Şîa, Hazreti Peygamber (sav)’ in vefatından sonra devlet yönetiminin Hz. Ali (ra) ve onun soyundan gelenlere ait olduğu düşüncesi etrafında birleşen çeşitli grupların ortak adıdır. Sözlükte şîa “taraftar, yardımcı, destekleyen” anlamına gelir. Şîilik İslam siyasi mezheplerinin en eskisidir. Şîi mezhebi Hz. Osman (ra)'ın hilafetinin son dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Hz. Ali'nin halifeliği zamanında ise gelişip yayılmıştır. Hazreti Peygamberin vefatından sonra yönetimin başına Hazreti Ali'nin getirilmesi daha uygun olduğunu düşünen ve çoğunluğu Haşimiler’  den olan bir topluluk ilk Şîa fikirlerini ortaya atmışlardır. Hz.Osman'ın ölümünün ardından, Abdullah bin Sebe tarafından atılan nifak tohumları ile Sıffin Savaşı'ndan sonra Ali taraftarlığı yani Şîilik çoğalmıştır. Ancak Şîa'nın belirli bir mezhep haline gelmesi Hz. Hüseyin (ra)'in Kerbela'da Emeviler tarafından şehit edilmesi ile olmuştur. Kerbela olayından sonra Emevi düşmanlığı yayılmış ve Hz. Ali ve evlatlarına karşı duyulan siyasi taraftarlık bir sistem haline gelmeye başlamıştır.

 

Emeviler cuma hutbeleri sonunda Hz. Ali'ye lanet okumuşlardır. Bu tutum sahabe tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Peygamberimizin zevcesi Ümmü Selime (rah) Muaviye’ye yazdığı bir mektupta bundan vazgeçmesini isteyerek şöyle demiştir:  “Minberinizde Allah ve Resulüne lanet okuyorsunuz. Çünkü sizler Ali bin Ebu Talib'e ve onu sevenlere lanet okuyorsunuz. Ben şahidimdir ki Resûlullah’ da Ali'yi severdi.”

 

Bu mezhebin temel prensipleri İbni Haldun’un  Mukaddime adlı eserinde şu şekilde ifade ediliyor:

“Hilafet meselesi, ümmetin görüşüne başvurulan umumi meselelerden değildir. Halife olacak kişi de ümmetin tayini ile başa gelecek birisi değildir. Hilafet dinin temel prensibi ve İslam'ın bir esasıdır. Herhangi bir Peygamberin bundan gafil olması, onu ihmal etmesi ve bunu ümmetine bırakması asla caiz değildir. Bilakis, peygamberin ümmete imam tayin etmesi onun üzerine bir görevdir. İmamın da büyük, küçük bütün günahlardan beri olması gerekir.”

 

Bütün şîiler Ali bin Ebu Talib'in, Peygamberimiz tarafından seçilmiş bir halife olduğunu ve onun ashab-ı kiramın en efdali olduğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Hz. Ali ile ilgili şu hadisler rivayet edilmektedir:

“Allah'ım sen ona dost olana dost ol, düşman olana da düşman ol.”

“Münafık kişi Ali'yi sevmez, mümin olan da ona buğz etmez.”

 

Hazreti Ali'yi ilahlaştıran sebeiyye ve benzeri grupları bir tarafa koyarsak, şüphesiz ki Şîilik İslami bir fırkadır. Ancak Şîilik bazı felsefi görüşleri de kapsamaktadır. Bu felsefi görüşler İslam'dan önce mevcut olan felsefi ve dini kaynaklara ve Fars medeniyetine dayanmaktadır. Bazı görüşlerin de Yahudi dininden alındığı iddia edilmektedir. Çünkü Hz. Ali'nin kutsallaştırılmasına ilk davet eden Abdullah bin Sebe Yahudidir. Şâbî adlı İslam alimi Şîa hakkında şöyle demektedir:  “Bunlar İslam ümmetinin Yahudileridir.”

 

Şîa Mezhebinin Fırkaları

Bu fırkaların bazıları çok aşırı gitmiş ve Hz. Ali'yi ilahlık mertebesine çıkarmıştır. Daha az aşırı olanlar Hazreti Ali'yi peygamberlik derecesine yükseltmişlerdir ve hatta onun Resulallah'tan üstün olduğunu iddia etmişlerdir. Bazı gruplar da orta yolu tutmuşlar ve aşırılıktan kaçınmışlardır.

 

Keysâniyye:

Bu fırka, Hz. Ali'nin ilahlığını ve peygamberlik iddialarını, bedâ, recat, tenasüh ve ibaha gibi inançları bünyesinde toplamıştır. Bu fırka Abdullah bin Sebe’nin Hazreti Ali'yi mesih ilan etmesinden dolayı Sebeiyye diye de adlandırılmıştır.

Bu akım Muhtâr es-Sekafî tarafından başlatılmış ve Hazreti Ali'nin oğlu Muhammed bin  Hanefiyye’yi hicri 81 yılına kadar İmam ve Mehdi olarak tanımıştır. Ölümünden sonra fırka  çeşitli kollara bölünmüştür. Ancak hicri ikinci yüzyılın sonlarında yok olmuştur.

Muhtâr es-Sekafî Kufe’deki ayaklanmada başarı kazanmasından sonra, Cezire ve Irakeyn’i  ele geçirince kahinler gibi gaipten haber vermeye başlamış ve kendisinin vahye mazhar olduğunu iddia etmiştir. Taraftarların bazıları onu devrin hücceti,  hatta nebisi olduğunu söylemiştir. Önceden haber verdiği bazı olaylar gerçekleşmeyince,  bedâ anlayışını öne sürmüş ve Allah'ın bilgisinin ve iradesinin değiştiğini iddia etmiştir. Es-Sekafî’nin ölümünden sonra fırka çeşitli kollara ayrılmıştır. Bu kollar zamanla eski cahiliye inanışlarını mezhebe taşımıştır. Bu inanışlara göre imamlar bazen ilah, bazen peygamber yerine koyulmuşlardır. Bazı imamlar göğe çıktığını iddia etmiştir. Bu aşırı görüşlerin yanı sıra cennet ve cehennemin varlığı da inkar edilmiştir.

 

Zeydiyye:

Mutedil Şîa'ın ilk mezhepleşme hareketi Zeydiyye ile başlamıştır. Zeyd, Ali bin Hüseyin Zeynelâbidin'in oğludur.  Zeyd bin Ali Emevi idaresine karşı isyan etmiş fakat bir savaşta ölmüştür. Oğlu Yahya Horasan'a kaçarak orada Şîa’yı güçlendirmiştir. Ancak onlar da bir süre sonra zayıflayarak Harun Reşit tarafından ortadan kaldırılmışlardır.

İmam Zeyd büyük bir fıkıh alimi ve ilm-i kelamcıydı.  Fıkıhta “Kitabül Mecmu” adlı bir eseri vardır. Vasıl bin Ata, İmam Ebu Hanife Zeyd’den ilim tahsil etmişlerdir.

Zeydiyye’nin bazı görüşleri:

1)Hazreti Peygamber’den sonra kimin imam olacağına dair bağlayıcı bir nas yoktur. Bu bakımdan Ebubekir ve Ömer'in hilafetleri meşrudur. Onlara biat eden sahabe suçlanamaz. Esasen Hz. Ali daha faziletli  olduğu için hilafete daha layıktır.

2) İmamet için ortaya çıkabilmek için ilim ve takva sahibi olunması, Hz. Fatıma soyundan gelmesi gerekir.

3) İmamet şura işidir ve seçimle olması gerekir. Ehil kişiler tarafından seçilen kimse imam olur ve kendisine itaat edilir.

Zeydiyye itikadi bakımdan mutezileye yakın durmuştur. Ameli yönünden de el Mecmu ile telif edilen Zeyd’in fıkhına uymuşlardır. Zeydiyye’nin imamları Ehl-i Sünnet’in ameli mezheplerine ve özellikle hanefiliğe yakın içtihatlar ortaya koymuşlardır.

 

İmâmiyye:

Bu grup imameti merkeze koyarak Hazreti Ali, Hasan ve Hüseyin den sonra Zeynelâbidin, Muhammed el-Bâkır ve Cafer es-Sâdık’ı imam kabul etmiştir. Bu grup imamlığın Ali'nin evlatlarına ait olduğunu düşünmelerine rağmen bu konuda bir sistemleştirmeye gitmemiştir. Muhammed el-Bâkır’ın ölümünden sonra bir kısmı Cafer es-Sâdık’ı imam tanımış, bir kısmı ise onun ölmediğini bir gün mehdi olarak döneceğini iddia etmiştir.

Bu kişiler, İslam’ın temel konularında farklı düşünmeyen, ilim ve ahlak bakımından öne çıkan kimselerdir.  Şîa kaynakları ise onları imam ilan ederek Şîa akaidini ve fıkhını kuran kişiler olarak tanıtmaktadır. Ancak tarihi bilgiler bu kişilerin siyasi faaliyetlere katılmayıp, ilim ve ibadetle meşgul olduklarını söylemektedir.

İmâmiyye kelamcısı Hişâm bin Hakem siyasi bakımından İmâmiyye mezhebinin görüşlerini şöyle ifade eder:

1) Toplumda Allah tarafından belirlenmiş bir imama her zaman ihtiyaç vardır.

2) İmam peygamberin varisi olup günahtan korunmuştur.

3) Resûl-i Ekrem’den sonra imâmet Ali'nin hakkıdır, onun imametini tanımayan ashab - birkaç kişi hariç - mürted olmuştur.

4) Her imam kendisinden sonraki imamı tayin etmelidir.

5) Allah, üç boyutlu saf gümüş veya yuvarlak inci gibi parlayan bir nurdur.

Cafer es-Sadık’ın ölümünden sonra, mezhep bölünmüştür. Bir kısmı Cafer es- Sadık'ın ölmediğini, onun beklenen Mehdi olduğunu, bir kısmı imametin Cafer’in ardından Muhammed'e geçtiğini, Cafer’in çocuklarından birinin Mehdi olacağını, bir kısmı da Cafer'den sonra imametin oğlu Abdullah'a geçtiğini iddia etmiştir.

 

İsmâiliyye:

Bu fırka Cafer es-Sadık’ tan sonra siyasi ve dini bir fırka olarak ortaya çıkmıştır. Yayıldığı bölgelerdeki Budizm, Brahmanizm, Maniheizm  gibi dinlerin bazı inançlarını ve Yeni Eflatuncu anlayışları bünyesine almıştır.

Bu mezhebin anlayışında zâhir ve bâtın birbirinden ayrılmıştır. Onlara göre nasların zahiri ve batını yönleri vardır. Zahir bâtına ulaşmak için bir araçtır. Harf ve sayıların taşıdığı manevi sırlara dayalı teviller yapılmıştır. Bilhassa 7 sayısı öne çıkarılmıştır.

 

İsnâaşeriyye:

Cafer es Sâdık’tan sonra imametin oğlu Mûsâ el-Kâzım’a geçtiğini kabul etmiştir. Bu fırka diğer grupların tarihe kavuşmaları nedeniyle İmâmiye’yi tek başına temsil etmiştir. Bu nedenle Şîa denilince akla gelen fırka olmuştur.

Hicri 4. yüzyılda yetişen alimler imameti nübüvvetin devamı olarak değerlendirmiş, on ikinci imamın kayıp olması ile ilgili boşlukları doldurmaya yönelik prensipler ortaya atılmıştır. Kelamın konusu tevhit ve hüccet diye ikiye ayrılmış, tevhidle ilgili olarak

˃ Allah'ın cisim ve suretten münezzeh olduğu,

˃ O’nun ancak kendisini zikrettiği sıfatlarla nitelendirilebileceğini,

˃ Zati sıfatlarının kadim, irade ve kelamın dahil oldu fiili sıfatlarının hadis olduğu,

˃ Allah'ı görmenin imkansız olduğu,

˃ Allah'a bedâ nispet edilebileceği

ifade edilmiştir. Hüccet ile ilgili olarak imametin dindeki öneminin büyük olduğu, imamların masum olduğu, Kuran'da ziyade ve noksanlık bulunmadığı belirtilmiştir.

Bu fırka tevhid ve adaleti Mutezile düşüncesi çerçevesinde benimsemiş, kaza ve kader konusunda cebr ve tefviz  arasında orta yol tutmuştur. İmamet konusunda aşağıdaki prensipler esas alınmıştır:

1) İmamet seçimle değil, ilahi tayinledir. Hz. Peygamber, ilahi emir çerçevesinde kendisinden sonra Ali'nin ümmetin yöneticisi olduğunu açıklamıştır.

2) İmamette en önemli ölçü efdaliyet olup Resûl-i Ekrem'den sonra Ali, ardından onun soyundan gelenler takva, ilim ve ahlak da en üstün, dolayısıyla imamete en layık kimselerdir.

3) İmâmet nübüvvetin devamıdır. İmamlar peygamberler gibi masumdurlar ve özel bilgilerle donatılmışlardır. Kendilerinden mucize sadır olan kimselerdir.

4) Hepsi Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’in den sayılan imamların sayısı on ikidir. On ikinci imam beklenen mehdidir. Hicri 260 yılında kaybolmuş olup halen hayattadır ve bir gün ortaya çıkacak ve yeryüzünde adaleti sağlayacaktır.

5) İmamlar Allah'ın nuru, yeryüzünün direkleri, peygamberlik ağacının dallarıdır. Kuran ancak imamlar vasıtasıyla anlaşılabilir. On iki imamdan nakledilen söz, fiil ve takrirleri Peygamber’in sözü ile eşdeğerdir ve dinin Kuran'dan sonra ikinci kaynağıdır.

Bu fırkanın yukarıdaki görüşleri sahabe hakkında yanıltıcı fikirler doğurmuştur. Peygamberin vefatından sonra sahabenin Hz. Ali'ye biat etmeyişi nedeniyle onları mürted olarak saymışlardır. Devlet başkanlığı görevini üstlenen ilk üç halifenin hilafeti gayri meşru kabul edilmiştir.

İmametin ve Ehl-i Beyt’e yönelik aşırı vurgunun nas ile temellendirilememesi onun sıhhatine yönelik kuşkular doğurmuştur. İmamlara izafe edilen rivayetler özel inançların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Öyle ki kıyametten önce bazı Ehl-i Beyt mensupları ve onlara zulmedenler yeniden dünyaya getirilip (recat) zalimlerin cezalandırılacağı, sakıncalı durumlarda gerçek inancın saklanabileceği (takiye), Allah'ın önceden bildirdiği hükümlerde değişiklik olabileceği (bedâ), kabirde kişiye imamının kim olduğunun sorulacağı gibi hususlar ifade edilmiştir. Ezan ve kametde Ali'nin adı eklenmiş, namaz kılarken alnın Kerbela toprağından yapılmış taşlara değmesi istenmiştir. Ticari kazançların beşte birinin imama verilmesi emredilmiştir. On bir  imamın doğum ve ölüm günlerinde ve on ikinci imamın doğum gününde anma törenleri düzenlenmiştir. Kerbela faciasının acısını hissetmek için matem geleneği icat edilmiştir. İmamet imanın bir esası olarak ortaya konulmuş, imamete inanmayanların iman dairesinde olamayacakları ileri sürülmüştür.

Ameli bakımından fırka bünyesinde oluşan Caferiyye mezhebi de ezana eklemeler yapmış, öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazları çoğu zaman birleştirilmiş, geçici nikah (muta)  meşru kabul edilmesi gibi farklı uygulamalar ortaya çıkmıştır.

 

Gâliyye (Aşırılık):

Yahudi asıllı Abdullah bin Sebe ile başlayan bu fırka, müstakil bir fırka olmaktan ziyade çeşitli grupların bünyesinde değişik isimlerle varlıklarını sürdürmüşlerdir. Abdullah bin Sebe, Hz. Ali'ye ilahlık mertebesini vermiş, onun üzerine Ali onu Medâini’ye sürmüştür. İbni Sebe, Ali'nin vefatından sonra onun ölmediğini, kıyametten önce dönüp yeryüzünde adaletle hükmedeceğini iddia etmiştir.

Bundan sonra gâli anlayışları Keysaniyye’nin bazı alt gruplarında görülmüştür. Muhtar es-Sekafi’ nin görüşleri de gâli anlayışlarına kapı açmıştır. Tenasühü, ibahı, hulul fikirlerini bu grupları sarmıştır. İsmailiyye bünyesinde ortaya çıkan ve varlığını günümüze kadar sürdüren Dürzîlik, tamamen gâli anlayışlara sahip olarak Fâtımî   halifesi Hâkim Bienrillâh’ ı ilah kabul etmiş, hesap, cennet, cehennem gibi ahiretle ilgili inançların bu dünyaya ait olduğunu ileri sürmüş, namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetleri ilgisiz tevillerle ortadan kaldırmışlardır.

Ayrıca İsnâaşeriyye bünyesinde ilk dönemlerde Nusayriyye  adıyla ortaya çıkan ve halen varlığını sürdüren gâli fırka, Allah'ın Hz. Ali'ye hulûl ettiğini söylemiş, tenasühü benimsemiş, İsmailiyye gibi temel ibadetleri aslından uzaklaştırıp yorumlamışlardır.

 

Şîa’nın görüşlerine itirazlar

Ehli sünnet alimleri Şîa'nın temel görüşlerini Kuran, sünnet, akıl ve tarihi gerçekler göz önünde bulundurarak eleştirmişlerdir. Bu eleştirileri şöyle ifade edebiliriz:

1) İmamet imanın esaslarından değildir. Kuran ayetlerinin hiçbirinde bunun için kesin bir ifade olmadığı gibi ahirette kurtulacak olan kimselerin özelliklerinin anlatıldığı ayetlerde de imamete herhangi bir atıf yapılmamıştır.

2) İmamet nübüvvetin devamı değildir. “Bugün dininizi ikmal ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım” (Maide, 5/3) mealindeki ayette Resûl-i Ekrem ile birlikte, İslami şeriatının ortaya konmasının sona erdiği açıkça belirtilmiştir.

3) İmamet ilahi nas ve tayinle olmayıp toplumun tercihine bırakılmıştır. Hz. Ali'nin imameti hakkında nass olarak ileri sürülen ayetlerin hiçbirinde açık bir beyan yoktur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ashab, adaylar arasında Ebu Bekir’e biat etmiştir. Ali kendisine  biat edilmesi konusunda herhangi bir nas ortaya koymamıştır. Ayrıca kendisi diğer üç halifeye biat etmiştir. Bütün bunlar Şîa'nın nas iddiasını geçersiz kılmaktadır.

4) İmamlar fazilet sahibi kişiler olsa da kendilerine ismet sıfatı nispet edilemez. Onlar peygamberler gibi masum olsalardı, ortaya çıkan ihtilaflarda Resûlullah'ın hakem kabul edilmesini emreden ayette  (Nisa, 4/ 65)  imamların da bahsedilmesi gerekirdi. Şîa'nın bu konuda delil olarak ileri sürdüğü tathir (manevi arındırma) ayetinin (Ahzab, 33/33) kapsamı farklıdır. Ayrıca tathir kelimesi başka ayetlerde bütün müminler için de kullanılmıştır (Tevbe, 9/103).

5) Şîa'nın imamet nazariyesi tarih bakımından büyük çelişkiler ihtiva etmektedir. Dokuzuncu  İmam Muhammed el-Cevâd et Tahir yedi yaşında iken imam kabul edilmiş, on ikinci imam on bir asır boyunca kayıp olduğu için Şîa'nın imama yüklediği fonksiyonlar ortada kalmıştır.

6) Kuran'ın yalnız masum imamların sözleri ile anlaşabileceği ve Kuran'da eksiklik bulunduğu gibi iddialar her şeyden evvel Kuran'ın beyanları ile çelişmektedir. Çünkü bazı ayetlerde bütün insanlığa hitap edilerek kendilerinden Kuran’ı anlamaları istenmiştir. Ayrıca Kuran’ın Allah tarafından indirildiğini ve onun tarafından korunacağını bildirilmiştir (Hicr,15/9)

7) Sahabiler birçok Kuran ayetlerinde övülmüş kimselerdir (Enfal, 8/72;  Tevbe, 9/100; Fetih, 48/18; Haşr, 59/8-10). Şîa tarafından birkaç sahabe dışında kalan ashaba dil uzatılması yukarıdaki Kuran ayetlerine aykırıdır.

8) İmamette ortaya çıkan bedâ, takiyye ve recat gibi anlayışlar açıklamaya muhtaçtır. Bedâ Allah'ın ilminin ezeli ve mutlak oluşu ile çelişir. Takiyyenin imanın temeli oluşturularak kabul edilmesi İslam ahlakının doğruluk prensibi ile bağdaşmaz.

Bununla beraber geleneği sorgulayan bugünkü Şîa alimleri inanç konularından ilk halifelere ve ashaba dil uzatma, takiyye, kaybolma, recat, muta nikahı, belli namazların cem edilmesi, Kerbela toprağından yapılan mühür üzerine secde edilmesi, gaybet de Cuma namazının farz oluşunun ortadan kalkması gibi hususların ilk dönem Şîiliğinde mevcut olmadığını ifade etmektedirler. On dört asır boyunca Müslümanların birçok devlet kurmasını, fetihlerin yapılmasını, medeniyetlerin geliştirilmesini Şîa'nın iddia ettiği haksız hilafet, gasp ve zulüm ile açıklamak mümkün değildir. Bunların gerek nas bakımından, gerekse tarih bakımından kabul edilebilir şeyler değillerdir.

Şîa’daki Hz. Ali ve evladı ile ilgili olarak nas, vasilik, masumiyet gibi düşünceler, gâli fırkalarının imamlara ilahlık affetmesi, tenasüh, şer'i hükümlerin ilgasi gibi aşırı anlayışlar tarih boyunca değerlendirilmeye tabi tutulmuştur. Bunun sonucunda nas ve vasiyet düşüncesinin İslam toplumuna Abdullah bin Sebe vasıtasıyla girdiği, Hz. Ali'ye bazı gâli fırkaların uluhiyet isnat etmesi Hristiyanlık ile paralellik arz ettiği tespit edilmiştir. Gâli fırkalarındaki bâtını tevil anlayışı, Allah'a cismani özellikler atfedilmesi, bedâ, recat ve vasiyet gibi fikirlerin Yahudilikten, hulul nazariyesinin Hıristiyanlıktan, tenasühün eski Hint dinlerinden, diğer aşırı anlayışların Zerdüştîlik,  Maniheizm ve Mecûsîlik gibi eski İran dinlerinden intikal ettiği ifade edilmiştir.

Bununla beraber Şîi fırkalarının daha sonraları aşırı bir şekilde İslam’dan sapmalarını bir nedeni olarak Mısır, İran, Irak, Hicaz, Hindistan ve Türkiye'deki asırlarca etkili olan yabancı misyonerlerin faaliyetleri gösterilebilir. Bu faaliyetlerin Şîi fırkalarını da saptırmaları mümkündür. Bu konularda yazılmış birçok kitap vardır.

Yabancı misyonerlerin faaliyetleri sonucu kurulan sapık fırkalara bir örnek Kâdiyanilik’dir.  Bu fırkanın kurucusu Gulâm Ahmet'tir.  Gûlam Ahmet İsmâili fırkasından bir zındık idi. Yabancı misyonerlerin bu kişiyi menfaat karşılığı  satın alıp, kendisini önce müceddit, sonra mehdi ve nihayet peygamber olduğunu ilan ettirdiler. Birçok sahte mucizeler ürettiler. Kendisine inanmayanlara kafir dediler. Bu fikirler Pencap ve Bombay’da cahil halk arasında yayıldı. Bugün de Avrupa'da ve Amerika'da Ahmediyye ismi altında Kâdiyanîlik yaygın durumdadır.

Yabancı misyonerlerin  Bahailik dinini de kurdurttuğu mümkün olabilir. Bu mezhep İsnâaşeriyye fırkasına mensup olan, 1820 yılında İran'da doğan Mirza Ali Muhammed eş-Şirazi  tarafından kurulmuştur. Bu kişi, İsmâiliyye mezhebinin sapık görüşleri ile Sebeiyye fırkasının hulül fikrini birleştirerek, İslam inancından çok uzak bir mezhep ortaya koymuştur. Bu mezhep daha sonraları Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam'ı birleştirdiğini ve aralarında hiçbir farkın olmadığını ilan etti. Mirza Ali Allah'ın kendisine hulül ettiğini iddia etti. Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddetti. Kuran hükümlerinin bazılarını inkar etti. Ancak kendisinin ve ona tabi olanların bu aşırı iddiaları nedeniyle 1850'de devlet tarafından idam edildiler.

Mirza Ali'nin ölümünden sonra İran'dan sürgün edilen Bahaullah adındaki müridi Edirne'ye yerleşti. Burada kendi adına izafeten kurulan yeni dine Bahailik dendi. Ayrıca bazen de asıl kurucusuna izafeten Babilik adı da verildi. Mirza Ali’nin sürgün edilen diğer müridi  Subhi Ezel Kıbrıs'a yerleşerek orada faaliyetlerini sürdürdü. Kendilerine has yeni dini kurallar ortaya koydular. Bugün Avrupa'da ve Amerika'da yaygın olan Bahailik dinin amacı İslam dinini saptırmaktır. Bu nedenle Bahailik faaliyetleri özellikle ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra İslam ülkelerinde gittikçe artmakta ve güçlenmektedir.

Bu bağlamda 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan din reformistlerinin  en başta geleni olan Cemalettin Efgani’nin fikirlerinin kaynağının kim olduğu araştırılmıştır. Bu araştırma sonucunda Efgani’nin fikirlerini ona çizen ve telkin eden kişinin Necef ulemasının reisi, müctehid Murtaza el-Ensari olduğu belirlenmiştir. Murtaza el-Ensari, aklı ilimlerde müctehid bir Şîa imamı olup, o asırdaki derecesi o kadar yüksekti ki, ondan eğitim görmeyen ve ondan icazet almayan hiçbir Şîi alimi  müctehidlik derecesine eremezdi. Necef bölgesi asırlarca yabancı misyonerlerin ve ajanların cirit attığı ve etkili olduğu bir yer olduğu rivayet edilmektedir.

 

Şîa mezhebinin bugünkü durumu

Günümüzde Şîa olarak bilinen grupların nüfusu, genel Müslümanların nüfusunun %8 -10'u kadardır.Şîi nüfusunun  en çok bulunduğu ülkeler İran, Irak ve Bahreyn’dir.  İran'ın % 90 ı, Irak’ın % 60 ı ve Bahreyn’in % 55 i Şîi’dir. Ayrıca Yemen, Azerbaycan, Lübnan, Kuveyt, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Suudi Arabistan, Suriye ve Türkiye'de Şîirler bulunmaktadır. İsnâaşeriyye Şîa'nın yaklaşık 100 milyon, İsmâiliyye ve Zeydiyye’nin ise 10'ar milyon nüfusa sahip olduklarını tahmin edilmektedir.

20. yüzyılın başlarında İslam ülkelerinde görülen siyasi olaylardan Şîi’ler de etkilenmiştir ve bunun sonunda Yemen'de bin yıldan fazla devam eden Zeydî imameti sona ermiştir. İsnâaşeriyye Şîa’sı 1979'da İran'daki mevcut rejime son vererek devleti ele geçirmiştir. Ayrıca Hindistan, Pakistan ve Afrika'da Ağa Han’a bağlı İsmâilî’ler bir cemaat halinde yaşamaya devam etmektedirler.

 

 

Yorum ve Eleştirileriniz için:  yorum@ilimvetasavvuf.com

 

Ana Sayfa            Yorumlar

 

Şîa  (Şîilik)  Mezhebi

Yayınlanma Tarihi:  10.09.2019

Yâ Ali