Ahlâk Felsefesi Nedir?
Ahlâk felsefesi, Yunanca ethike etos (töre, ahlâk) kelimesinden türemiştir. Ahlâk felsefesinin diğer bir adı “etik” tir. Ahlâk felsefesi, insanların kişisel ve toplumsal yaşamındaki ahlâki davranışları ile ilgili problemleri inceler ve insan davranmışlarını değerlendirir. Ancak, ahlâk felsefesinin konusunu, insanın bütün davranışları değil, özgür ve bilinçli davranışları oluşturur. Yani ahlâk felsefesi, insanın bilinçli eylemleri üzerinde bir incelemedir. Ahlâk felsefesine göre ahlâk, insanların bir toplum içinde uyumlu yaşamaları için kendilerine göre belirledikleri ilkelerin tümüdür. Bu anlamıyla ahlâk, felsefeden bağımsız olarak her topumda belli oranlarda var olan davranış kurallarıdır. Dolayısıyla ahlâk, olgusal bir davranış biçimi belirleyen değer yargısı iken, etik ise bu değer yargısını araştıran, inceleyen, açıklayan ve değerlendiren felsefe dalıdır. Ahlâk felsefesinin başlangıcının antik çağın başlaması ile ortaya çıktığı kabul edilir. Ahlâk felsefesinin kurucusu olarak Sokrates (MÖ 469 – MÖ 399) gösterilir. Antik çağda ahlâk anlayışı bireysel etikten çok toplumsal etik üzerine yoğunlaşmıştır. Bu anlayışta hedef, insanların toplu mutluluğudur. Ancak köleler bu değerlendirmede diğer insanlarla bir tutulmamış ve etik anlayışı yalnız özgür insanlar için düşünülmüştür. Antik çağdan sonra, Hristiyanlığın Batı’daki yükselişiyle kaynağı Tanrı olan bir etik anlayışı oluşmuştur. Bu anlayış akılcıdır ve irade söz konusudur. Uzun bir süre etik sadece Tanrı kaynaklı görüşlere yer vermiştir. 15. yy’dan itibaren Tanrı ve din merkezli etik anlayışından sapmalar görülmüştür. Bu dönemde dinden soyutlanmış, ilahiyattan uzaklaşmış, akla dayanan etik anlayışı hakim olmuştur. Bazı filozoflar materyalist felsefeyle uyumlu etik anlayışına sahip iken, bazıları Doğu felsefesindeki erdem ve ahlâk anlayışına benzer unsurlar taşıyan etik anlayışını ileri sürdüler. İyi ve kötü gibi temel kavramlar, birçok filozof tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Fakat hemen hemen hepsinde ortak olan ahlâk, erdem, bencillik, iyilik ve kötülük gibi kavramların akıl ile açıklanmasıdır. Felsefe, etik kavramının mevcut olup olmadığı, etik kavramının evrensel olup olmadığı, iyi ve kötünün ne olduğu, evrensel ahlâk yasasının olup olmadığı vb. çeşitli sorulara akıla dayanan yöntemlerle cevap aramıştır. Bugün de filozoflar, insanların neye inanmaları ve inanmamaları gerektiği veya nasıl davranmaları ve davranmamaları gerektiği sorusuyla ilgilenmeye devam etmektedirler. Ayrıca, kabul edilen ahlâk ilkelerinin kökeninin ne olduğunu, hangi şartlar altında bu ilkelerin makul görülebilir olduğu, hangi ilkelerin doğru kabul edilebileceği soruları ile ilgilenmektedirler. Bu ilkeler insan düşüncesinin bir ürünü müdür? Bunların kaynağı Tanrı mıdır? Birden çok kaynak var mıdır? Buradaki her türlü seçeneğin taraftarı vardır. Birçok filozof, Tanrı’nın emir ve yasaklarını sanki kendi düşünceleri gibi ele alıyorlar. Yani onlar sanki, Tanrı da kendileri gibi düşünüyor zannediyorlar. Böylece akıllarını tanrılaştırıyorlar. Onlar insanların ahlâki sezgilerini nihai ölçüt olduğunu kabul ediyorlar. Ancak insanların sezgilerinin birbirlerinden farklı olması nedeniyle, ahlâk filozofları ortak bir paydada buluşamıyorlar. Bugün tahrif edilmiş Tevrat ve İncil’deki Tanrı’ya atfedilen bazı fiillerin ahlâki açıdan sorgulanabilir olması, inananları ikilemde bırakmaktadır. Bunlara dayanarak dinî ahlâk filozoflar tarafından eleştirilmektedir. Böylece Tanrı’nın emir ve yasaklarının ahlâk konusuna dahil edilmesi problem yaratmıştır. Bu filozoflar Tevrat ve İncil’in insanlar tarafından değiştirilmiş olduğu gerçeğini göz ardı etmişler ve İslam’daki gerçekleri incelememişlerdir. Böylece Tanrı’ya inanmak istemeyen insanların eline bahane vermişlerdir. Bazı filozoflara göre, insanın eşyanın tabiatı üzerine düşünüşü sayesinde, Tanrı’nın temel ahlâki ölçütleri ve onların günlük yaşantımıza uygulanışı akıl ile pekala keşfedilebilir. Bu insan aklının vahyin içeriğini, vahiy olmadan da düşünebilir olması demektir. Bu ise insanın aklının tanrılaştırılması demektir. Ahlâk felsefesinin bazı temel sorunları vardır. Bunlar hakkında bugüne kadar herkesin kabul ettiği ortak bir çözüm elde edilememiştir. Bu temel sorunlar şunlardır:
1) İnsan eylemlerinin bir amacı var mıdır? 2) Toplumca benimsenen ve bireye yaptırılmak istenen eylem biçimleri gerçekten “iyi” midir? 3) Bütün insanların benimseyeceği evrensel ahlâk yasası var mıdır? 4) Ahlâk yargısını öteki yargılardan ayıran nitelikler nelerdir? 5) İnsanın doğası ahlâklı olmasına elverişli midir? 6) İnsan ahlâki eylemde bulunurken özgür müdür?
Bütün bu sorulara herkesin kabul edebileceği ortak cevaplar verilememektedir. Çünkü bu soruları sadece akıl ile cevaplandırılmak istenmektedir. Oysa yalnız akıl ile bunların anlaşılması imkânsızdır. İnsanın ne olduğu, aklın ne olduğu, yaratılışın ne demek olduğunu anlamadan bu sorulara cevap vermek mümkün değildir. Bu soruların cevapları Sırlar ilminde mevcuttur. Sırlar ilmi ise akıl dışıdır. İnsanlar, Sırlar ilmine başvurmadan bu soruların cevaplarını tam ve kesin olarak elde edemeyeceklerdir.
Ahlâk Felsefesine Tasavvufî Eleştiriler
1) Ahlâk felsefesi, antik çağdan bu yana olan ahlâk konusunu ele almaktadır. Ahlâk filozoflarına göre, antik çağdan önceki insanlar ilkeldir ve sistematik bir ahlâk anlayışları yoktur. İlkel insan kavramı tamamen yanlıştır ve gerçek dışıdır. Çünkü ilk insan Adem (as) bir peygamberdir. Onun eşi Havva (rah) ondan sonra yaratılmış ikinci insandır. Her ikisinden insan nesli ortaya çıkmıştır. Bu ilk insanlar ilkel değildirler. Bu insanlar tevhid inancıyla yaşamışlar ve bilinçli olarak Allah’a iman ve ibadet etmişlerdir. Adem (as) aynı zamanda ilim adamıdır. Onun sahip olduğu ilmi hiçbir müspet ilim adamı bilemez. Ama müspet ilim adamlarının bildiği her şeyi Adem (as) biliyordu. Çünkü Allah Teâlâ ona bütün isimlerinin mahiyetini öğretmiştir. Adem (as) bu isimlerin mahiyetini meleklere anlatmış ve melekler bu bilgiye hayran kalmışlardır. Bunun sonucunda melekler Adem (as)’a secde etmişlerdir. Sadece şeytan, gerçeği bilmesine rağmen sırf kibrinden dolayı secde etmemiş ve kâfir olmuştur. Dolayısıyla bugün bu gerçekleri inkâr edenler şeytan ile aynı derecededir. Böyle bir derece insanın ahirette hüsranla kalacağının işaretidir. Bu nedenle, bu ilk insanlara ilkel demek çok büyük bir bühtandır. İlk insanlar bugünkü teknolojiye sahip değillerdi, fakat Sırlar ilmine sahiplerdi. Sırlar ilminin verileri yanında bugünkü müspet ilimler ve teknolojik ürünler solda sıfır kalır. Süslü elbiseler giymek, süslü mekânlarda oturmak bir medeniyet, insanlık ve bilgelik göstergesi değildir. Bu şekilde yaşayanlar, eğer Allah’a ve O’nun peygamberi Hz. Muhammed (sav)’e iman etmiyorsa, şeytandan da aşağı derecede bulunan varlıklardır. Onun için insanlar kendi akıl ve imkânlarına güvenip gerçeği saptırmasınlar. İlk insanlardan günümüze kadar gelen yazılı herhangi bir belge yoktur. Ancak semavi kitaplarda onlarla ilgili bilgiler insanlara bildirilmektedir. Adem (as)’dan sonra gelen bir kısım insanlar, zamanla ilahi yasaları ihmal etmişler ve doğru yoldan sapmışlardır. Bunun sonucunda birçok olumsuzluklar ortaya çıkmıştır. Bugün de insanların büyük bir kısmı aynı sapmanın içinde yaşamaktadırlar. Dolayısıyla ahlâk filozoflarının iddia ettiği gibi ilkel insan yoktur ve ahlâk felsefesinin Sokrates ile başladığı iddiası tamamen asılsızdır. Ahlâk filozofları semavi dinlerin ahlâk anlayışlarını kendi akıllarının ve nefislerinin bencilliği ile bağdaştıramadıkları için onları dışlamışlardır. Bu davranış ne derecede bilimseldir ve ahlâkidir. Bunun cevabını şimdiye kadar hiçbir ahlâk filozofu verememiştir.
2) İmam Gazzalî (ks) Hazretleri, El-Münkızû mineddalâl adlı kitabında felsefecileri eleştirerek şunları söylemektedir: “Felsefeciler, mantık ve burhân, yani kesin delil sahibi olduklarını iddia ederler. Fakat ilahiyat bahsinde üç konuda küfre düşmüşlerdir. Bu konular şunlardır: a) Onlara göre insanlar öldükten sonra cesetleri tekrar dirilmez. Mükafat ve ceza görecek olanlar sadece ruhlarıdır. Onlar cesetlerin tekrar dirileceğini inkâr ederek küfre düşmüşlerdir. b) Onlara göre, Allah külliyatı bilir, cüziyyatı bilmez. “Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden gizli kalmaz…” (Yunus Suresi, ayet 61) ayeti bu iddiayı reddediyor. Dolayısıyla filozoflar bu düşünceyle küfre düşmüştür. c) Felsefeciler alemin sonradan yaratıldığını ve sonunun geleceğine inanmazlar. Bu da açıkça bir küfürdür. Çünkü bu İslam inancıya aykırıdır.” Gazzalî (ks), ahlâk filozofları hakkında da aynı eserinde şunları ifade etmektedir: “Felsefecilerin ahlâk ilmi sahasındaki bütün sözleri, nefsin sıfatlarını, ahlâkını açıklamak, bu sıfatların ve huyların çeşitlerini anlatmak, kötü olanlarının düzeltilmesi için, icab eden tedbirleri almak ve mücahedede bulunmak şeklinde özetlenebilir. Bu bilgileri tasavvuf ehlinin sözlerinden almışlardır. Tasavvuf ehli, kulluk vazifesini tam yapan, Allah Teâlâ’ya kavuşturan yolda ilerleyen kimselerdir. Onlar nefisleriyle mücadelelerinde, nefsin ahlâkı, ayıp ve kusurları kendilerine malum olur. Bunları kitaplarında yazmışlardır. Felsefeciler de bu bilgileri alıp, kendi sözlerine karıştırmışlardır. Gayeleri, sözlerini hoşa gidecek bir şekle sokarak, bâtıl fikirlerini kabul ettirmektir. O devirde, hatta bütün asırlarda, Allah adamlarından bir cemaat bulunmuştur. Allah Teâla dünyayı onlarsız bırakmaz. Onlar, yeryüzünün manevi büyükleri, evlâdı, temel direkleridir. Onların bereketiyle yeryüzünde yaşayanlara rahmet yağar. Resûlullah (sav) bir hadis-i şerifte şöyle buyurur: “Onların (evliyanın) yüzü suyu hürmetine yağmur yağar, rızk ihsan edilir. Eshâb-ı Kehf bunlardan bir cemaat idi.” Kuran-ı Kerim’de bildirildiği üzere, tasavvuf ehli, Evliya zâtlar, önceki ümmetler arasında da vardı. Felsefecilerin, Peygamberlere (as) ve evliyaya ait sözleri alıp, kendi kitaplarına yazmalarından dolayı iki afet meydana geldi. Birincisi o sözleri kabul edenlerle, ikincisi de ret edenlerle ilgilidir. Kabul edenler, filozofların batıl fikirlerini de meyil etmişlerdir. Ret edenler, söylenen doğru sözleri sırf filozoflar söyledi diye inkâr etmişlerdir. Her iki durum da yanlıştır. Buradaki doğru ölçü, önce doğrunun ne olduğunun bilinmesi ve sonra da söylenen söze bakılmasıdır. Bu konuda Hz. Ali (ra)’nin şu sözüne uymak gerekir: “Hakkı kişi ile bilemezsin. Önce hakkı bil, sonra hak ehlini tanırsın.” Bu nedenle akıllı kimse, doğru olanı sapık düşüncelilerin sözleri arasından alıp çıkarmaya çalışır. Ömrüme yemin ederim ki, insanların çoğu hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırt etmek hususunda kendilerini çok akıllı ve maharetli sanırlar. Bu sebeple mümkün olduğu kadar insanları, sapıkların kitaplarını okumaktan men etmek vacip olmuştur.”
3) Ahlâk felsefesinin temel kavramlarından biri de “iyi ve kötü”dür. Ahlâk filozoflarına göre, insanın aklına ve iradesine uygun olarak yaptığı seçimin sonucunda oluşan yararlı ve değerli şeylere iyi denir; ahlâkça değerli olmayan, toplum tarafından yapılması istenmeyen eylemler de kötüdür. Bir eylemin sonucunun yararlı ve değerli olup olmadığı nasıl tespit edilecektir? Akıl ile yararlı ve değerli olmanın ne olduğunu tam bilebilir miyiz? Bu mümkün değildir. Çünkü akılla iyiyi ve kötüyü anlamak izafi bir şeydir. Çünkü akıl bildiği ve daha önce öğrendiği düşüncelerle iyi olanı tanımlamaya çalışır. Fakat aklın bilgi edinmesi, kişinin çevresine, imkânına ve kabiliyetine göre değişir. Dolayısıyla burada akıl ile varılabilecek mutlak iyi kavramı yoktur. Yukarıda verilen iyi tanımına aykırı olabilecek şeylerden bahsetmek mümkündür. Fizikçilerin ürettiği nükleer silahlar kendilerine göre iyi bir davranıştır ve yararlıdır. Fakat bu silahların kullanılması birçok şeye çok büyük zarar verebilir. Devlet adamlarının verdiği kararlar toplumun her kesimi için faydalı olmayabilir. Ama onlar kendilerine göre iyi işler yaptıklarını düşünmektedirler. Kendi çıkarları için yalan söyleyenler ve hırsızlık yapanlar kendilerine iyilik yaptıklarını sanırlar, çünkü sonuçta kendileri fayda görmektedir. Ama bunlar başkalarına zarar verir. Hırsızlığın ne yararı olur diye sorulabilir. Hırsızlığın sonucunda birileri mal ve para kazanır ve kendi maddi durumlarını güçlendirmiş olurlar. Bu davranış kendi açısından yararlıdır. Fakat toplumun başka bir kesimi bundan zarar görür. Bütün bunlara göre, yukarıda tanımlanan iyi kavramı yetersizdir ve yanlıştır. Çünkü iyi olmayı yararlı ve değerli olma ile ölçülmesi tamamen izafi bir değerlendirmedir. Kötü’yü, ahlâkça değerli olmayan ve toplum tarafından yapılması istenmeyen eylemler olarak tanımlarsak, tam bir objektiflik elde edebilir miyiz? Toplumun istemediği şeyler her zaman iyi midir? Batılı toplumlar, İslam dinini terör dini olarak görüp yok etmek istiyorlar. Bu iyi bir şey midir? Batılı insanlara sorarsan büyük bir kısmı iyi diyecektir. Ama Müslümanlara göre değildir. Dolayısıyla ahlâkça değerli olma kavramı izafi bir kavramdır. Toplumların yapılmasını istedikleri eylemler de zamana ve topluma göre değişen şeylerdir. Burada objektiflik yoktur.
4) İnsan kendi aklıyla bir takım ahlâk yasaları düşünebilir. Fakat bunların hepsi izafidir. İnsan ve onun aklı bir yaratıktır. Onun Yaratan’ının koyacağı ahlâk yasaları kişi için en uygundur ve mutlak doğrudur. Fakat filozoflar kendi akıllarıyla bir takım ahlâk prensipleri üretiyorlar ve bu ilkelerin mutlak doğru olduğunu iddia ediyorlar. Oysa bu mümkün değildir. Çünkü akıl, bütün gerçekliği kavrayamaz. Dolayısıyla tek başına karar verirken veya karşılaştırırken daima yetersiz kalır. Bir makinanın nasıl en optimal çalışacağını ancak onu üreten tespit edebilir. Makinanın kendisi, en iyi nasıl çalışacağını belirleyemez. Fakat filozofların büyük bir kısmı Tanrı’nın varlığını dahi kabul etmez ve akıllarını Tanrı yerine koyarlar. Akıl daha kendisinin mahiyeti bilemezken, herşey hakkında neyin iyi neyin kötü olduğunu bildiği iddia ediliyor. Bu büyük bir gaflettir ve hiçbir zaman doğruluğu ispat edilememiştir. Güçlü olan kendi aklınla bu gücü kazandığına hükmeder ve kendisinde güçsüzü ezmeyi haklı görür. Bugün dünyada kendisini ahlâklı zanneden topluluklar bu prensiple yaşarlar. Çünkü hiçbir zaman kendi zenginlik ve güçlerinden güçsüzün lehine vazgeçmek istemezler. Bu insan nefsinin terbiye edilmemesinin tabii bir sonucudur. Bu kişiler, sahip oldukları akıl, ilim ve gücü kendilerinin gayret ve becerisi ile kazandıklarını zannederler. Bu imkânlara sahip olmayanları hor ve hakir görerek her türlü zulmü onlara reva görürler. Bunları yapanlar arasında en ileri ahlâk teorilerini öğreten kurumlar da vardır. Kişi teorik olarak birçok güzel şey söyler, ama yeteri kadar dini olgunluğa erişmemişse nefsinin emrine ve isteklerine karşı koyamayarak, eline fırsat geçince, kendi çıkarı için her türlü zulmü uygular. Kendisi belki zulüm yaptığının farkında değildir. Kendisini özel yaratılmış hissetmektedir ve bu davranışları kendisine normal gelmektedir. Dolayısıyla aklın teorik olarak ne ürettiği önemli değildir. Önemli olan uygulamadır. Bu uygulamanın kuralları ne olmalıdır? İşte bu kuralları akıl ile belirlemek mümkün değildir. Nitekim, felsefe tarihi boyunca akıl ile belirlenen ahlâk teorileri birbirleriyle çelişmiş ve farklı farklı görüşler ortaya atılmıştır. Eğer akıl mutlak ahlâkın ilkelerini bilebilmiş olsaydı, bu farklılıklar olmazdı; her akıl ortak bir ahlâk anlayışında birleşirdi. Ama bu böyle olmamıştır. Aklına tapanlar ve Yaratan’ı inkâr edenlerin sonu tutarsızlıktır. Maalesef birçok eğitimli insan bile bunu görememekte ve hâlâ kendi akıllarına göre bir ahlâk anlayışı üretmeye ve uygulamaya çalışmaktadır. Tasavvufa göre ahlâkın yasaları, insanların ve bütün kâinatın yaratıcısı olan ve onları her an gören ve duyan, her türlü gizli ve açık olan şeylere vakıf olan Allah Teâlâ’nın bu konuda koyduğu kurallardır. Bu kurallar Kuran ve kudsî hadislerde dile getirilmiştir. İnsanların dünya ve ahretteki mutlulukları ancak ve ancak bu yasalara uymasıyla mümkündür. Allah ve Resulü (sav), insanların gerek bireysel ve gerekse toplumsal yaşayışları için gerekli ahlâki kuralları detaylı bir şekilde ortaya koymuştur. Bu kurallara riayet edildiği devirlerde insanlar rahat etmiştir. Uygulanmadığı devirlerde ise bedbaht olmuştur. Bugün yaşadığımız devir, İslami ahlâk kurallarının uygulanmadığı bir devirdir. Dolayısıyla savaşlar, terör ve ekonomik krizler gibi olumsuzluklar insanların yakasını bırakmamaktadır. İslami ahlâk anlayışı çok hassastır ve insan için düşünülmüş en mükemmel yapıya sahiptir. İnsanlar dünyada imtihanda olduğundan Allah Teâlâ bunları insanlara zorla uygulatmamaktadır. İsteseydi, herkes bunlara harfiyen uymak mecburiyetinde kalırdı. Ama dünya hayatı bir imtihan yeri olduğu için insanlar uygulama hususunda serbest bırakılmışlardır.
“Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele!” (Bakara suresi, ayet 155) “Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim.” (Kehf suresi, ayet 7) “O, öyle bir Allah’tır ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı…” (Hud suresi, ayet 7) ”Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükafat ise Allah’ın yanındadır.” (Teğabûn suresi, ayet 15)
İslami ahlâk yasalarına uyanların kârı kişinin kendisinedir. Uymayanların zararı ise yine kendisinedir. İnsan davranışlarının imtihanının sonuçlarının bir kısmı dünyada ortaya çıkmasına karşı, asıl sonuç ahirette ortaya çıkacaktır.
“O gün (kıyamet) insanlar, amellerinin karşılığı kendilerine gösterilmek üzere bölük bölük (kabirlerinden) çıkarılacaklardır. Her kim, zerre kadar hayır işlemişseonu görecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” (Zilzâl suresi, ayet 6,7,8 ) “İnsan çalıştığı şeyden başkasını bulamaz.” (Necm suresi, ayet 30)
5) Bazı filozoflar, Müslümanları kadere iman ettikleri için eleştiriyorlar. Bu yüzden Müslümanların davranışlarında ahlâki bir değer bulunmadığını düşünüyorlar. Bu yanlışlık, Müslümanların kadere nasıl iman ettiklerinin anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. İslam’daki kaderciliği, fatalizm (cebriyecilik) teorisi ile karıştırıyorlar. Buradaki amaçları İslam dinini kötülemek olabilir. Çünkü batılı, İslam dinini kötülemek için devamlı bahane aramaktadır. Bu arayış bugün de mevcuttur ve Batı’da İslam terörle özdeşleştirilmeye çalışılmaktadır. Şurası bir gerçektir ki, Müslümanların kadere olan imanları, davranış ve niyetlerinin ahlâki değerini noksanlaştıracak bir nitelikte değildir. Müslümanlar hem kadere iman ederler, hem de hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanırlar. Allah tarafından kendilerine gösterilen mutluluk yolu ile mutsuzluk yolundan hangisine girseler kendi seçimleriyle girdiklerine inanırlar. İslam bu konuda, insanın cüzi iradesi ile mutluluk veya mutsuzluk yoluna yöneldiğini ifade eder. Bu yönelim sonunda kişiye yöneldiği taraf kolaylaştırılır. Eğer insanın seçme gücü yoksa, ona nasıl bazı şeyler serbest bazıları yasak kılınabilir? Bu durumda iyi ile kötü insan arasında ne fark kalır? Bu bakımdan, insan yolunu tercih etme özgürlüğüne sahiptir ve davranış ve niyetlerinden de sorumludur. Bunu açıkça ifade eden ayetler ve hadisler şunlardır:
“Sen onlara deki: Hakkı bildirmek Allah’tan, isteyen iman eder, isteyen kafir kalır.” (Kehf suresi, ayet 7) “İyi eylemde bulunan kendi menfaatine, kötü eylemde bulunan da kendi zararına çalışmış olur. Ondan sonra da Rabbinize dönersiniz.” (Câsiye suresi, ayet 15) “Her biriniz çobandır ve sürüsünden sorumludur.” (Müslüm)
Bazı Ahlâk Filozofları Hakkında Eleştiriler
Sokrates (MÖ 469-MÖ 399) “Sokrates’e göre ahlâki eylemlerin amacı mutluluktur. Mutluluk ise bilgi ile elde edilir. Sokrates’e göre ahlâki kavram ve doğrular insanın ruhunda gizli olarak bulunur. Filozofların görevi bu doğruları çıkarmaktır.” Bu görüşler İslam açısından kabul edilemez. İyi ve kötünün ne olduğu insanın ruhunda var demek ne kadar gerçekçidir? Ruhun mahiyeti nedir? Ruh nasıl bir yapıya sahiptir ki onda bütün ahlâki kavramlar gizli olarak bulunsun. Oysa İslam inancına göre, nefs ruhtan ayrı bir varlıktır ve insana daima hevesine uyan işleri emreder. Nefsin terbiye edilmesi gereklidir. İnsan nefsinin kötü isteklerine gem vurursa, ahlâklı bir hayat sürmesi mümkün olabilir. Nefs terbiyesi tasavvufun bir amacıdır. Buna göre ahlâklı olma, Sokrates’in dediği gibi tek başına ruhla temin edilebilecek bir şey değildir. İnsan bilgili olmasına rağmen kötülük yapabilir. Çünkü nefsin arzuları herşeye üstün gelirse, kişi ne kadar bilgili olursa olsun, kötü bir eylem yapabilir. Bunun tarihte birçok örneği vardır. Sokrates’in ahlâk anlayışı iyi niyetler içermesine rağmen yanlış hükümler ifade ediyor. Dolayısıyla, İslam açısından kabul edilebilir değildir.
E. Kant (1724-1804) Kant, “Ahlâkın Metafiziği” adlı eserinde şunları ifade etmektedir: a) “Ahlâk felsefesinin temeli iyi niyettir. Ona göre, aklın gerçek amacı, pratik olduğu veya niyeti etkileyebileceği sürece, kendinde iyi olan bir niyet üretmektir. İyi niyet, bir kişinin bir şey hakkında kendisini mutlu edip etmeyeceğinin belirlemesinin vazgeçilmez koşuludur.” İyi niyet, adı üstünde iyi bir şeyi istemektir. Fakat burada iyi olan şeyin ne olduğunun belirlenmesi gerekir. Çünkü bir şeyin iyi olduğuna kanaat getirmeden ona niyet edilmez. Peki iyi şey nedir? Akıl ile iyinin ne olduğunu bilebilir miyiz? Yukarıda bunlara ait örnekler verildi. İyilik kavramını kişilerin menfaati ve mutluluğuna göre düşünürsek, bunun izafi olduğunu ve mutlak bir değeri ifade etmediğini anlarız. Bütün bunlar, iyi niyeti temele oturtan bir ahlâk anlayışının sallandığını ve iyi niyetin tutarlı bir ilke olmadığını gösterir.
b) “İyi niyetin en önemli göstergesi görev kavramıdır. Görev; ahlâk yasasına duyulan saf bir saygı yüzünden hareket etme sorumluluğudur.” Buradaki ahlâk yasası nedir? Bu yasayı kim belirlemiştir? Kant’ın görev fikri, sırf teorik bir niteliğe sahip olan, fiilen kalplerde yer edemeyen bir husustur. Bu fikir, ahlâk felsefecilerinin hayallerini süsleyen “sırf bir temenni” olmaktan öteye geçemez. Çünkü bu ilke, insanlar üzerinde hiçbir yaptırım gücüne sahip değildir. İslam ahlâkı, Kant’ın ahlâk anlayışından veya genel olarak rasyonalist (akılcı) ahlâk teorilerinden üstündür. İslam ahlâkında en büyük gaye, “Allah Rızası”dır. Buna göre bir eylemin ahlâken iyi olmasının ölçüsü Allah için yapılıp yapılmamasına bağlıdır. İslam ahlâkının üstünlüğü sadece teorik bakımdan değildir. İslam ahlâkının asıl üstünlüğü, teorik açıdan çok pratik hayatta kendisini göstermesidir. İslam ahlâkı, görev fikrini çeşitli halk tabakaları arasında yayılmasında, hiçbir felsefe teorisinin gösteremediği bir başarıyı göstermiştir. Bunun nedeni, İslam dini, somut teşvik ve cezalara, uhrevi mutluluk ve mutsuzluk durumlarının detaylarına oldukça fazla itina göstermiştir. Bu nedenle, insanlar eylemlerini bir taraftan Allah rızası ve öbür taraftan sevap ümidi ve ceza korkusundan yapar.
c) “Öyle hareket et ki, iradenin tabi olduğu evrensel kural, yani itaat ettiğin kanun, evrensel bir kanun ilkesi şeklinde olsun.” Bu ilkeye “kesin buyruk” adı veriliyor. Bu kavramdaki eksiklik, içinde bazı açıklanmamış terimlerin bulunmasıdır. İradenin itaat ettiği kanun nedir? Eğer Tanrı’ya inanıyorsa O’nun koyduğu şeriat bu kanunlardır. Eğer inanmıyorsa, bu kanunlar nelerdir ve kökeni nedir? Bunun cevabı felsefecilerde yoktur. Onlar bu kökeni ancak aklın ulaşabildiği yere kadar götürebilirler. Bu sınır ise kişiye ve topluma göre değişir. Dolayısıyla akıl yoluyla evrensel bir kanun ortaya koymak mümkün değildir. Ayrıca, filozoflar insanın kalbindeki maneviyatı dikkate almazlar. Fakat Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde, iyilik ve kötülük olarak tanımlanan davranışların ölçü merkezinin insanın kalbi olduğu ifade ediliyor. Kalbin bu özelliği akıl ile algılanamaz. Kant’ın kesin buyruğuna göre, ahlâki anlayış yalnız eylemlere özgüdür. Eyleme dönüşmeyen niyetlerden kişi sorumlu tutulmaz. Oysa İslam’ın ahlâk kurallarına göre, iyi olsun, kötü olsun, eyleme dönüşmeyen niyetlerimizin hepsinden sorumluyuz. “…Siz içinizdekileri açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder.” (Bakara suresi, ayet 284)
J.P. Sartre (1905-1980) “J. P. Sartre, egzistansiyalizm (varoluşçuluk) felsefesinin temsilcisidir. Sartre’a göre insan dışında tüm varlıkların özü varoluştan önce gelir. Örneğin tüm ağaçlar ağaç özüne, tüm kuşlar kuş özüne göre var olurlar. Yalnız insanda var oluş özden önce gelir. İnsan özü, doğası diye bir şey yoktur. İnsan kendi var oluşunu tamamlayarak özünü oluşturur. İnsan özgürce yaptığı eylemlerle iyi, kötü gibi ahlâki değerler oluşturur. Bunları kendi iradesi ile belirler.” Varoluşçuluk felsefesi İslam’a tamamen aykırıdır. Çünkü tasavvufa göre, evrendeki her varlığın, gayb aleminde bir hakikati (ayan-ı sabite) Allah tarafından daha önce yaratılmıştır. Bu ayan-ı sabiteler, Allah tarafından görünen alem olan dünyaya varlık tecellisi ile çıkarılarak dünyadaki varlıklarını kazanmışlardır. Bu bakımdan Sartre’ın bütün düşündükleri İslam tarafından kabul edilmez, reddedilir. Dolayısıyla, Sartre’ın ahlâk anlayışı da tamamiyle İslam’a aykırıdır. İnsanın kendi iradesi ile iyi ve kötü ahlâki değerleri tanımlayabilmesi, insanın tanrılaştırılmasıdır. İnsanı Tanrı ile özdeşleştirmek birçok sorunları beraberinde getirir. İnsan ölüyor, o zaman Tanrı da mı ölüyor? Tanrı’nın ölmesi tamamen saçma ve anlamsız bir düşüncedir.
F. Nietzche (1844-1900) “F. Nietzche’e göre toplumda iki sınıf insan vardır. Bunlar halk sınıfı ve seçkinler sınıfıdır. Halk sınıfı sürü durumundadır. Dolayısıyla halkın ahlâkı, sürü köle ahlâkıdır. Seçkinler sınıfına yakışan ahlâk ise bencil, acımasız, insan doğasına uygun olan ahlâktır. Ahlâk yasaları seçkinler tarafından konulmalıdır. Çünkü onlar efendidir. Nietzche’e göre insanlar ahlâktan kurtarılmalıdır ve ahlâkla birlikte suç ve ceza kavramları da dünyadan çıkarılmalıdır.” Böyle bir ahlâk anlayışı toplumda sadece anarşi ve kaos oluşturur. Nietzche’in görüşleri, topluma ve doğaya isyan eden bir ruh halinin ifadesidir ve sağlıklı bir düşünce değildir. İnsanlar için farklı ahlâk yasaları düşünmek İslam’a tamamen aykırıdır. Bütün insanlar Allah karşısında eşittir ve herkes kendi yaptığından sorumludur. Nietzche’nin hastalıklı bu ahlâk anlayışı kabul edilemez. Eğer bütün insanlar onun gibi düşünse, dünya üzerinde huzur kalmaz, onun yerine sürekli savaş, terör ve katliamlar yer alırdı. Düşüncelerinin sonunu göremeyen bir filozof için ne söylenebilir.
T. Hobbes (1588-1679) “T. Hobbes, bencillik (egoizm) felsefesinin temsilcisidir. Bu felsefe, insanın kendi çıkarına, egosuna uygun hareket etmesinin iyi olduğunu ileri sürer. Ona göre, insan doğası gereği bencildir. Dolayısıyla ahlâkta da egemen olan çıkardır.” Bu ahlâk anlayışı toplumları kaosa götürür. İnsanın doğasındaki bencillik nefsinin emrettiği bir şeydir. Ama insan nefsini terbiye ederek bencillikten kurtulmalıdır. Tasavvuf bunun için vardır. Aksi halde toplum sağlıklı bir şekilde ayakta kalamaz. İşte savaşlar ve terör bu anlayışın birer uygulamalarıdır. İslam bunu hiçbir zaman kabul etmez. Tuhaf ve üzücü olan, Batı’nın itibar gören filozoflarının, toplumların düzenini temelden sarsacak bir özelliği nasıl ahlâki hedef olarak algılamalarıdır. Bir Müslümanın bunu anlayabilmesi son derece güçtür ve bu nedenle bu türlü felsefî görüşlerden tamamen uzak durmalıdır.
E.N.M. Farabi (870-950) “Farabi’ye göre insan aklı iyi ile kötüyü, yararlı ile zararlıyı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilir. Ona göre, kişi akla uygun davranışta bulunursa ahlâklı hareket etmiş olur.” Makalemizin yukarıda geçen açıklamalarda aklın sınırlı olduğunu, dolayısıyla mutlak iyi ve kötüyü anlayamayacağını ifade ettik. Dolayısıyla, ahlâk kurallarını aklın belirlemesine bırakırsak, sonuç yanlış olur. Farabi, Aristocu bir filozoftur. Aristo metafiziğinin etkisinde kalarak bu şekilde ifadeler kullanmaktadır. Fakat bu düşünceler İslam’a aykırıdır ve kabul edilemez. Bu türlü fikirlerinden dolayı Farabi, bazı ehli sünnet alimleri tarafından, örneğin Gazzalî (ks), tekfir edilmiştir.
B. Spinoza (1632-1677) “B. Spinoza panteist bir filozoftur. Panteizm evren (doğa) ile Tanrı’nın bir (aynı şey) olduğunu söyleyen öğretidir. Doğa yasalarına uygun hareket etmek Tanrı’ya uygun hareket etmektir. Bu durumda ahlâk yasaları bellidir. Doğanın (Tanrı’nın) yasalarına uygun hareket iyi, uygun olmayan kötüdür.” Panteizm doğru bir felsefe değildir. Tanrı ile doğayı aynı kabul etmek şirktir. Bu bakımdan bu felsefenin ahlâk anlayışı da İslam’a tamamen aykırıdır. Tasavvuf’a göre evren, Allah’ın varlık tecellisi ile, gayb alemindeki ayan-ı sabitesinden görünür aleme çıkmıştır. Bu bakımdan Tanrı ile evren aynı şey olarak kabul edilemez. Bu konu “Tasavvufta Varlık” adlı makalemizde detaylı olarak anlatılmıştır. Dolayısıyla doğa yasaları ahlâk yasaları olarak algılanamaz.
Sonuç
Güzel ahlâk İslam’ın en önemli hedeflerinden birisidir. Çünkü Allah Teâlâ bir çok ayette güzel ahlâkı tanımlamış ve övmüştür. Resulallah (sav)’in de bununla ilgili birçok hadisi vardır. Dolayısıyla Müslümanın görevi, İslam açısından güzel ahlâkın ne olduğunu bilmek ve onu elde etmek için bütün gücüyle çalışmaktır. Ancak bugün toplumumuzda güzel ahlâk diye Batı’nın ahlâk felsefesi tanıtılmaktadır. Birçok ahlâk filozoflarının sözleri medyada servis edilmektedir. Böylece İslam dışı fikir ve inançların toplumda yayılmasına çalışılmaktadır. Bu faaliyetlere karşı Müslümanların çok uyanık olmaları gerekmektedir. İyilik, güzellik, mutluluk, özgürlük gibi kavramlar, Batı’nın ahlâk felsefesi temel alınarak insanlara anlatılmaktadır. Yukarıdaki makalede, Batı’nın ahlâk felsefesinin İslam’a aykırı olduğunu geniş bir şekilde anlattık. Buna göre, Müslümanlar bu yanlış fikirlere karşı kendilerini korumalıdırlar. Bunun için gerçek İslam ahlâkının ne olduğunu öğrenmelidirler. Gerçek İslam ahlâkını öğrenmek için ehl-i sünnet alimlerin kitaplarını okunmalıdır. Ehl-i sünnet alimlerine örnek olarak şunları verebiliriz: İmam Gazzali, İmam Rabbani, İbn Arabi, İsmail Hakkı Bursevî, Said-i Nursi, Abdülkadir Geylani, Mevlana, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Mahmud Ustaosmanoğlu, Hoca Ahmet Yesevi. Özellikle günümüzde yeni ortaya çıkan ilahiyatçıların kitaplarını okumada çok dikkatli olunmalıdır. Çünkü toplumumuzda İslam ahlâkını saptırmak için çalışan, ilahiyatçı görünüşlü insanlar vardır. Bunlara karşı dikkatli olmaya her Müslüman gayret göstermelidir. Müslümanları ve Müslüman toplumları dünya ve ahirette kurtaracak olan İslam’ın güzel ahlâkıdır. Dolayısıyla dünya ve ahiret mutluluğunun gerek bireysel ve gerekse toplumsal olarak yaşayabilmek için kendimizi güzel ahlâk sıfatı ile donatmamız gereklidir. Bu konuyla ilgili ayet ve hadisleri öğrenmek her Müslüman üzerine farzdır. Bu farzı uygulamak suretiyle İslam’ın dünya üzerinde yücelmesine ve tekrar egemen olmasını temin etmiş olacağız. Buna kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü her toplum yaptıklarının karşılığını görür. Eğer bir toplumun çoğunluğu, İslam’ın güzel ahlâkını yaşamıyorlarsa, o toplum istikrarsızlık ve çalkantılar içinde yaşamaya mahkum olur. Bu Allah’ın bir sünnetidir. Bakara suresinin 143. ayetinde, İslam topluluğunun diğer insanlar üzerinde şahit olacağı bildirilmektedir. İslam toplumunun diğer toplumlardan üstünlüğü var ki, Allah onları bütün insanlara şahit olarak göstermektedir. İşte bu üstünlük güzel ahlâktadır. Bu bakımdan güzel ahlâk Müslümanlar için bir şereftir. Yeter ki biz bu şerefe layık olalım. Bu nedenle, İslam’ın güzel ahlâkını hem öğrenelim ve hem de çevremize öğretelim; hem kendimiz onu yaşayalım hem de çevremizin yaşamasına yardımcı olalım. Muhakkak ki, uzun vadede galip gelen Müslümanlardır. Allah Teâlâ, bütün Müslümanlara bu yolda çalışmayı nasip eylesin! Amin.
Faydalanılan Eserler
“Ahlâk Felsefesinin Temel Problemleri”, H. Özturan, Nobel Yayınevi, İstanbul, 2015 “Ahlâk Felsefesi”, http://webders.net “Ahlâkın Metafiziği”, E. Kant, Macmillan Company, New York, 1891 “Akıl ve İnanç”, M. Peterson, vd., Küre Yayınları, İstanbul, 2009 “İhyaû ulûmi’d-dîn”, İmam Gazzali, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1974 “El-Münkizû Min-Eddalâl”, İmam Gazzali, Hakikat Kitapevi, İstanbul, 2008 “Etik”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Etik “F. Nietzche ve Ahlâk Felsefesi”, http://ahlakfel.blogspot.com “Fütûhâtı Mekkiyye”, İbn Arabi, Litera Yayıcılık, İstanbul, 2008 “Kur’ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi”, Mahmud Ustaosmanoğlu, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2009 “Mektubat-i Rabbani”, İmam Rabbani, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2008 “Mesnevi”, Mevlana, Kırambar Kitaplığı, İstanbul, 2013 “Rûhu’l-Beyan Tefsiri”, İ.H. Bursevi, Damla Yayınevi, İstanbul, 2010 “Sokrates ve Ahlâk Felsefesi”, http://ahlakfel.blogspot.com.tr
Yorumlarınız için : yorum@ilimvetasavvuf.com
|
Ahlâk Felsefesinin Tasavvufî Eleştirisi |
Yayınlama Tarihi: 09.02.2017 |