Günümüzde  tasavvufu ve onun  güzelliklerini merak eden ve seven insan sayısı  dünyada gün geçtikçe  artmaktadır. Bunun yanı sıra, bu konuda  bazı yanlış düşünceler de  ortaya atılmaktadır. İnsanların bu yanlış düşüncelerin etkilerinde kalmamaları ve kendilerini gerçek tasavvufa yönlendirmeleri için, bu makalede, bize göre yanlış olan bazı düşünceler hakkında görüşlerimizi açıklamaya çalışacağız.

 

Diyorlar ki: İnsanlar ve bütün kainat Müslüman’ın gönlüne emanettir. Bu nedenle Müslümanlar bu emaneti sevgiyle kucaklamalıdır. İslam dini böyle bir insanı hedef alır. Dolayısıyla insanın bütün yaratılmışlarla kardeşliğini gerektirir. 

 

İslam açısından bakarsak, böyle bir emanet, ne Kur’an’da ne de sahih hadislerde  ne tanımlanmış ne de söz konusu edilmiştir. Böyle bir iddia tamamen asılsızdır.  İslam dininin hedefinin böyle bir anlayış olmadığı gibi Müslüman’ın bütün insanlarla kardeş olması da söz konusu değildir. Aşağıda, bu ifadelerimizi ayet ve hadislerle ispat etmeğe çalışacağız.

Emanet kavramı   Kur’an’daki çeşitli ayetlerde söz konusu edilmiştir. Bunlardan biri şudur:

Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. İnsan gerçekten (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) çok zalim ve çok cahildir.’ (Ahzâb suresi, ayet 72)

İnsana verilen emanet  bu ayette ifade edilmiştir. Bu emanetin ne olduğu da bir çok müfessir tarafında aşağıdaki gibi yorumlanmıştır.

İmam Gazali, ayetteki emanetin manasını, karşılığında sevap yahut ceza  tahakkuk eden ibadet ve farzlar olarak  yorumlamıştır. Kurtubî’ye göre, emanet bütün dini görevleri  içine alır. 

İsmail Hakkı Bursevî’ye göre emanet hainliğin zıddıdır. Bu ayetteki emanetten maksat , emanet edilen şeylerdir.  Bu emanetler de üç mertebeye ayrılır:

Birinci mertebe, şer’i yükümlülükler  ve gözetilen dini işlerdir. Bunlar emanet diye adlandırılmışlardır. Allah Teâlâ, onları mükelleflere emanet bırakmış, kendilerini bu iş için güvenli görmüş ve güzel bir şekilde itaat ve kulluk ederek söz konusu emanetlere sahip çıkmalarını farz kılmıştır. Bu emanetlerin başında akıl yer almaktadır. İnsan akıl sayesinde pek çok canlıdan  üstün tutulmuştur. Ardından tevhid, ahret gününe iman, namaz, zekat, oruç, hac, cihad, doğru sözlü olmak, fuzuli şeylerden dili korumak, emanet bırakılan  malları gözetmek, sözünde durmak, namusu korumak ve diğer şer’î sorumluluklar gelmektedir.

Emanetin ikinci mertebesi, muhabbet, aşk ve ilahi cazibe olup bunlar emanetin birinci mertebesinin meyvesi ve neticesidir.

Üçüncü mertebe ise, vasıtasız olarak feyz-i ilahidir. Bu feyz-i ilahi, vehbi olup kimse kendiliğinden elde edemez.

Hiç şüphesiz, Allah emaneti göklere, yere ve dağlara mecbur tutarak değil, onları gönüllü bırakarak arz etmiştir. Yoksa eğer onu onlara mecbur tutarak teklif etmiş olsaydı, onlar da onu üzerlerine almaktan kaçınmazlardı.

Ebussuûd  tefsirinde ise şöyle denilmektedir:  Bu ayetteki emanet, mükellefiyetlerdir.  Ayete göre bu mükellefiyetler, gözetilmesi gereken haklar olup yüce Allah, onları mükelleflere emanet  olarak tevdi etmiş; onların bu emanetleri  itaat ve inkiyad (boyun eğme)  göstererek güzel telakki etmelerini zorunlu kılmış ve haklarından hiçbir şey ihlal etmeksizin onları  hakkıyla  gözetip korumalarını emretmiştir.

Bu emaneti, bünyesinin zayıflığına ve güçsüzlüğüne  rağmen insan yüklenmiş ve üstlenmiştir. Çünkü yüklenme işi güçle değil, ancak gayretle olur. İnsan, Rabbine isyan ederek  zalim ve cahil olduğunu  ortaya koymuştur. Çünkü insan, emanete sahip çıkmamış, Hakk’ın gözetmesini ve akibetinin iç yüzünü kavrayamamıştır. Bunun sonucu olarak, Allah Teâlâ, emanetlere hıyanet eden ve itaatten bütünüyle ayrılan kimselere azap edecektir. Allah Teâlâ, emaneti teklif etmesiyle münafıkların münafıklığı, ortak koşanların şirki ortaya  çıkar ve böylece azabı hak ederler. Buna mukabil, emaneti gözeten ve hakkını veren mümin erkek ve mümin kadınların tövbelerini kabul buyuracak, kusurlarını bağışlayacak ve onların itaatlerinin karşılığı olarak kurtuluşa erdirecektir. 

Emanet kelimesi  iman kelimesi ile aynı köktendir. Bunu şöyle anlayabiliriz: Allah’ın emanetini koruyan kimsenin imanını da  Allah korur. Yani Allah’ın farz ibadetlerini eksiksiz yerine getirenlerin imanını Allah muhafaza eder. Bu da ibadetin, imanın korunması hususunda bir sigorta olduğunu gösterir.

Emanet konusunda  Peygamberimiz (sav)  şöyle buyurmuştur:

Emanete karşı titizlik göstermeyenlerin imanı yoktur. Sözünde durmayanın dini de yoktur.’ (Beyhakî, Sünenü’l – Kübra, 9/231)

‘Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler; verdiği sözü tutmaz; uhdesine verilen emanete hıyanet eder.’(Buharî, Kitabul - İman,33)

Çocuklar anne ve babaya teslim edilmiş emanetlerdir. Onlara iyi terbiye vermek ve dini doğru öğretmek zorundadır.

Hepiniz ayrı ayrı birer çobansınız, herkes sürüsünden sorumludur.(Müslim, Kitabul – İmare, 1829)

Emaneti korumak, mukarreb meleklerin, peygamberlerin sıfatı ve Allah korkusu taşıyan iyilerin huyudur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Hiç şüphesiz, Allah size emanetleri layık olanlara vermenizi emreder.(Nisa suresi, ayet 58)

Kardeşlik konusunda ise, ancak Müslümanların kardeş olduğu aşağıdaki ayetlerin hükmüyle sabittir:

‘Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.’ (Hucurat suresi, ayet 10)

‘Eğer tevbe ederler, namaz kılarlar, zekat verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar. Biz ayetleri, bilen bir kavme açıklarız.’ (Tevbe suresi, ayet 11)

Müslümanlar ancak birbirinin din kardeşidir. Bir Müslümanın başka bir inanca sahip olan bir kimseyle din kardeşi olması söz konusu değildir. Müslümanlar arasında kardeşlik hukuku geçerlidir. Müslümanlarla diğer inanç sahipleri arasında ise insanlık hukuku geçerlidir.Gerek kardeşlik ve gerekse insanlık hukukunun esasları , Kur’an  ayetleri ve  hadislerle kesin olarak tanımlanmıştır. Bu hukuka göre Müslümanların bütün insanları sevgi ile kucaklamaları  söz konusu değildir.

Bununla beraber, İslamiyetin gerek kardeşlik ve gerekse  insanlık hukuku, bugün dünyada geçerli olan sekürel hukuktan kat be kat üstündür. Çünkü bugünkü  sekürel hukukun temel fikri şudur: ‘Güçlü olan daima haklıdır.’ Bu hukuk anlayışının  geçerli olduğu dünyamızda  kavgalar, savaşlar ve terörizmin hakim olmasına şaşmamak gerekir. 

Peygamberimiz (sav)  Veda hutbesinde bu konuda şunları söylemektedir:

Mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman

Müslüman'ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler.

Bir Müslüman'a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat

malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.

Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in

çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana,

Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı

tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü

yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah

yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. Azası

kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın

kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi

suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine,

oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.

 

Diyorlar ki : Din maalesef sadece bir mükellefiyetler  mecmuası, emirler ve yasaklar zinciri olarak görülmüş ve gösterilmiştir. Yasaklarla hiçbir şey çözülmemiştir. Dinin, emir ve yasaklar zincirinin dışında bir muhabbet, sevgi müessesesi olduğunun bilinmesi ve bildirilmesi gereklidir.

Bu iddialar da tamamen yanlıştır. Dinin sadece emir ve yasaklar zinciri olduğu, hiçbir İslam alimi tarafından ifade edilmemiştir. İslam dininde  Allah’ın emir ve yasakları Kur’an ayetleri ve kudsi hadisler içinde ifade edilmektedir. Bu emir ve yasakların önem ve faydaları da gerek Peygamberimiz (sav) ve gerekse bir çok İslam alimi tarafından açıklanmıştır. Bu emir ve yasaklara  Müslümanların uymaları zorunludur. Bunlar dinin temel  direkleridir.

Gerek bireysel gerekse toplumsal hayatın sağlık ve mutluluk içinde geçebilmesi için  bu emir ve yasakların hepsine uyulması mecburidir. Ancak bu emir ve yasaklar uygulandığında, insan hem dünyada hem de ahrette  mutlu olabilir. Aksi halde her iki hayatta da hüsrana uğrar.

Bu yasaklarla hiçbir şey çözülmemiş demek  büyük bir gaflettir. Bunu ifade edenler İslam dinini kavrayamamıştır. İslam dinini ibadet ve itaat dışında şekillendirip, dini yalnız  muhabbet ve sevgiye indirgemek anlaşılır bir şey değildir ve bizim kanaatimize göre tamamen yanlıştır. Çünkü ibadet ve itaat  ayetlerle kesin olarak hüküm altına alınmıştır.

‘Ben cinleri ve insaları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.’(Zariyat suresi, ayet 56)

‘O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.’ (Mülk suresi, ayet 2)

Bu konuyla ilgili bazı hadisler:

‘Benim sünnetimi ihya eden beni sevmiş olur, beni sevenler de kıyamet günü cennette benimle birlikte olurlar.’ (Tirmizî, Kitabul-İlim, 2678)

‘Kim bana uyarsa cennete girecek; bana isyan edenler bana yüz çevirmiş demektir. Sünnetime uygun olarak yapılmayan her iş isyandır.’ ( Müslim, Kitabul-İmare, 1830)

İbadet kelimesinin manası, Allah’ın farzlarını yerine getirerek haramlarından kaçınmak  ve O’nun koyduğu sınırları aşmamaktır. İslam dininin temelinde ibadet vardır.

Allah’a ibadet etmek bütün iyiliklerin toplamıdır. Allah Teâlâ, Kur’an’ın bir çok ayetinde kullarını ibadete teşvik etmiştir. İnsanları nefislerinin karanlıklarından çıkarıp Allah’ı tanımanın aydınlığına kavuşmalarını istemiştir. Allah’tan sakınanlar için, içinde hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kimsenin hayalinden geçmemiş olan nimetlerin hazırlanmış olduğu cennete girebilsinler diye , Allah Teâlâ  peygamberler  göndererek insanları ibadete çağırmıştır.

 

Diyorlar ki: Küreselleşmeye ve evrenselleşmeye gidilen bu günde, öteki insanlarla bütünleşmek, kendimizdeki güzelliği onlara ve onlardaki güzelliği kendimize akıtabilmek için çaba sarf etmek durumundayız.  

Bu düşünceler İslam dini açısından kesinlikle kabul edilemez. Çünkü İslam dini en son gelen ve bütün insanlara hitap eden bir dindir ve kıyamete kadar da geçerli olarak  kalacaktır. Bunun aksini hiçbir Müslüman düşünemez.  Çünkü bunun aksini düşünmek insanı İslam dininden uzaklaştırır. Bu ise hem dünyada hem de ahrette hüsranlık demektir.

İslam dininin başka bir yerden herhangi bir güzellik almaya ihtiyacı yoktur. Çünkü İslam dini en mükemmel bir şekilde Allah Teâlâ tarafından en yüksek derecede  kemale erdirilerek  tamamlanmıştır. Artık onun üstünde bir güzellik ve kemalat yoktur. Aşağıdaki ayetler bu gerçeği gayet güzel ifade ediyorlar.

‘Şüphesiz Allah katında din İslam'dır.’ (Ali İmran Suresi, ayet 19)

‘Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim.’ (Maide suresi, ayet 3)

 ‘Göklerdeki ve yerdeki herkes ister istemez ona boyun eğmişken ve ona döndürülüp götürülecekken onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?’ Ali İmran suresi, ayet 83)

Bu din Kur’an ve kudsi hadislerle  tamamlanmıştır. Bu dine başka bir inanıştan  bir şey eklemek tamamen batıldır. Çünkü İslam dini  Allah tarafından ey yüksek kemal derecesine  ulaştırılmıştır.  Müslümanlar sadece kendi güzelliklerini başka inanç sahiplerine anlatırlar ve onların İslam’a girmeleri için  çaba gösterirler. Ama onların inançlarından alacakları hiçbir güzellik yoktur. Çünkü İslam dini dışındaki inançların hepsi bugün için ve kıyamete kadar batıldır ve geçersizdir.

Küreselleşme adına diğer inanışlara  göğüslerini açanlar İslam dininin dışına çıkmış olurlar. Bu da Müslüman için çok tehlikeli sonuçlar doğurur.   Bununla beraber. Dünyadaki diğer insanların ilim ve teknoloji gibi, insanlığın yararına hizmet edebilecek olan hususlarda , eğer İslami inanışlara ters düşmüyorsa, istifade edilebilir. Nitekim bu tarih boyunca yapılmıştır.  Nasıl ki, batılılar İslam alimlerinden matematik, astronomi, tıp, fizik, kimya ile ilgili buluşları almışlar ve kendilerine mal etmişlerse, Müslümanlar da batıdan ve doğudan  ilim ve teknoloji  ithal etmiştir.  Ancak bu alış veriş sadece maddi konularda olup , imanî ve inançlarla ilgili konularda değildir.

Avrupada ki 18. ve 19. asırdaki aydınlanma hareketinin oluşmasında, İslam alimlerinin eserlerinin Avrupada yayılması ve öğrenilmesi de etkili olmuştur. Düzlem ve küresel trigonometriler, Elbattânî (9. asır), Sâbit bin Kurre (9. asır) ve Bozcanlı Ebülvefa (940-998) tarafından icad edilmiş ve yine bunlar tarafından küresel astronomiye tatbik olunmuştur.  Bunların Avrupada tanınmasıyla  Kopernik, Galile gibi ilim adamları güneş sistemi hakkındaki modelleri üretebilmiştir. İbni Sina’nın tıp ile ilgili  çalışmaları Avrupa’da bir çok araştırmaya kaynak teşkil etmiştir. Batıda tıp doktorlarının yaptığı yeminde hala İbni Sina’nın adı geçer.  Bu örnekleri fizik, matematik vs. ile ilgili konularda da çoğaltabiliriz. Bunlarla ilgili bilim tarihi kitaplarında çok sayıda çalışmalar yayınlanmıştır.

7. Abbasi halifesi Me’mun zamanında  Bağdat’ta yaşamış olan Harzemli Mehmet bin Musa’nın , Kitabul Cebr vel Mukabele adlı  kitabı dünyada  400 yıl ders kitabı olarak okutulmuştur. Garp müellifleri, ‘hesap metodu’ anlamına gelen  ‘algoritma’ kelimesinin Alkhorizmus = Elharzemiyet den alındığını kabul ederler  (P. Tannery; la Grande Encyclopédie). Bu kitabın adına izafeten, Cebir kelimesi batı dillerinde  Algebra olarak telafuz edilmektedir. Fibonacci, Paccioli, Cardan, Tartaglia, Ferrari gibi İtalyan  matematikçileri  cebrin esasını  Harzemli’nin bu eserinin Latince tercümelerinden öğrendiklerini  itiraf ederler. Bütün bunlar, İslam medeniyetinin iftihar ettiği hususlardır.

Diyorlar ki : İnsan hayatın gayesidir. Allah bizim insan olmamızı istiyor. Biz de O’nu sevdiğimiz için , kendi kendimize uymuş ve kendi kendimizle  bütünleşmiş oluyoruz.

Bu düşüncelerin İslam dininde hiçbir yeri yoktur. İnsan niye hayatın gayesi olsun? Hayatın gayesi, insanın dünyada İslam dinine uygun şekilde yaşayarak  ahretini kazanmasıdır. Dünya hayatının başka bir amacı yoktur.  Ayrıca Allah’ın bizim insan olmamızı  istiyor diye ne bir ayet ne de bir hadis vardır. Biz zaten insan olarak yaratılmışız. Niye bizim insan olmamız istensin. İnsan ilk yaratılışında  İslam fıtratı (yaratılışı) üzerindedir.  Fakat sonradan  aile ve çevrenin etkisiyle başka inanışlara  yönelebiliyor. Eğer insan kendini tekrar İslam inancına yönlendiremezse ahret hayatı kendisi için hüsran olabilir. Bunlarla ilgili bir çok ayet ve hadis vardır.

Bir insanın Allah’ı sevdiği için kendisiyle bütünleşmesi ne demektir? Böyle bir şey ne İslam şeriatında ne de İslam tasavvufunda mevcuttur.  Bu türlü düşünceler  insanı itikadi bakımdan  yanlışlara götürebilir. Bu nedenle Müslümanlar bu konuda çok titiz olmalıdırlar.

 

Diyorlar ki : Bilgi sevgi ile irtibatlıdır. Özellikle tasavvufî bilgi, sevmenin ardından gelen bir bilgidir.

Bu düşüncelerin İslam tasavvufunda yeri yoktur. Marifet Allah’ı bilmektir. Marifet bâtının  hazinesidir. Bu bilgi hazinesini elde etmenin yolu, gerçek tasavvuf ehli olmaktır. Yalnız sevgi bunun için yeterli değildir.  Tasavvuf ehli olmak kolay bir şey değildir. Bunun için önce sağlam bir iman, sonra İslami ilim ve amel gerekir. İslam şeriatına uymayan ve onunla amel etmeyen  kişi tasavvuf ehli olamaz.

Allah sevgisi ve aşkının kalpte oluşması için, önce kalbin iman, ilim ve amellerle temiz hale gelmesi gerekir. Farz ibadetleri kalbi nurlandırır ve nafile ibadetler de insanı Allah’a yaklaştırır. Bunlar olmadan kalpte Allah sevgisi ve aşkı  oluşmaz. Bunun aksini iddia edenler kendilerini aldatırlar. Tarih boyunca Allah sevgisi ve aşkını dile getiren İslam mutasavvıflarının hayatlarını incelersek, onların  iman, ibadet ve ilim konusunda ne kadar titiz ve gayretli olduklarını görürüz. Yunus, Mevlana, Niyazi Mısri,Ahmet Yesevi ve diğerleri yaşamlarında,  İslam şeriatını ve Peygamberimizin (sav) sünnetlerini noksansız olarak yerine getirmişlerdir. Bu yaşam tarzları sonucunda kalplerinde ilahi ilhamlar tecelli etmiş ve onlarda bu ilhamları  şiirlerle dışarı vurmuşlardır.

Tasavvufa merak edip, onun güzelliklerine imrenen insanlar bu mutasavvıfların hayatlarını iyice incelemelidirler ve eğer tasavvufu yaşamak istiyorlarsa onların takip ettiği yolları uygulamalıdırlar.

 

Diyorlar ki : Allah’ın bizi dünyaya göndermesindeki murad, kulluğumuzu görmek ve bilmek değildir. Kullarının kendisini idrak etmesidir.

Bu düşünce İslam dininin tamamen ret ettiği bir şeydir. Allah Teâlâ, şu ayette açıkça insanları niçin yarattığını söylüyor:

‘Ben cinleri ve insaları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.’ (Zariyat suresi, ayet 56)

Daha önceki makalelerimizde  dile getirdiğimiz gibi, Allah Teâlâ , bir gizli hazine idim, bilinmekliği murad ettim o nedenle kainatı yarattım  diyor.Muhakkak ki  Allah Teâlâ, kendisinin bilinmesi için kainatı yaratıyor. Ama Allah bilgisi yarattığı insanlarda nasıl oluşacak. Yani insanlar nasıl marifet ehli olacaklar. Bunun yolu tasavvuf ehli olmaktır. Ancak tasavvuf ehli olmak için de  Allah’a kulluk, ibadet ve itaat gerekiyor. Bütün bunlar daha önce yayınladığımız makalelerde teferruatıyla anlatıldığı için burada tekrarlamak istemiyoruz. Okuyucularımızın eski makalelere bakarak bu konuda bilgi sahibi olabilirler.

 

Diyorlar ki : Hz. İnsan’ın Hz. İnsan olarak idrak edilmesi ancak aşk ile mümkündür.

Hz. İnsan kavramı yanlış kullanılan bir kavramdır. Zaten tasavvufta da böyle bir kavram  geçmemektedir. Ne İbn Arabi’nin eserlerinde ne de İmam Rabbani’nin eserlerinde böyle bir terime rastlanmaz. Hazret sıfatı ancak belirli özel kişiler için kullanılır, Hz.Muhammed (sav), Hz. Ebubekir (ra) gibi. Burada kullanılan insan kelimesi cins isimdir. Cins isimlerin başına Hazret sıfatı getirilmez. Eğer Hz. İnsan terimi ile İnsan-ı Kamil kastediliyorsa, bu da belirli bir şahıs olmadığından, bunun içinde Hazret sıfatı kullanılmaz.  Onun için Hz. İnsan-ı Kamil diye kullanış şekli tasavvufta yoktur.

İnsan-ı Kamil hakkında  Tasavvufta İnsan  adlı makalemizde  teferruatlı bilgi verdik. İnsan-ı Kamil ancak aşk ile idrak edilebilir diye bir iddia dayanaksızdır. İnsan-ı Kamil’in nasıl bir insan olduğu kitaplarda anlatılır. Onun vasıfları ve özellikleri belirlidir. Ancak onun manevi dünyası dışarıdan belli olmaz ve onu herkes anlayamaz. İnsan-ı Kamil ancak, manevi bakımından belli merhaleleri kat etmiş  tasavvuf ehilleri tarafından  tanınabilir. Bu da yalnız aşk ile mümkün değildir.  Tasavvuf ehli olmak için  uzun meşakkatli yollar kat edilir. Bu yollardaki esaslar yalnız aşktan ibaret olmayıp, birçok şer’i ilim ve amelleri ihtiva eder. Bunlar için daha önce yayınladığımız makalelere bakılmasını tavsiye ederiz.

 

Diyorlar ki : Tasavvuf zaten bizatihi konusu adeta sohbet ve muhabbet olan bir kurumdur.

Bu düşünce, tasavvufu sadece sohbet ve muhabbete indirgemektir. Bu tamamen yanlıştır. Tasavvuf, insanın Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmasıdır. Bunun için de, çeşitli aşamaların geçilmesi ve çeşitli riyazat ve gayretlerin yapılması gerekir. Yoksa yalnız sohbet ederek tasavvuf ehli olunmaz. Yalnız sohbet dinleyerek insan sadece tasavvufu sevebilir, ama  bu tasavvuf ehli olmak için yeterli değildir. Bu nedenle, tasavvufu yalnız bir sohbet ve muhabbet kurumu olarak görmek yanlıştır. Yalnız sohbetle tasavvuf ehli olan birisine de tarihte rastlanmamıştır.

Sohbet ve muhabbet, tasavvuf ehillerinin (sufilerin) bir eylemidir. Ancak bu tek başına yeterli olan ve tek başına amaç olması gereken bir şey değildir.

 

Sonuç

Günümüzde tasavvufa meraklı olan ve  tasavvufun anlatılan güzelliklerini seven insan sayısı  bütün dünyada gittikçe artmaktadır. Ancak bu güzelliklere ulaşmak ve onları yaşamak  için yalnız sevmek yeterli değildir. Bunun için meşakkatli yolların aşılması ve gayretle atılması gereken adımlar vardır. Bunların ne olduğunu daha önceki makalelerimizde detaylı bir şekilde anlattık. Tasavvuf sevenlerin bu makaleleri  hakkıyla inceleyerek kendilerini  yönlendirmelerini tavsiye ederiz. Bugün bilinen meşhur mutasavvıfların, Mevlana, İbn Arabi, Yunus gibi, hayatlarını çok iyi incelemek ve onlar gibi hareket etmeye çalışılmalıdır.  Tasavvuf ehli olan insanları sevmek bile  insan için bir kazaçtır. Bu konuda  Allah Dostlarının müjdeleri vardır. Bu müjdeler de tasavvufun güzelliklerindendir. Bu konuda başarı ancak Allah’ın nasip etmesiyle mümkündür.

 

Makalenin hazırlanmasında faydalanılan eserler:

A History of Science’, G. Sarton, Harvard University Press, Cambrige, 1952

Ariflerin Halleri’, İmam Rabbani, Sufi Kitap, İstanbul, 2006

Ebussuûd Tefsiri’, Şeyhülislam Ebussuûd Efendi, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2007

Fîhi Mâfih’, Mevlana, Devlet Kitapları, İstanbul, 1974

Fütûhat-ı Mekkiyye’, İbn Arabi, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2012

Kalplerin Keşfi’, İmam Gazali, Çelik Yayınevi, İstanbul 2012

Manevi Yolculuk’, İmam Rabbani, Sufi Kitap, İstanbul, 2006

‘Matematiğin Tarih ve Tekâmülüne Bir Bakış’, Hâmit Dilgan, İTÜ Kütüphanesi, Sayı 329

Ruh’ulbeyan’, İsmail Hakkı Bursevi, Damla Yayınevi, İstanbul, 2010

 

Makale hakkında yorum ve eleştirileriniz için :   yorum@ilimvetasavvuf.com

 

Anasayfa         Makaleler

 

İNSAN  KONUSUNDA  

BAZI  BATIL  YAKLAŞIMLAR

Yayınlama  Tarihi :   30.07.2015