde, dinde ışık yerindedir. Işık olmayınca gözün görmesi nasıl mümkün değilse göz olmayınca da ışığın varlığı görmesi mümkün değildir. Başka bir örnekle bu ilişkiyi şu şekilde açıklayabiliriz. Akıl kandil; din de bu kandilin yağı yerindedir. Yağ olmadıkça kandil işe yaramaz. Çünkü kandil, yağsız ışık vermez; kandil olmadıkça da yağ yalnız başına ışık vermez. Gazâlî aynı benzetmeyi Kur' an ayetleri ile akıl arasında da kullanır. Ona göre hikmetin en büyüğü şanı yüce Allah'ın kitabıdır. Göz için güneş ışığı ne ise akıl için de Kur'an ayetleri odur. Çünkü gözün eşyayı görmesi ancak güneş ışığıyla tamamIandığı gibi aklın hakikatleri görmesi de ancak Kur'an ayetleriyle tamamlanır. Ona göre bunlardan birine sarılıp, diğerini terk eden kimse ahmaktır. Gazâlî, Kur'an'ın nuruyla yetinerek akıldan yüz çeviren kimsenin tıpkı güneşin ışığına gözlerini kapatan kimse gibi olduğunu, böyle kimselerin körlerden bir farkının olmayacağım belirtir. Çünkü ona göre akıl ancak dinle birlikte olursa nur üstüne nur olur. Yine onun "Şeriat hariçten bir akıl, akıl da dahilden bir şeriattır. Bunlar birbirlerine yardım ederler, birbirlerine kuvvet verirler," ifadesi de bu önemli ilişkiyi açıkça ortaya koymaktadır. Bütün duyu organları aklın hizmetinde çalışan memurlar gibidir. Hatta hayal, vehim, fikir, hafıza vb güçler de aklın hizmetinde bulunurlar. Akıl varlık dünyasını kuvvetliden zayıfa, açıktan gizliye doğru idrak eder, yaş ilerledikçe duyular zayıfladığı halde aklın idrak gücü gittikçe güçlenir. Gazâlî, insanın aklı ile bir işin sonunu anlayıp iyiliğin nerede olduğunu bildiğinde içinden bir yönelişle o tarafa yönelir, o işin sebeplerini gerçekleştirir ve onu ister/irade eder. Bu tamamen şehvet kuvvetinden farklı bir yöneliştir. Buna kuvve-i fıkriye de denilebilir demektedir. Aklın en önemli etkinliği ve görevlerinden biri de düşünmek ve bilgi üretmektir. Bu nedenle Gazall'de duyu, akıl ve batını keşif olmak üzere üç tür bilgi kaynağından söz edilebilir. Burada duyuların objesi, dış dünya ve cisimlerdir. Aklın objesi, akıl edilirler ve duyu verileridir; keşfin objesi de Mutlak Varlık Cenab-ı Hak'tır. Duyular, beş duyunun etkinlikte bulunduğu maddi ve duyusal bilinirleri; akıl, düşünce ve tefekkürüyle akıl edilirleri; kalp de ilahi yansıma ve ilahi hakikatlerin kalbe doğuşu ile Mutlak'ı kendisine konu edinir. Gazâlî böyle bir ayırımda bilgiyi tek yanlı ya da obje ağırlıklı gören bilgi anlayışlarından farklı bir konuma getirmektedir. Gazâlî, aklın bilgi elde etme sürecindeki başarısı ve yanılmaz bir yol gösterici olmasına dikkat çektikten sonra, bir de akıllı kimselerin yanılmaları sorununu ele alır ve bu kimselerin yanılma nedenlerini de bu kimselerdeki hayallere, vehim ve yanlış inançlara bağlar. Gazâlî, bu kimselerin kendilerinde bulunan bir takım hayaller, vehimler ve yanlış inançlara dayanarak hükümler verdiklerini, verdikleri bu hükümleri de aklın hükümleri zannetmelerinden kaynaklandığını belirtir. Netice itibariyle aklın insan için vazgeçilmez bir rehber olduğuna dikkat çeken Gazâlî, akıl aracılığı ile meydana gelen bilgilerin bazen duyular aracılığı ile elde edildiğini, bazen esası duyulara dayalı olmakla beraber duyulardan bağımsız bilgiler olarak elde edildiğini, bazen de bazı bilgileri insanın doğuştan getirdiği ve kendisinde hazır bulunan bilgi yetileri ve ilkeleriyle ulaştığını belirtir. Gazâlî özellikle akla, idraki kavrayışlarda, din ve ahlak alanında büyük bir önem ve değer atfettiği halde, akli bilgilere de duyu bilgileri gibi özellikle metafiZik ve gaybi varlık dünyasının çözümünde güvenilemeyeceğini, bu alanda aklın ortaya koyduğu yargılarda ve çözümlerde bazı çelişik durumların ortaya çıktığım, sonuçta akli bilgiden de şüphe edilecek durumların varlığına vurgu yapar. Gazâlî'ye göre akıl bütün müşküllerde ve çözümü zor sorunlarda hakikate perdeyi tam olarak aralayamamaktadır. O, insanın bu şüphelerden kurtuluşunu, Allah'ın kalbe attığı bir nur ile kalbin hakikatleri doğrudan ve ispata ihtiyaç duymayacak şekilde birden kavramasıyla mümkün olduğunu belirtir. Gazâlî bu bilgiyi diğer yollarla elde edilen bilgiden daha güvenilir bulur. Görüldüğü gibi Gazillf, aklın, matematik, mantık ve tabiat bilimlerinin tecrübeye dayalı alanlanındaki yetkisini kabul etmekle birlikte, metafizik problemlerin çözümünde ise aklın aciz olduğunu ve bu alanda çözüme ulaşabilmek için batıni keşfe ve vahyin desteğine ihtiyacı bulunduğunu düşünmektedir. Bunu izah için de şöyle bir mantıki temellendirme yapmaya çalışır: Nasıl ki duyular temyiz kuvvetinin algıladıklarını, temyiz kuvveti de aklın algıladıklarını anlayamıyorsa, akıl kuvveti de akıl ötesi olanı kavrayamaz. Dolayısıyla Gazâlî, tabii ilimlerde burhan ve akli yöntemlerin doğru soıuçlar verebileceğini kabul ettiği halde, metafizik meselelerde bu tür yöntemlerin başarısız olacağını ileri sürmektedir. (Hüsamettin Erdem, Gazâlî’de Akıl Bilgisi ve Değeri)
İbn Arabî İbn Arabî’ye (1165-1240) göre akıl, insanı Allah’ın vahdet bilgisine selbi olarak götüren bir araçtır. Bununla beraber akıl Allah’ın Zâti bilgisini yani Marifetullahı idrak etmesinde yetersiz kalır. Aklın idrak alanı gayb âlemi değildir çünkü akıl metafizik âlemin bilgisine ulaşamaz. Çünkü akıl sınırlıdır. Aklın üstünde olan bilgi kaynağı ise keşiftir. Keşif insanı marifet bilgisine ulaştırır. İnsanın amacı da bu bilgiye ulaşmaktır. Akıl bize Allah’ın var olduğunu gösterir; keşif ise Allah’ın bilgisine ulaştırır. İman ise bize Allah’ın Zatını tanıttırır. Bundan dolayı akıl ve iman birbirini tamamlar ve kuvvetlendirir. Akıl imanın nuruyla aydınlanmalıdır. Bu nedenle imana tabi olmuş akıl gereklidir. İbn Arabî’ye göre ilmin derecesi, imandan daha üstündür. İlme ulaşmada temel kaynak ise akıldır. İbn Arabî bilginin tanımını şu şekilde yapar: Bilgiye konu olan şeyin idraki mümkün ise, onu bizatihi nasıl ise öyle bilmek bilgidir. Fakat idraki mümkün değilse, o zaman idrak edemeyeceğini bilmek bilgidir. İbn Arabi’nin bilgi anlayışında temel ruhani tecrübelerdir. Bu anlayışla birlikte, fukahânın şer’i hukuka dair bilgi anlayışını, kelamcıların bilgi edinmenin temeli olarak gördükleri aklı ve bu yolla bilgi edinme arayışlarını göz ardı etmez. Fakat yalnızca bu alanla sınırlı kalındığında bütün bilgi araçlarının gerçek bilgiye, mârifetullaha ulaşmada engel görür. İbn Arabî bilgiye ilim demekle beraber ilimlerin üç sınıf olduğunu belirtmektedir. Bunlar; akıl, hâl ve sırların bilgisidir: 1) Akli ilim: Bu, bir delil içinde, nazarın akabinde veya zaruri olarak, senin için meydana gelen bir ilim (bilgi) dir. Akli bilgi, hakikate ulaşmada bir vasıta aracı olsa da sınırlıdır ve kişiyi mutlak bilgiye ulaştıramaz. 2) Haller ilmi: Buna zevkten (tatmaktan) başka bir yol (imkân) yoktur. Bir akıl sahibi onu delil ikame ederek bilmeye muktedir değildir. Örneğin balın tatlılığı, sabrın acılığı, aşkın cinsi birleşmenin, vecdin ve şevkin lezzeti gibi. İşte bunlarla vasıflanmak veya onları tatmaksızın bu nevi bilgilerin gerçeğini bir kimsenin bilmesi imkânsızdır. 3) Sırlar ilmi: Bu da aklın kuvvetinin üzerindedir. Çünkü bu ilim ilham yoluyla elde edilir. Veliler ve peygamberlere mahsustur. İbn Arabî’ye göre bu bilgi türleri arasında en üstün olanı, aklın ötesinde olan sırlar ilmidir. Çünkü diğer ilimleri bilen sınıfa nazaran sırlar ilmine vakıf olan sınıf tüm ilimleri öğrenir ve kuşatır. Akıl, delil ve nazara dayandığı müddetçe bizi, Allah’ı bilmeye götüremez ve bu nedenle sınırlıdır. Belki akıl, kendisini imana teslim ederse, gerçek bilgi ona verilir. Ona göre duyuların nesnelerden aldığı algıların hepsi zaruridir. Fakat aklın kendisinden kaynaklanmayan, zorunlu olmayan önermelerine duyular ve fikir aracılığıyla ulaşılır. Akıl yürütme kuralları doğru bir şekilde kullanılır ve ilgili duyu algısı tarafından da doğrulanırsa, aklın bu çeşit önermelerinin doğruluğu kabul edilir. Aksi takdirde aklın bu zorunlu olmayan önermeleri yanlışlanır ve reddedilir. (Fatma Özdemir, Muhyiddin İbnü’l Arabî’de Akıl İman İlişkisi) İbn Arabî’ye göre bilgiye üç temel şekilde ulaşılmaktadır: Akıl, vahiy ve keşif. Bunlar aynı zamanda kişiyi “gerçek bilgi” vasıtasıyla ebedî mutluluğa götüren yol çeşididir. İlk iki bilgi şeklinin söylemi içerisinde kelam, fıkıh, hadis, tefsir ya da mantık vs. gibi geleneksel ilimlerde ortaya konulan ilke ve kurallar takip edilerek doğru veya yanlış her sistemin kendi söylemi içerisinde değerlendirilir. Ona göre vahiy kaynaklı bilgi açısından doğrunun ne anlama geldiği, vahyin kendi söylemi içerisinde değerlendirilmelidir. Akıl ya da duyumların bilgisi de aynı şekilde kendi içerisinde bir anlam ifade eder. Keşfe dayalı bilginin söylemi içinde ise İbn Arabî, orada var olan her görüşün geçerliliğini kabul etmektedir. O rûhânî tecrübelere dayanan bir bilgi anlayışı geliştirirken, fukahânın şer’î hukuka dâir bilgi anlayışını, Kelâmcıların ya da Meşşâî filozofların aklı, bilgi edinmenin temel aracı olarak kullanmalarını ve bu yolla bilgiyi arayışlarını göz ardı etmemektedir. İbn Arabi bu bilgi vasıtalarını gerçek ve nihâî bilgiye, mârifetullaha ulaşmada yeterli görmemektedir. İbn Arabî bilginin alanına, hem deney ve gözleme konu olan duyusal alanı, hem de metafizik alanı dâhil etmektedir. Böylece o hem agnostik düşünürlerden hem de bilgiyi tasavvur ve tasdik olarak tanımlayan geleneksel düşünceye sahip düşünürlerden ayrılır. Nitekim “…ilmin tarifi, malumun tasavvuru değildir.” diyen İbn Arabî “.. Her bilinen, tasavvur olun(a)madığı gibi, her bilen dahi tasavvur edemez. Çünkü bilen için tasavvur, ancak bilenin hayal sahibi olmasındandır.” demektedir. Suret kabul etmeyen tasavvur edilemeyen fakat bilinen şeyler bulunmaktadır. İbn Arabî’ye göre keşfi bilgisi, Allah’ın doğrudan bildirmesine dayalı bir bilme çeşididir. Ona göre ilim bir şeyi bizatihi ne ise öylece tanınmasıdır. İdrakin bir algılama olduğunu ve algılamanın da derecelerinin olduğunu belirtmektedir. Her canlı ve canlı olmayanlar kendi algılama derecelerine uygun bir şekilde algılarlar. Her varlığın kendine özgü bir algısı olduğunu bildiren İbn Arabî bilginin de derecelendirme içerdiğini ifade etmektedir. Ona göre bilginin en üst derecesi Hakk’ın tanınmasıdır ve bu bilgiye tecelli ve keşif ile ulaşılmaktadır. İbn Arabî’ye göre sınırlı olan akıl, Allah’ın nefsini ancak keşif ve tecelli ile bilebilir. İbn Arabî iki tür bilgiden bahseder. Birincisi Allah’ın varlığının bilgisidir. Bu ise aklî yöntemlerle bulunabilir, örneğin âlemin bir varlık tarafından yaratıldığı gibi bir bilgiye akıl ulaşabilir. İkinci bilgi ise, Allah’ın Zatı’nın bilgisidir, yani mârifetullah bilgisidir. Bu ise ancak bu bigiye ulaşmak isteyenler tarafından elde edilir. İbn Arabî Fahreddin Razi’ye yazdığı mektupta; O halde akıllı kimse, zorunlu ihtiyaçlarıyla ilintili ilmi almalı ve gideceği yere kendisiyle beraber gideceği ilmi tahsil etme noktasında gücünü sonuna kadar harcamalıdır. O da iki ilimden başkası değildir: 1)Allah’ı bilmek, 2)Ahiret makamlarını bilmek ve kendi evinde yürüyormuşçasına orada yürüyebileceği kadar bu makamların gerektirdiği ilimleri öğrenmek. İşte bu bilgiye sahip olan insan hak ile batılı birbirinden ayırmış olan insandır. Bu makamı elde etmiş bir insan irfan ehlidir. İbn Arabî’nin bilgi anlayışında, keşf anlayışı çok önemli bir yere sahiptir. Bilgiyi hem aklî hem de keşf yoluyla elde edilebileceğini söyler. Allah’ın bilgisine ulaşacak yolları aklî yöntemlerle bulunabileceğini söylerken, Allah’ın Zâti bilgisi dediğimiz mârifetullah bilgisine ise keşif yoluyla ulaşılabileceğini öne sürmüştür. Aklı sınırlı görerek sadece zahir âlem dediğimiz üzerinde yaşadığımız bu âlem için gerekli görmekle birlikte, gayb âlemi için, yani görünmeyen âlem için ise akıl üstü olan keşfi kullanmıştır. (Fatma Özdemir, Muhyiddin İbnü’l Arabî’de Akıl İman İlişkisi)
İbn Haldun İbn Haldun (1332-1406) kendinden önceki Meşşâî filozoflara benzer şekilde aklı, insanı diğer canlılardan farklı kılan ve onu insanlığın en üst seviyesine ulaştıran bir yetenek olarak görmektedir. Ancak İbn Haldun’a göre insanı diğer varlıklar arasında ayrıcalıklı kılan aklın bir takım sınırları vardır. O aklın bu sınırlarını belirtmek amacıyla onu bir teraziye benzetir. İbn Haldun’a göre akıl, altın tartmak amacıyla yapılan fakat bazen suistimâl edilerek dağları tartmada kullanılan terazi gibidir. Aslında akıl doğru bir terazidir hükümleri de yakînîdir ve asla hatalı değildir. Ancak bu terazi Tanrı’nın birliği, ahiret, nübüvvet gerçeği, ilahî sıfatların mahiyetleri gibi kendi seviyesinin üstünde kalan problemleri tartmada kullanılmamalıdır. Çünkü bu, muhal olanı istemek demektir. (İbn Haldun, Mukaddime) İbn Haldun, Fârâbî ve İbn Sina gibi Meşşâî filozofların aklın sınırları konusundaki görüşlerine karşı çıkmaktadır. Ona göre insan, duyular vasıtasıyla elde ettiği bilgiler üzerinde aklî yetileri ile tasarrufta bulunarak bir takım bilgilere ulaşır. İnsanın “ilk akledilirler” denilen bu bilgileri elde etmesi mümkün iken tümel ve soyut kavramlar olan ikinci akledilirlere ulaşması imkânsızdır. (İbn Haldun, Mukaddime) İbn Haldun bu görüşüyle aklın bütün insanlarda eşit ölçüde bulunduğunu düşünen filozoflardan ayrılmaktadır. O bu konuda Gazzalî’nin düşüncelerine yakın bir yaklaşım sergilemiştir. Çünkü Gazzalî de akıl gücünden yararlanma bakımından insanların birbirleriyle eşit olmadığını düşünmektedir. İbn Haldun, bir an bile olsa insanın düşünmeden duramayacağını belirterek düşünme yeteneğini ilim ve sanatların kaynağı olarak görmüştür. İbn Haldun’a göre Tanrı, insanı biri cismanî diğeri ise ruhanî olan iki ayrı varlık türünden yaratmıştır. İnsanın ruhanî parçasının dinî literatürde bazen akıl bazen ruh bazen bazen de nefs olarak isimlendirildiğini belirtir. İbn Haldun, bu kavramların insanın ruhanî tarafına işaret etmesine rağmen her birinin delalet ettiği başka manaların da mevcut olduğu görüşündedir. O, bu konuda geniş bilgi için kendisinden önce onunla aynı ifadeleri kullanan Gazzâlî’nin eserine başvurulmasını tavsiye eder. İbn Haldun’a göre, Tanrı’nın insan vücuduna sunduğu bir takım özel kuvvetler vardır. Bu kuvvetlerin her biri yaratılışının ve kendi tabiatının gerektirdiği şeyi elde etmek ister. Buna göre aklın tabiatında fıtratının gereği olan ilim ve marifeti elde etme isteği mevcuttur. Akıl bu isteğine ulaşmak için düşünceyi harekete geçirir. Akıl Tanrı’dan daha yüce ve daha mükemmel bir varlık olmadığını düşünerek en yüce kemal olan yaratıcını bilme isteği duyar. O, hiçbir gevşeklik ve usanç hissetmeden birbiri ardınca gelen fikir ve tasavvurlarla Tanrı katındaki şeylere vakıf olmaya çalışır. Onun bu yöndeki hareketleri birbirini kuvvetlendirir. (İbn Haldun, Mukaddime) İbn Haldun’a göre, insan düşüncesinin çeşitli dereceleri vardır ki bunların her biri aklın özel bir türüne işaret eder. İlk derecesi temyizi akıl’dır ki bu akıl doğal olarak düzenlenen durumları kavrar. İnsan bu akıl sayesinde geçimini sağlayabilir, zararlı olan şeylerden sakınıp faydalı şeyleri bulabilir. İkinci derecesi de tecrübî akıldır. Bu da insanın toplum içinde diğer insanlarla iyi ilişkiler kurmasını sağlayan, toplumsal kuralları düzenleyen akıldır. Üçüncü derece nazari akıl olup, insanın belli bir konu hakkında bilgi ve düşüncelerini oluşturmasını sağlayan akıldır. Bu aklın ulaşmak istediği son amaç, sebepleri ve tüm özellikleriyle varlığı olduğu gibi kavramaktır. Bu şekilde akıl kendi gerçeği konusunda olgunlaşır. Fârâbî ve İbn Sina’nın, insanın mutluluğunun faal akıl’la ittisal edip ondan hakikatin bilgisini elde etmekle gerçekleşeceği iddasını İbn Haldun, dinî kaygılarla reddetmektedir. Onların ittisal ile kastettikleri nefsin doğrudan aracısız idrakidir. Ancak İbn Haldun’a göre nefsin bu idraki sırasında duyduğu zevk, Kur’ân’ın nefse vaad ettiği mutluluğun çok altındadır. Çünkü Kuran’ın vaad ettiği mutluluk, felsefî burhanların çıkarabileceğinden veya ahlakî dürüstlük hayatının temin edebileceğinden daha üstündür. İbn Haldun insanın doğuştan bilgi getirmediğini ve edindiği bilgileri sonradan, çeşitli idrak vasıtaları ile elde ettiğini ifade etmektedir. Ona göre öğrenme yeteneği ile dünyaya gelen insan, çevreyle etkileşim içine girerek bir şeyler öğrenmeye başlar. Bilgiyi elde etme konusunda İbn Haldun, hem duyular hem de duyular üstü akıllar’ın varlığını kabul eder. Ancak İbn Haldun’un, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi diğer ilahiyatçı filozoflardan ayrıldığı nokta, Tanrı ile aynı olan ilk aklın bilgisinin, yani gerçeğin bilgisinin Tanrı’nın yardımı olmadan nazarî düşünce ve istidlal yoluyla elde edilemeyeceğidir. Ona göre aklın idraki, sınırlı olup duyuların ötesinde kalan tevhit konuları, ahiret halleri ve ilahî sıfatların mahiyeti gibi ruhanî meseleleri kavramaktan acizdir ve konularda dine başvurmaktan başka çare yoktur. (Arife Ünal Süngü, İbn Haldun’a göre Akıl ve Bilginin Oluşumu)
Yorum ve Eleştirileriniz için: oryanmh@gmail.com |
Akıl ve Bilgi |
Yayınlanma Tarihi: 10.07.2025 |