Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen Şeyh Galip (Ey insan evladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş; Çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.) İnsanın kendini bilmesi istenmiştir. Bu nedenle insan olması nedeniyle sahip olduğu gerçeklerin ilmine sahip olması gerekir. Bu ilim kendisi ile alem arasında bir fark olmadığını söyler; insanların ve cinlerin dışında kalan bütün varlıkların hepsinin yaratıcıları olan Allah Teâlâ'ya ibadet halinde olduğunu öğretir. Bu ilimle insan kendi hakikatini sadece bir imkan, bir yoksulluk, bir zillet, bir aşağılık, bir ihtiyaç ve bir miskinlik olduğunu anlar. Çünkü mutlak olan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, aciz olmayan, her istediğini yapabilen ancak ve ancak Rabbimiz olan Allah Teâlâ'dır. O’nun dışında kalan her şey yoksulluk, zillet, ihtiyaç, acizlik halindedir. İnsan kendini bilerek Allah Teâlâ'nın bütün âlemi neyle sıfatlandırdığını görür. Allah'ın bütün âlemi kendisine ebediyen secde etmesi ile vasıflandırdığını anlar. Ancak bütün âlemin Allah'a secde halinde olduğunu görürken, insanların bir kısmının Allah'a secde etmediğine şahit olur. Bu durumda insan, üzerlerine azabın hak olduğu kimselerden olmaktan korkar. İnsanın kendini bilmesi ile bütün âlemin Allah'a ibadet etme fıtratı (yaratılışı) üzerinde yaratılmış olduğunu görür. Ancak bu fıtratı değerlendirmek için insan, kendisini Allah'a yaklaştıracak bir mürşide (yol göstericiye) ihtiyacı olduğunu anlar. Çünkü insan, “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat, 51/56) ayetini işitir. Âlemin diğer varlıkları gibi Allah'a muhtaç olduğunu anlayarak, O’na ibadet ve secde eder. İnsan Allah Teâlâ'nın kendisi için bazı sınırlar çizdiğini görür. Bu sınırlar içinde kalması gerektiğini anlar. Bunun için Allah'ın emir ve yasaklarına tabi olunması gerektiğine inanır. Bu emir ve yasakları uygulayabilmek için şer’i ilimleri öğrenmesi gerektiğini anlar. İnsanın ibadeti iki türlüdür: Aslî ibadetler, Ferî ibadetler. Aslî ibadetler, bütün yaratılmış varlıkların zatlarının mümkün varlıklar olmaları nedeni ile yerine getirilir. Bunlar farz olan ibadetlerdir. Ferî ibadetler ise, bunlar fazladan Rabbin rızasını kazanmak için yaptığı ibadetlerdir. Bu ibadetleri insan kendi kendine tayin edemez. Bunlar ancak Rabbinden gelen haberlerle öğrenilir. Bu haberler de Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimizin (sav) sünnetinde mevcuttur. İşte insan, kendini bilmesinin ne olduğunu, Rabbinin emir ve yasaklarını öğrenince, O’nun hakkını yerine getirince ve kulluk görevini yapınca anlamış olur. Böylece insan nefsini tanımış olur. Nefsini tanıyan bir insan böylece Rabbini de tanımış olur. Rabbini tanıyan insan da, onun emrettiği ve bildirdiği şekilde O’na kulluk görevlerini yerine getirir.
Nefs Nedir? İnsanda ruh ve bedenin birleşmesinden kalp ve nefs ortaya çıkar. Övülmüş bütün rûhânî ve ulvî sıfatlar kalpte bulunurken, yerilmiş bütün sıfatlar da nefsdedir. Bununla beraber nefs, ruh ve beden ailesinin ferdi olduğundan kendisinde beka sıfatı ve ruhaniyet ile ilgili bazı övülmüş sıfatlar da bulunur. Nefs, ruh ve beden izdivacının neticesinde meydana gelmiş bir varlık olmakla ruh ile ilişkilidir. Fakat ondan bağımsız bir varlıktır. Nefsin aydınlık tarafı ruhtan, karanlık tarafı da bedenden kaynaklanmaktadır. Allah Celle Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: “Nefse ve onu biçimlendirene, sonra da ona kötülük ve takva kabiliyetini verene yemin olsun ki, elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur. Onu isyanla, günahla bozup kirleten ziyan etmiştir.” (Şems, 91/7-10) Peygamberimiz (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Senin en büyük düşmanın iki tarafın arasında bulunan nefsindir.” Dolayısıyla, dost yüzlü gözüken nefs düşmanını mağlup etmek ve onun şerrinden kurtulmak için mücadele etmek gerekir. İnsan nefsinden anlaşılan ruh, kalp ve nefsin toplamı olan insanın zatıdır. İnsanın zatına nefsi dememiz, Allah Teâlâ'nın şu hitabında nefs sözcüğünü kullanmasındandır: “Ey, Rabbine itaat edip huzura eren nefs!” (Fecr, 89/27). Burada hitap edilen, bütün toplamıyla insandır. Allah bedene indirdiğinde, onu ruh olarak isimlendirdi. Bu, “Ona ruhumdan üflediğim zaman…” (Hicr, 15/29) ayetinde bahsedilen husustur. Çünkü ruhun aslı O idi. Kalp ve nefs, daha sonra beden ve ruhun birleşmesiyle olacaktı. Allah Teâlâ, dönüş zamanında da nefs kelimesini kullandı. Burada nefs ile nefsin zatı kastedilmektedir. Çünkü bir şeyin nefsi, onun zatıdır. Allah kendi zatını da nefs olarak isimlendirmiştir: “Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem” (Maide, 5/116) ayetinde bu anlamdadır. Tasavvuf ehline göre nefs, latif bir buhar olup kaynağı kalbin suretidir. Bu nefse hayvanî ruh ta denir. O, yerilmiş bütün sıfatların kaynağıdır. Bu nedenle, Allah Teâlâ: “Çünkü nefs şiddetle kötülüğü emreder” (Yusuf, 12/53) buyurmuştur.
Tasavvufta İnsanın Kendini Bilmesi Tasavvufta insanın kendini bilmesi, insanın Allah Teâlâ'nın bilgisine ulaşma çabasının başlangıcı olarak ifade edilmiştir. Bu nedenle insanın kendini tanıması tasavvufi düşüncede temel bir ilkedir. İnsanın Hakk’a dair bilgisi nefsine dair bilgisi ölçüsünde olduğundan, Hakk’ı daha iyi bilmesi için nefsini/kendini daha iyi bilmesi gerekir. Tasavvufta Hakk’a dair bilgiye “marifet-i Hak” (marifetullah), sâlikin kendisine ait bilgisine de “marifet-i nefs” nedir. İnsanın nefsini/kendini tanımasının bir amacı salih amellere kaynaklık edecek bir ahlâkı kazanmaktır. Bunu elde etmesinin yolu da, nefsinin ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu, niçin var edildiğini, nefsin güçlerinin ve yeteneklerinin neler olduğunu bilmekle olur. Tasavvufta, insanın kendini bilmesinin önemine, bazı ayetlerde işaret edildiğine dikkat çekilir: “Biz onlara hem ufuklarda ve hem de kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki Kur'an'ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kafi değil mi?” (Fussilet, 41/53) Bu ayetlere göre Hakk Teâlâ âfâkta ve enfüste, yani dış ve iç alemde tecelli etmektedir. İç alemdeki ayet ve tecelliler daha açık ve daha kesindir. Bunlar sayesinde insan, kendisinin ne olduğu üzerinde düşünerek kendi varlığı, yaşamının anlamı ve gayesi hakkında bilgi sahibi olur. Bu bilgiler onu Allah'a götürür. Tasavvuf ehli, Allah'ın insanın iç alemine daha belirgin olarak tecelli ettiğinden Hakk’ı tanımanın önemli bir adımının, insanın özünü tanımasında olduğunu düşünürler. Bu yola “seyr-i enfüsi” denir. Dış alemde Allah'a ulaşmaya da “seyr-i âfâki” denir. Mutasavvıflara göre Allah'ı tanımak ve ona ulaşmak için “seyr-i enfüsi” daha etken bir yoldur. Burada manevi ilimler ile maddi ilimlerin ayrımı yapılmaktadır. Müspet bilimciler, Allah'ın ufuklarda yani dış âlemdeki tecellileri olan maddi varlıkların ve onların arasındaki ilişkileri inceler. Buradan elde ettikleri bilgiler, bugün fizik, kimya, biyoloji gibi temel bilimlerdeki konularda teorik olarak anlatılmaktadır. Bu bilimlerdeki bulgular insanlara, maddi alemde mükemmel bir tasarımın ve bilgi kaynağının mevcut olduğunu göstermiştir. Bu tespitler, her yazılımın bir yazıcısı olduğuna göre, evrendeki tasarımın da bir yazıcısı olduğu sonucuna götürür. Bu yazıcı da Allah Teâlâ'dır. Bu sonuç 21. yüzyılın müspet bilim anlayışını değiştirmiştir. Böylece bilim Allah'ı bulmuştur. Tasavvuf ehline göre, insanın iç alemindeki bilim daha kesin olup, insanın Allah'ı tanımasında daha etkilidir. İnsanın iç dünyasındaki Allah'ın tecellileri, sufiler tarafından tespit edilerek büyük bir ilim hazinesi oluşturulmuştur. Bu hazinedeki ilimler maddi alemdeki ilimlerden kat be kat daha fazla ve kesindir. Bu nedenle manevi ilimlerin maddi ilimleri kapsadığı ve onlardan daha da ileri bir seviyede gerçek bilgi ifade ettiği görülmüştür. Manevi ilimlerin özüne vakıf olan sufiler, anlattıkları keşif bilgileri ile maddi ilimlerdeki birçok paradoksun açıklanmasına yardımcı olmuşlardır. Bugün batı dünyasındaki insanların İbn Arabi'ye önem vermeleri, onun bugünkü maddi bilimin birçok paradoksunu açıklayan bilgileri açıklamış olmasındandır. İbn Arabi, manevi ilimleri bilenin maddi ilimleri de bileceğini söyler. Fakat bunun tersi doğru değildir. Maddi bilimleri bilenler manevi bilimleri bilemezler. Bu bize, (Fussilet, 41/53) ayetinde geçen, Hakk Teâlâ'nın insanın hem içinde hem de dışında tecelli etmesinde, insanın içindeki tecellileri daha önce zikretmesi onun daha önemli olduğunu gösterir. Bu da sufilerin ifade ettiği şeydir. Sufilere göre insanlardaki güzel ahlâkın kaynağı Allah'tır. Çünkü bir ayette söyle buyurulmaktadır: “Ey insanoğlu! Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana ne kötülük dokunduysa kendindendir.” (Nisa, 4/79) Bu nedenle insandaki olumlu sıfatlar Allah'a, olumsuzlar ise nefse nispet edilir. Nefs fâni, zelil, zalim, cahil ve cimri olarak bilinirken, Allah bâki, aziz, adil, alim ve cömert olarak tanınır. Allah Rab iken nefs kuldur. Adalet, ilim, merhamet ve cömertlik gibi sıfatlar Allah Teâlâ’da tam ve mükemmel iken, insanda ise eksiktir. İnsandaki güzel huyların kaynağını bilmek, insanı Allah'ı tanımaya götürür. İnsan Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğundan, O’nun sıfatı insanın da sıfatıdır. Allah Teâlâ mutlak olarak ihtiyaç sahibi olmayan bir varlık iken, insan her an O’na muhtaçtır. Bu gerçeği bilen insan Allah'ı da bilir ve tanımış olur. Sufiler insan ile alem arasında ortak yönlerin ve benzerliklerin olduğunu söylerler. Bu nedenle insanı küçük alem, alemi de büyük insan olarak nitelerler. Buna göre insanın kendini bilmesi, aynı zamanda evreni de tanıması anlamına gelir. Sufilere göre insanın kendisi bir aynadır. Bu aynada Hakk tecelli eder. O’nun tecellileri bu aynadan yansır. Ona bakan Hakk’ı görür. Bunun için aynanın temiz tutulması şarttır. Dünyanın masivası ve kiri, bu aynanın pas tutmasına ve kararmasına neden olur. Hakk’ın tecellilerini görebilmek için aynanın bu paslardan ve kirlerden temizlenmesi gerekir. Bunu temin etmek için, insanın Allah'ın emirlerini uygulaması ve yasaklarından da uzak durması gerekir. Ayna temiz ise, insan bu aynada Hakk’ı görecektir. Bu da “nefsini bilen Allah'ı bilir” ile aynı anlama gelir. İnsan kendi aslının bir nutfe olduğunu anlayınca, kendisinin acizliğini ve muhtaç olduğunu bilir. Çünkü bir nutfeden bugünkü şeklini alması, kendisinin bir tasarrufu değil Allah'ın o insana bahsetmiş olduğu bir lütuftur. Bu durumda insan kendini besleyen, giydiren ve yaşatanın Allah olduğunu anlar. Eğer insan kibirli ve her şeye gücünün yettiğini düşünürse Allah'ı tanıyamaz. Bu durumda nefs, kötü huy ve düşüncelerle kaplanmış demektir. Bu da insanın vücudundaki her molekülünün kararması ve Allah'ın rahmet tecellilerini fark etmemesi demektir. İnsan kendinde yaratılan ve bahşedilen özellikleri, organların işleyişini ve yapılanmasındaki mükemmel işleyişleri bilirse, Allah Teâlâ'nın gücünü ve kudretini daha iyi anlar. Böylece gönlünde O’na giden bir yol bulur. İnsan her parçasında Allah'ın yarattığı faydaları ve hikmetleri ne kadar çok bilirse, Allah Teâlâ'nın büyüklüğünü ve O’nun ilminin ve kudretinin nasıl sınırsız olduğunu hayretle görmüş olur. İnsanın kendi vücudundaki mükemmel yaratılıştan, gözlerini ufuklara çevirip evreni de Allah'ın nasıl bir mükemmellikle yarattığını ve düzene soktuğunu görür. Böylece bütün varlığı bir tevhid anlayışı ile idrak eder ve Allah'a teslim olur. Dolayısıyla insan kendi zatının zuhurundan Allah Teâlâ'nın Zatını görür. O’nun kudretini ve kemalini görür. Çevresindeki birçok hikmetler onu şaşkına çevirir. Bu da onun Hakk’ın ilminin mükemmel oluşunu idrak etmesidir. Tüm varlıktaki ilahi rahmeti fark eder. Bu rahmet bütün mahluklara (yaratılmışlara) lütuf, rahmet ve inayettir. “Rahmetim gazabımı aşmıştır” kutsi hadisinde buyurulduğu gibi, Allah Teâlâ'nın bütün mahlukata olan rahmetinin büyüklüğü Peygamberimizin (sav) şu hadisinde de ifade edilmektedir: “Allah Teâlâ'nın kullarına şefkati, bir annenin süt emzirdiği çocuğuna şefkatinden daha çoktur.”
Felsefede İnsanın Kendini Bilmesi Felsefede insanın kendini bilmesi, zihnin, varlığı kavrama sürecinin başlangıcı olarak düşünülür. Bazı filozoflar, insanın maddi ve dış alemden çok kendisini tanıması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Felsefede insanın kendini bilme çabası eski Yunan döneminde başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir. Batı felsefe tarihinde, insanın kendini bilme çabasının Thales ve Yedi Bilginler döneminde başlamış olduğu düşünülmektedir. İnsanın kendini bilmesi, felsefede haddini bilmek anlamında da kullanılmıştır. Ancak çoğunlukla, kişinin kendisini daha iyi olana dönüştürmesinin yollarının belirlenmesini gösterir. Bunun için kişinin özünü bilmesi önemlidir. Ancak bu şekilde kişi kendini iyiye ve doğruya yönlendirebilecektir. Sokrates ve Platon’un birçok diyaloğunda “Kendini bil ve ölçülü ol” deyişi kullanılmaktadır. Özünü bilmekle insan ne olduğunu da bilmiş olacaktır. Ancak ne kadar çalışsa da, ruhun sınırlarına ulaşılamayacağı düşünülür. Her ne kadar her insanda kendini tanıma ve ölçülü olma imkanı bulunsa da, bunun sonunda insanlar şu sonuca varırlar: “İnsanın karakteri kaderidir.” İnsanın kendini bilmesi bir çok edebi eserlerde işlenmiştir. Bu eserlerde, kişinin kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, içinde gizli olan hakikatin ne olduğunu belirlemesi olguları işlenmiştir. Bu eserlerin çoğunda insanların dünyada çektikleri acılardan Tanrıyı sorumlu tutarak, ondan uzaklaştırılmıştır. Nietsche, insanın kendini bilmesini insanın kendi belâsını aramasına benzetir. Bu arayışlarla aslında insan umduğunun aksine, kendisi ile ilgili çözümsüzlüklere düşmektedir. Kişi sonuçta kendini bulur, ama bu arzu edilmeyen bir belâdır, yani onun bir sınavıdır. Bu sınavın sonunda onun hakikatinin iç yüzü ortaya çıkacaktır. Bu da bir yaşam güçsüzlüğünün göstergesidir. Varoluşçu edebiyatçı ve filozoflara göre, insanın kendisini bilmesi üstesinden gelinemeyecek bir durumdur. Bu nedenle de A. Camus, insanın kendini bilmesinin imkansız olduğunu ileri sürer. Hatta o verimsiz bir çabadır. Camus bu çabaları “kısır oyunlar” olarak niteler. Ancak felsefe yapmak önü alınamayan bir süreçtir. Bu süreç insanın kendini arayış sürecidir ve durma yoktur. Bu sürecin bitmesi felsefenin bitmesi demektir. J.J. Rousseau, insanın kendini tanımasını ayrı bir ilim dalı olarak niteler ve bunun önemini şöyle ifade eder: “İnsanların sahip oldukları bilgiler arasında en yararlı olmasına rağmen, en az sahip olunan bilgi insanın kendi hakkındaki bilgisidir. Delphes tapınağındaki “Kendini Tanı” yazıtının tek başına ahlâkçıların hacimli kitaplarından çok daha önemli ve güçlü bir temel bir kural içerdiğini söylemeye cesaret ediyorum.” Sartre göre, düşünme sürecinin önü alınamaz, uzayıp gider, bitmez tükenmezdir. Bu sürecin kendi içinde bir dinamizmi vardır ki insanın buna etkilemesi mümkün değildir. Varoluşun bir sonucu olarak, insan düşüncelerini kendisi sürdürür ve geliştirir. Düşünmek istemese de elinden bir şey gelmez ve düşünmeye devam eder. Felsefede insan düşünerek kainatın içinde kendisini konumlandırır. İnsanı kainatın dışında algılamak mümkün değildir. İnsanın kainat içindeki arayışları mutlak olana doğru bir yöneliştir. Bu yeniden değerlendirilmeye ve oluşturulmaya açık bir süreçtir. Açık ve dinamik bir süreçtir. İnsan ancak bu süreçte kendinin insan olduğunu bilir. Felsefede insanın kendini bilmesi süreci tamamen insan aklına ve insanın düşünmesine dayanılarak yürütülür. Bu süreçte manevi değerler işin içine girmez. Hatta insan manevi tarafının varlığını inkar edebilir. İnsanın yaşam sürecinde Tanrının yeri görmezlikten gelinir. Hatta Tanrı tamamen reddedilebilir. Ancak bu mutlak gerçeklerle bağdaşmaz. Çünkü felsefeciler istese de istemese de insanın maddi hayatının yanında bir de manevi hayatı vardır. İnsanın bu iki tarafı ile bir bütün oluşur. Bu nedenle insanı tek taraflı incelemek hem yetersiz hem de yanlış yollara götürür. Bu nedenle filozoflar, sırf akıl yürütme ile insanın özünü incelediklerinden yetersiz kalmışlardır. Birbirlerinden farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bu görüşlerin çoğu birbirleriyle çelişirler. İnsanlık, filozofların bu çelişkili yorumlarıyla hiçbir zaman mutlu ve sağlıklı bir yaşam sürecine kavuşmamıştır. Özellikle batı toplumlarında bu olumsuzluklar belirgin olarak ortadadır. Batı tarihi incelendiğinde bu gerçekler kolaylıkla tespit edilir. Buna mukabil İslam tasavvufu, insanın kendini bilmesini hem maddi hem de manevi taraftan ele aldığından, filozofların aksine, insanları ebedi mutluluğa götürecek reçeteler sunabilmişlerdir. İslam tasavvufunun görkemli olduğu yıllarda, İslam toplumlarının ne kadar rahat ve mutlu yaşadığına tarih şahitlik etmektedir.
İslam Mutasavvıfların Görüşleri Yunus Emre (ks) Yunus Emre'nin insanın kendini bilmesini en iyi anlatan şiiri şudur: İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır. Yunus'a göre insanın kendini bilmesinin en etkili yolu ilim sahibi olmaktır. İlim sahibi Allah Teâlâ'nın varlıklara ve olgulara koyduğu kanunları keşfeder. Bu kanunlar vasıtasıyla Allah Teâlâ'yı bilmek mümkün olur. O’nun kudret ve azameti idrak edilir. “Kendi nefsini bilen, Rabbini bilir” (Hadis) Ancak zahiri ve maddi bilgiler insan için yeterli değildir. Maddi bilgilerle manevi bilgilerin birlikte değerlendirilmesi gerekir. Çünkü olguların iki cephesi vardır. Bunlar zahiri cephe ile batını cephedir. Olguların zahiri cephesi, insanın maddi alemde gözlemlediği şeylerdir. Manevi cephesi ise insanın bu olgularla ilgili iç dünyasında gözlemlediği şeylerdir. Bu iki cephenin birleştirilmesi ile varlıklar ve olgular tam olarak algılanabilirler. Bu nedenle insan kendi iç dünyasını tanımazsa, tam bir ilim sahibi olması gerçekleşmez. Bu da Allah Teâlâ'nın tam olarak bilinmesini imkansız kılar. Okumaktan mânâ ne, kişi Hakk’ı bilmektir, Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir. Burada Yunus, okumanın, ilim sahibi olmanın amacının Hakk Teâlâ'yı bilmek olduğunu ifade ediyor. Eğer o sahip olduğu ilimle, okuduğu kitaplarla eğer Hakk’ı bilemezse, yaptığı boşa gitmiştir. Yunus bu beyti ile yaşamın özünün ne olduğunu anlatıyor. İnsanın yaşamının amacı Hakk’ı bilip O’nun istediği şekilde yaşamaktır. Buna yönelik olmayan her şey kuru bir emekten ibarettir. Yani insana hiçbir faydası olmayan bir çabadır. İşte insanları ebedi mutluluğa götürecek formülü Yunus, bu iki beyti ile ifade etmiştir. İlim, insanın hem gönlünü hem de dünya ve ahiret hayatını aydınlatmalıdır. Bu ise, insanın bildikleri ile amel etmesi ile mümkün olur. Bildikleri ile amel etmeyen kişi Kur'an'da “kitap yüklü merkebe” benzetilmiştir (Cuma, 62/5). Çünkü bildiklerine sadece hamallık yapmaktadır. İlim insanı Hakk’a, hakikate, takvaya, adalete, salih amellere sevk ediyorsa işe yarıyor demektir. Unutmayalım ki şeytan da ilim sahibiydi. Ancak onun ilmi kendisini takvaya, itaate sevk etmediği için hiç bir faydası olmadı ve lanetlendi. “Allah'ım! Fayda vermeyen ilimden, huşû duymayan kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve kabul edilmeyen duadan Sana sığınırım.” (Hadis) İmam Gazali (ks) bu konuda şunları söylüyor:
Mevlânâ (ks) Sufi düşünce geleneğinde insan, kendisinden önceki tüm varlık mertebelerini zatında toplayan bir varlık olarak kabul edilmiş ve bundan dolayı insana “mertebe-i câmiâ” (toplayıcı varlık mertebesi) denilmiştir. Mevlânâ'ya göre insan varlık aleminin meyvesi ve en kâmil üyesidir. Dolayısıyla Mevlânâ insanı, tüm varlığın bilgisini, ilahi isim ve sıfatların tamamını kendinde barındıran bir potansiyele sahip varlık olarak görüyor. Bu nedenle, böyle önemli bir makamda yaratılmış olan insanın kendini bilmesi önemlidir. İnsanın sahip olabileceği en değerli bilgi, kendi varlığının ve benliğinin hakikatini bilme irfanıdır. Dolayısıyla insanın kendi özünün bilgisine sahip olması en büyük bahtiyarlık, bilmemesi ise en büyük bahtsızlıktır. Mevlânâ'ya göre, insanın kendini bilmesi varlık dünyasında nasıl hareket edeceğinin bilgisidir. Bu bilgi hangi sosyal seviyede olursa olsun, her insan için zorunlu ve temel bir bilgedir. Kendi varlığının hakikatini ve özünü bilmeyi ihmal eden ve bu ihmalleri başka konulardaki araştırmalarını mazeret göstererek örtmeye çalışmak, bir kuşun uçmak yerine tutsak içinde bağlı kalması ve kanatlarını birer birer yolması gibidir. Mevlânâ'ya göre, kendini bilmeyen insanlar diğer birçok şeyin alimi olsalar da kendilerini ahmaklıktan kurtaramayacaklardır. Bu konuda Mevlânâ Hazretleri Mesnevi’sinde şöyle demektedir: “Düğümleri açmakla uğraşa uğraşa kocaldın. Başka birkaç düğümü de çözülmemiş sayıver. Boğazımızdaki asıl çözülmeyen düğüm şudur: Sen kendini bil bakalım, aşağılık bir adam mısın yoksa bir bahtiyar mısın? Adamsan bu müşkülü çöz. İnsan nefsine sahipsen, nefsini bu yolda sarf et. Tut ki a’yan ve arâzı bildin, ne çıkar. Asıl kendi haddini bil ki, bundan kaçıp kurtulmaya imkan yok.” Mevlânâ başka alanlardaki ilim ve hünerleri ile övünen, ancak kendi bilgisine aşina olmayan bilginleri şöyle kınamaktadır: “Zamanımızdaki bilginler kılı kırk yarıp, kendileri ile ilgili olmayan şeylere bütün teferruatı ile pek iyi vakıftırlar. Fakat kendilerine her şeyden daha yakın olanı, yani kendilerini bilmezler. Onlara her şeyden yakın olan bir şey vardır ki bu da onların benliğidir.” Mevlânâ'ya göre insanın kendini bilmesi, benliğini örten perdelerin arkasını gözlemlemesidir. Bunun için tüm bağlılıklarını terk ettiği zaman “kim ve ne olurum” sorusunun cevabını bulmasıdır. Böylece hakikaten kendini perdeleyen örtüleri kaldırarak, kendisinin ne olduğunu görebilmesidir. İnsanın bunu yapmasında birçok engel vardır. Sahip olduğu sosyal statü, zenginlik, kariyer ve sanat gibi. Bu durumu Mevlânâ Hazretleri Mesnevi’sinde şöyle dile getirir: “Nice bilgi, nice zekâ, nice anlayış vardır ki, kişiye bir gulyabani ve eşkıya kesilir.” Mevlânâ'ya göre kendini bilmenin amacı, insanı maddi varlığının kıskacından kurtarıp kendi öz benliğini keşfetmesidir. Çünkü bu öz, değişime tabii değildir. Bu durumu Mevlânâ şöyle ifade ediyor: “Ne mutlu o kişiye ki, kendi zatını tanıdı. Böylece ebedi emniyet sahasında bir köşk kurdu.” “Ey görünüşte zerre olan, Zuhâl yıldızını gör. Sen bir topal karıncasın, yürü (kendi içindeki) Süleyman'a bak. Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden, görüşten ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin.” Mevlânâ'ya göre insanın kendini bilmesi, insandaki her kötülüğü yapabilme potansiyeline sahip olan bir nefsinin olduğunu anlamasıdır. Bunu anlayan insan, toplumu düzeltmenin öncelikli adımı olarak, önce kendi nefsini ve ahlâkını düzeltmeye çalışır. Başkalarının kusurlarıyla meşgul olmak yerine, kendi kusurlarını düzeltmeye gayret eder. “Ey başkalarına ağlayan göz! Gel kısa bir müddet otur da kendin için ağla!” “Herkes önce kendi kusurunu görseydi, hâlini ıslah etmekten gaflet eder miydi? Halk kendinden gafildir. Bu yüzden birbirlerinin ayıbını söylerler. Ben kendi yüzümü göremem ey putperest! Ben senin yüzünü görürüm. Sen de benim yüzümü görürsün. Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, cümle halkın nurundan fazladır.” Sorunlarının çözümünü, kendi nefsinin istek ve arzularında aramalıdır. Bunların sebebini dışarıda zannetmek ve gidermeye çalışmak boşuna bir zahmettir. “O adam Firavun’a benzer, teni de Musa'ya. Böyle olduğu halde o, “Nerede düşman?” diye dışarıya koşmaktadır. Onun nefsi, ten evinde nazlı ve nâzeni bir şekilde nimetlerle beslenmektedir, kendisi de başkalarına kin güdüp elini ısırmaktadır.” “Nefsinin zehirleriyle hastalanmış, hastalığa tutulmuşsan eline ne alır, elini nereye atar, neye sahip olursan hastalığa alet olur, onu da berbat edersin! Eline mücevher alsan, taş olur, birini gönülden sevsen, düşmanlık ve savaş çıkar.” Kendini bilen insanın varlığının aslını yani Allah Teâlâ'yı bilmesi, “Bir” den zuhur eden çokluğun tekrar o “Bir” e dönmesi demektir. İnsan bu süreçte, her varlık gibi kendi aslında doğru yol alır. “Ey insan! Muhakkak sen, Rabbine doğru çabalayıp durmaktasın, nihayet O’na varacaksın.” (İnşikak, 84/6) “Bizler, Allah içiniz ve yine bizler O’na dönenleriz.” (Bakara, 2/156) “Muhakkak ki dönüş mutlaka Rabbinedir.” (Alak, 96/8) İnsanın kendini bilmesi bir yokluk bilgisidir. Zamandan ve mekandan münezzeh olan yokluk boyutunda kendi yaratılmış hakikatini (ayan-ı sabite) müşahede edince, Allah'ı da müşahede etmiş olur. “Allah insanı kendi sureti üzerine yaratmıştır.” (Hadis) Tüm varlık aleminde “mertebe-i câmiâ” konumunda olan insan, varoluşun gayesi olduğundan tıpkı bir tohumun, ağacın tüm bilgisini taşıması gibi varlık alemindeki her şeyin bilgisini ve nereye gideceğinin bilgisine sahiptir. Allah Teâlâ, çoklukta “Bir” liği, insan aracıyla seyreder. “Sende, senden başka bir “sen” gizli; (kendi varlığının hakikatte) ne olduğunu anlayan, gerçek varlığını görebilen kişiye kul olayım.” İşte kendini bilme, insanın kendi iç alemini keşfetmesidir. Yani insanın kendi varlığının derinliklerindeki ilahi varlığı temaşa etmesidir. Kemale ulaşan arif, ilahi varlığın kendi ruhunun en derin ve en merkezi yerinde mevcut olduğunu bilir ve hisseder. İnsan farkında olmasa da daima bu arayış içindedir. Ancak Rabbini bildiğinde huzura kavuşur. Bunun için insan kendi varlık sınırlarını aşarak bu irfana erişmelidir. Aksi halde kendinin sınırlı benliği içinde kalan insan bozulur ve tefessüh eder. Bu tıpkı şöyledir: “Meni, (kendi) benliğinde kaldıkça kokuşur, pis olur. Fakat cana ulaştımı aydınlık bir alem bulur.” İnsan içinde gizli bir hazine saklıdır. Bu gizli hazine insanın kendini bilmesi ile ortaya çıkar. Bu gizli hazine ilahi isimlerdir. “Allah Adem'e isimlerin hepsini öğretti.” (Bakara, 2/31) “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek için tüm mahlukatı yarattım.” (Kutsi hadis) “Ben yere göre sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım.” (Kutsi hadis) Mevlânâ, insanların kendi içine yönelmesini ve bu hazineyi görmesini teşvik eder. “Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.” “Lezzet dışarıdan gelmez, içten gelir. Bunu böyle bil.” “Ey oğul, canıma, başıma yemin ederim ki, senin benzerin yoktur. Aynaya bak kendini seyret. Senin görünen varlığının ötesinde bulunan kimdir? Oğul, sen, kendi yüzünü öp, kendi kulağına sır söyle. Kendi güzelliğini gör de kendi kendini öv, methet.” İşte bu insanın gönlüdür. İnsan kendini bilerek sonsuz bir gönlü olduğunu fark eder. Kişi, insanın kendi içinde yolculuk yaparak bu gönül mektebinde okur. Burada yazılanlara göre davranır. Böylece gönül aynası parladıkça, varlıktaki bütün güzellikler onda görünür. Böylece varlığın derinliklerindeki ilahi yüzü keşfeden insan Allah'ı gönlünde bulmuş olur. Gönül, “arş-ı ekber” dir. Arş bile o nuru ve azameti ile beraber Adem'i (yani kâmil insanı) görünce yerinden oynamıştı. Gönül öyle bir varlıktır ki, yedi gök gibi yedi yüz tanesini oraya koysan kaybolur gider. “Her bir güzel olan şeyin güzelliği gönülden gelir. Şu halde, gönül (güzelliği kendine ait olan) cevherdir, âlem ise (güzelliği kendine ait olmayıp gönül cevheri ile güzellik bulan) bir arazdır. Gönlün gölgesi (olan bu alem) nasıl olur da gönlün gayesi ve hedefe olur?” Gönül dış alemdeki varlıkların tümünü ihata edebilecek, içine alabilecek kadar geniştir. Bu nedenle kendini bilen her şeyi gönlünde bulur. Gönlündeki bilgi pınarına erişen kişinin gönlü, onun okulu, defteri ve kitabı olur. Osman Nuri Küçük, “Mevlânâ'ya Göre İnsanın Kendini Bilmesi” adlı makalesinde şunları ifade etmektedir: “Sonuç olarak şu değerlendirmeyi yapabiliriz: Mevlânâ'ya göre insanın kendi varlığına dair bilgisi zorunlu ve evrensel bir insani bilgidir. Hangi meslek ve statüde olursa olsun, bu bilme, insan şahsiyetinin yüzeysel düzeylerinin ötesindeki değişmez realitenin bilgisidir. Her insan, kişisel tecrübe ve iç arkeoloji yoluyla, zamansal ve mekansal değişime maruz kalmayan kendi “öz benlik” bilgisini inşa kapasitesine sahiptir. Kendini bilen, varlığındaki nefs potansiyelini farkına varır. Yaşamını içten gelen bir motivasyon ve enerji ile sürdürür. Varlığındaki gizli ilahi hazineyi farkına vararak, kendindeki meknûz ilahi esmayı adım adım keşfederek faal hale getirir. Böylece ilahi varlığın, kendi imkanî varlığının en derin ve en merkezi boyutunu teşkil ettiğini hisseder. Kendini bilen insan, aslından ayrı olduğunu farkına varır. Aslı ile bütünleşmek için cehd ve gayret gösterir. Vuslat ile yaşanan bütünleşme sayesinde itminan ve huzura erer. Tüm bu sürecin gerçekleştiği nazargâh-ı ilahînin kendi gönül kabesi olduğunu anlar ve gönlünü iyice imar etmeye ve arındırmaya koyulur.”
İbn Arabi (ks) İbn Arabi Hazretleri, Fütûhâtı Mekkiyye adlı kitabında, insanın kendini bilmesi ile ilgili olarak aşağıdaki görüşlerini ifade etmektedir. Ey dostum! Sen de, kendini bilmenin sana neler kazandıracağını iyi düşün! Kâinatın hakikatlerinden hangileri üzerinde bulunduğuna iyi bak! İnsan Hakk Teâlâ'nın isimleriyle ve o isimlerin karşılıklarıyla zuhur etmiştir. Hakk Teâlâ insana o isimleri nasıl tasarruf edeceği konusunda da bilgi vermiştir. Bu nedenle, Allah Teâlâ, Kendisine halife yapmak istediği insanın zuhuru ile zahir olmaktadır. Bu durum, halifelik konusunda hak ve adaletle adlandırılmıştır. Nitekim, Allah Teâlâ bununla ilgili olarak Davud aleyhisselâm'a şöyle buyurmuştur: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. Öyleyse insanlar arasında hak ve adaletle hükmet, hevaya (heves ve tutkuya) uyma; yoksa, bu, seni Allah yolundan saptırır” (Sâd, 38/26). Demek ki, hevaya tutkuya tabi olmakla bu halifelik makamından uzaklaştırılmaktadır. Oysaki sen bu halifelik makamı için biçilmiş bir kaftansın, halifelik de senin için tam uygundur ve bu hususta senin bir başka benzerin de yoktur. İnsanın âleme hükmetme özelliği vardır. Bu özellik insana Allah Teâlâ tarafından verilmiştir. Ancak bu hükmetme gücü insana sırf insan olduğu için verilmemiştir. Bu güç insanda bir imtihan vesilesidir. Âlemde ancak Hakk’ın sıfatı hükmeder. Dolayısıyla insana verilen bu hükmetme gücü onun bir şerefi değildir. Sadece bir sınamadır. Eğer bu güç ona bir şerefli olma özelliği olarak verilseydi, bu güç yarın ahirette kendisi ile birlikte kalırdı. Oysa ahirette insanın bir hükmetme gücü yoktur. İnsanı Allah Teâlâ, nefsinin arzularına uymaması konusunda uyarmaktadır. “…sakın heva ve hevesine tabi olma, tutkunun peşinden gitme; yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır” (Sad, 38/26). Bu ayette insan heva ve hevesine tabi olmaktan sakındırılmıştır. İnsanın bir şeyden alıkonulması, onun için bir sınamadır. Şereflendirmek ise bir serbestliktir. Ayrıca insanın hükmetmesinde adaletle davranması ve zulümden uzak durması istenmektedir. Allah Teâlâ’nın kendisine halife olarak seçtikleri insanlar Allah ehlidir. Buna mukabil, hükmetme gücünü ise müminler arasında hem saîd’lere (mutlulara) hem de şakî’lere (mutsuzlara) vermiştir. İnsanların bu her iki sınıfına da itaat etmesi gerekir. Bir hadis-i kutsi de şöyle buyurulmuştur: “Eğer onlar zulmederlerse bu sizin lehinize, onların ise aleyhinedir.” Bu şekilde insanlar bir imtihana tabi tutulmaktadırlar. Halife konumunda bulunan insan da, hareketlerinde daima bir sakınma halinde olmalıdır, gurura kapılmamalıdır. Bu gibi yanlışlar, insanı Kıyamet Günü pişman edebilir. Allah'ın emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmak kulluk görevidir. Bu kulluk görevi sadece insanlar ve cinler için söz konusudur. Çünkü melekler için yasaklardan sakınma diye bir şey söz konusu değildir. Onlar sadece kendilerine emredilen şeyleri yaparlar. Bu durum şu ayette belirtilmektedir: “Allah'a, kendilerine emrettiği şeylere karşı gelmezler ve emredildikleri şeyleri yaparlar” (Tahrim, 66/6). Melekler için “nehy edilme” gibi bir durum söz konusu değildir. Onların zati ibadetler için Kur'an'da şöyle buyurulmuştur: “Senin Rabbin yanındaki melekler gece ve gündüz Allah'ı tesbih ederler, onlar bu işten hiç usanmazlar” (Fussilet, 41/38). “Onlar gece ve gündüz Allah'ı tespih ederler ve bundan hiç bıkmazlar, hiç usanmazlar” (Enbiya, 21/20). Bu meleklerin zâti kulluğudur. Onların yaratılmalarındaki hakikat onlara bu özelliği vermiştir. Allah dışındaki bütün varlıklarda bu zâti kulluk devamlıdır. İnsan âlemin bütün hakikatlerinin bir özetidir. Bu nedenle bütün âlemin ibadetini kendi içinde toplamış olması gerekir. Bunu yapmış olması kendini bilmesi demektir. Eğer bunu yapmazsa kendini bilmemiş olur. Çünkü bu hakikatler zâti bir kulluktur. İnsan bu hakikatleri keşfen müşahede etmelidir. Bu keşfen müşahede insanın kendi içindeki hakikatleri bilmesi ile aynıdır. Ne zaman insan içindeki hakikatleri keşfen müşahede ederse, artık onun için Rabbinin kendisine emrettiği işlere karşı gelmesi mümkün değildir. O zaman bütün ibadetleri hakkıyla yerine getirir. Bütün davranış ve sözlerini Hakk’ın çizdiği sınırlar içinde gerçekleştirir. Bu onun için tam bir kulluktur. Böyle bir kul arif bir kuldur. Arif bütün benliği ile “Sübhanallah! diye zikrettiği zaman, bu tespihle bütün âlemin yaptığı şeyler ve yaptığı tespihler onun benliğinin cevherine bir gergef gibi işlenir. İşte böyle bir insan “arı duru bir kimse” ve “bütün âlemin dili” diye isimlendirilir. Bunun anlamı, eğer âlemde herhangi bir varlık Allah'a ibadet etmeyi bir an için bile bıraksa, o arif kul bu özelliği ile o varlığın yerine geçer, onun açık bıraktığı yeri doldurur. Bu arif olan kişinin âlemin naipliğini yapmasıdır. Arif bunun karşılığında, bütün alemin kullukla aldığı ödüllerin hepsini alarak ödüllendirilir. Ancak alemin bir an için bile olsa Allah'a ibadetten gafil olması düşünülemez. Çünkü gaflet ehli olmak sadece cinler ve insanlar için söz konusudur. Bütün bunlar insanın kendini bilmesinin ona neler kazandırdığını göstermektedir. Kainattaki hakikatlerin ne olduğunu, nasıl işlediğini insan ancak kendini bilmesi ile vakıf olabilmektedir.
Erzurumlu İbrahim Hakkı (ks) Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Marifetname adlı kitabında, insanın kendini bilmesi ile ilgili olarak şunları yazmaktadır. Nefsini bilen muhakkak Allah'ı da bilir. Nefsini bilenler ilim ve marifete vakıf olur. Nefsini bilen Allah'a yakın, mutlu; bilmeyen ise O’ndan uzak olur. Nefsini bilen Hakk’ı bilir, bilmeyen sapıklık içinde helâk olur. Nefsini bilen âlemin güzelliklerini de bilir. Bu fâni âleme önem vermez ve sonsuz kurtuluşa nail olur. Nefsini bilen fâzıldır, bilmeyen Hakk’tan gafildir. Cenab-ı Hakk Davud aleyhisselâma “Nefsini bil ki Beni bilesin” diye buyurmuş. Davud da, “Ya Rabbi! nefsimi nasıl bileyim ve Seni nice tanıyayım?” diye sormuş. Allah da ona, “Nefsinin aciz, zayıf ve fâni olduğunu bil ki, benim kuvvetli, kudretli ve bakî olduğumu bilesin ve ondan beni, benimle bulasın” diye cevap vermiş. Arif her şeyi hatta kendini terkedip, varlığının yükünden kurtulduğu zaman muhakkak gönül alemine girer. Bu kulun cismi dünyada, kalbi ahirete bağlıdır. Fakir ve zayıf olan nefis için orada büyük mülk ve sonsuz nimetler vardır. O, Allah'ın rahmet ve şefkatini, selâmını ve anlatılması imkansız ikram ve lütuflarını görür. “Dünyada muhakkak bir cennet vardır. Onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennet te “marifetullah” dır.” (Hadis) Hz. Ali (ra) buyurmuştur ki: “Ahirette cennet bulan kimseye şaşılmaz. Asıl, bu dünyada cenneti bulan kişiye şaşmalı ve yine bir kimsenin cennete girmekle övünmesine şaşmamalı, belki bu dünyada o kimsenin cennete girmesinden dolayı övünmesine şaşmalıdır.” Ahirete göçüp cennete giren kimse ölüm, hastalık derdinden, fakirlik ve zilletin acı ve kederinden kurtulduğu gibi, arifin kalbine giren kimse de korku ve elemden, dünyanın bütün mihnet ve güçlüklerinden kurtulur. Çünkü arifbillah, cennetin nimet ve lezzetlerine gömülmüş, sevinç ve izzet içindedir. Bugünkü Cenneti irfana dahil olsalar uşşak (aşıklar), Yarınki va’d olan huri veya gılmanı neylerler.
Yorum ve Eleştirileriniz için: oryanmh@gmail.com |
İnsanın Kendini Bilmesi |
Yayınlama Tarihi : 04.01.2022 |