Asıl adı Ahmet Takiyüddin Ebu’l - Abbas olup ailesine nispetle “İbni Teymiyye” diye anılır. İbni Teymiyye Harran'da doğmuş, Mogolların Harran’ı işgalinden sonra yedi yaşında iken ailesi ile Şam'a hicret etmiş ve orada m. 1328 yılında vefat etmiştir. Babası bir hadis alimi olup Şam'daki Mescid-i Emevi’ de hadis dersleri vermiştir. Babası öldükten sonra İbni Teymiyye 21 yaşında babasının kürsüsünde ders vermeye başlamıştır. İbni Teymiyye önce hafız olmuş, sonra da babasından hadis ilmi tahsil etmiştir. Ayrıca diğer hocalardan fıkıh, tefsir, akaid, kelam ve Arapça derslerini okumuştur.

İslam'ın erken asırlarında başlayan müteşabih (birbirine benzer) ayetler ve Allah Teâlâ'nın sıfatları ile ilgili tartışmalar zamanla mezhepleşmelere neden olmuş ve kurumsal bir statü kazanmıştır. Bu statü zamanımıza kadar devam etmiştir. Ancak Ehl-i Sünnet akidesini benimseyen kelam alimlerinin gayretleri ile canlılığını yitiren kelami münakaşalar, İbni Teymiyye'nin Allah Teâlâ'nın zatı ile ilgili ileri sürdüğü görüşlerin etkisi ile tekrar alevlenmiştir. İbni Teymiyye kendisi gibi inanmayan ve düşünmeyenleri “Ehl-i Zeyg” (Yanılanlar) olarak isimlendirmiştir. Allah'ın zatı ile ilgili konularda Sufi, Mutezile, Eş'ari kelamcıları ve filozofları sert ifadelerle tenkit etmiştir.

İbni Teymiyye ve talebesi İbni Kayyum el-Cevziyye, Şam bölgesinde selefilik akımını tekrar canlandırmışlar ve böylece Ehl-i Hadis ekolünü sistematik bir selefiliğe dönüştürmüşlerdir. Böylece selefiyye düşüncesi, kavramsal içeriğini ilk olarak İbni Teymiyye ve takipçileri vasıtasıyla kavuşmuştur. İbni Teymiyye bu hareketi pasif, salt tepkici ve reddiyecilikten çıkarıp, aksiyoner ve aktif hale getirmiştir.

İbni Teymiyye Hanbeli mezhebine bağlı olduğunu söyler ve Eş'ari mezhebini sevmez. Çünkü el Eş’âri sünnete sarılmakla birlikte akaid konularındaki görüşlerini ispatı için re’y (fikir)’e başvurmaktaydı. Bu bakımdan Sünniler ile birleşiyordu. Ancak Eş’ârilerin bazı yöntemleri Hanbeli’lerin usulüne uymuyordu. Bu nedenle bir kısım Hanbeliler ile Eş'ari mensupları arasında şiddetli çatışmalar olmuştur.

İbni Teymiyye dört mezhebin hiçbirine tam bağlı olmamıştır. Kendisine has bir mezhep ve anlayış oluşturmaya çalışmıştır. Oysa Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mezhepleri olan bu dört mezhep, Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhepleri, İslam'ın üç asır boyunca İslam alimlerince incelenerek elde edilen itikadi ve ameli konularda süzülmüş bir bilgi birikimidir. Dolayısıyla bu mezheplerle İslam bütün meselelerine çözüm üretebilmiştir. Bu nedenle bugüne kadar bu dört mezhebin dışında devamlı yaşayan bir Ehl-i Sünnet mezhebi daha ortaya çıkmamıştır.

İbni Teymiyye kendisine has bir anlayış geliştirmek isteyince zorunlu olarak Ehl-i Sünnet çizgisinin dışına çıkmak zorunda kalmıştır. Mücessime (cisimleştirme) ve  müşebbihe (benzetme) gibi sapık ve batıl görüşlerin içine düşmüştür. Bu onun diğerlerinden farklı olma isteğinin bir sonucudur. Buna bir de mizaç olarak hiddetli ve öfkeli olması eklenince, bazı konularda aşırılığa kaçması ve eleştirileri dikkate almaması gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır.

İbni Teymiyye hakkında Zehebi şöyle söylemektedir: “Ben İbni Teymiyye'nin masum olduğuna inanmıyorum. Bir kısım aslî ve fer’i meselelerde ona muhalifim. O, münakaşalar da hiddetli, öfkeli ve hasımlarına karşı çok şiddetli davranışı sebebiyle gönüllerde kendisine karşı düşmanlık meydana getirmektedir.”

İbni Teymiyye zaman zaman devlet adamlarının ve kadıların katıldıkları meclislerde muhakeme edilmiştir. Ehl-i Sünnet akidesine ve icmaya aykırı bazı fetvaları nedeniyle birkaç defa hapis cezasına çarptırılmıştır. Ancak Şam'da Mogol’lara  karşı kahramanca savaşmasından dolayı halk tarafından sevilmesine ve takdir görmesine neden olmuştur.

İbni Teymiyye’nin itikadi görüşleri İslam düşünce tarihinde derin izler bırakmıştır. Bugün bile İslami anlayışlar üzerinde etkili olmaktadır. Onun görüşlerini esas alanlar ve verdiği fetvaların doğru olduğunu düşünenler, tehdit ettiği Maturidi ve Eş'ari mezhebinin mensuplarını ehl-i zeyg olarak nitelemektedirler. Ehl-i Sünnet alimleri tarafından görüşleri tenkit edilen İbni Teymiyye, hakkında yazılan reddiyelerin etkisiyle zamanla itibarını kaybetmiştir. Ancak onun görüşleri Vehhabilik hareketi ile 1738   yılında itibaren tekrar ortaya çıkmıştır.

 

İbni Teymiyye’nin Metodu

İbni Teymiyye ele aldığı bir meseleyi incelerken, onun doğruluğunu ortaya koymak için önce Kuran'a müracaat eder. Eğer o konuda Kuran'da bir ayet bulamazsa, hadis ve sünnete müracaat eder. Ancak hadislerin doğruluğu konusunda seçici davranmıştır. Birçok fıkıh imamının kabul ettiği re’yi kabul etmez. Kuran ve sünnetin dışına çıkan her hareketi sapkın bid’atlar olarak niteler.  Kuran'ı selef alimlerinin görüşleri çerçevesinde tefsir ettiğini iddia etmektedir. Ona göre dini hakikatin tek kaynağı Kuran, hadis ve onlar üzerine sahabenin ve onlara tabi olanların yaptıkları yorumlardır. İcma ile, yani Peygamberin arkadaşlarının uzlaşması ile pekiştirilen yorumların asla yanlış olamayacağını düşünmektedir. Bu nedenle Gazali sonrası anti rasyonalist (akıl dışılığı) akımını desteklemiştir.

Ona göre, “sahih nakil sarih akıllı çatışmaz”. Eğer ortada bir problem varsa bunun ya nakledilenin sıhhatinden ya da sarih akıl tarafından bilinmemiş olmasından kaynaklandığını ileri sürer.

İbni Teymiyye mezhebini “münezzihe/tenzih eden” olarak isimlendirir.  “Münezzihe” meşrebinin seleften tevarüs (mirasa konma) ettiğini iddia ederek şunu söyler:

“Selefin itikatta mezhebi, sıfatları  ret etme ile,  Allah Teâlâ'yı insanlara benzetme arasında orta yoldur. Onlar Cenab-ı Hakk'ın zatını yaratılmışlara benzetmedikleri gibi sıfatlarını da onların sıfatlarına benzetmemişlerdir.”

İbni Teymiyye ve onun talebesi İbni Kayyum savunduğu görüşlerini, Selef-i Salihin dönemindeki görüşlere benzetmeye çalışmışlar ve dolayısıyla kendilerine göre doğru gördükleri her meseleyi selefe atfederek Müslümanların kafalarını karıştırmışlardır. Kitaplarında da görüş karışıklıklarına rastlanmaktadır. Kitaplarının başında iddia ettiği şeye ortada itiraz ettikleri, sonunda ise bambaşka şeyler söyledikleri çok sık rastlanır. Örneğin Cenabı Hakk'ın isim ve sıfatlarını inkar edenlerle, onları yaratılmışların sıfatlarına benzeten mücessime ve müşebbihe meşrebi taraftarlarını, Allah'ın ayetlerini  tahrif etmekle itham eden İbni Teymiye, eserlerinde Allah'a mekan isnat ederek inkar ettiği tecsim inanışını  savunmuştur.  Kuran'da, sünnette, Arap dilinde mecazın olmadığını iddia etmiş ve selefin hiç tevil yapmadığı gibi hezeyanlar ortaya atmıştır. Bu nedenle Ehl-i Sünnet İslam alimleri kendisini çok sayıda sert reddiyeler de bulunmuştur. İbni Teymiyye bu çarpık fikirleri yüzünden hayatı sürgünde ve hapislerde geçmiştir.

 

İbni Teymiyye’nin Görüşleri

Tevhid anlayışı

İbni Teymiyye’ye göre, tevhid akidesini (Allah Teâlâ'nın Zat, Sıfat ve Fiillerinde “tek” oluşu)  Kuran ve sünnette var olduğu şekilde anlayanlar yalnız selef alimleridir.  Bu nedenle imani konularda da onların görüşleri benimsenmelidir iddiasında bulunmuştur. Ona göre selefi akidenin temeli şu ayetlerdedir:

Allah kendisinden başka ilah olmayandır. Diridir, Kayyumdur.” (Bakara, 2/255)

De ki: O Allah birdir. Bütün varlıklar ona muhtaç, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir. Ne doğurdu ne de doğruldu.  Hiçbir şey onun dengi değildir.” (İhlas, 112/ 1-4)

 Bu nedenle, selefinin, Allah'a onu kendisini tavsif ettiği şekilde iman ettiğini söyler.

Allah’ın Sıfatları

İbni Teymiyye, Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarının inkar edenlerle, onları yaratılmışların sıfatlarına benzeten mücessime ve müşebbihe görüşlerini “Allah'ın ayetlerini tahrif etmekle” itham etmiştir. Ancak Allah Teâlâ'ya mekan isnat ederek inkar ettiği tecsim inancını savunmuştur.

O, Allah Teâlâ'yı Kuran ve sünnette ifade edildiği  şekilde vasıflandırdığını, bu noktada herhangi bir değişiklik ve inkar içinde olmadıklarını ifade eder. Ayrıca sıfatların keyfiyetini açıklama ve insanların sıfatlarını benzetme yoluna da sapmadıklarını söylemektedir.

Allah Arş ve Semanın üzerinde mi?

İbni Teymiyye'nin eserlerinde açık bir şekilde müşebbihenin ve mücessimenin  etkisi hissedilmektedir. Ona göre aşağıdaki ayetler, Allah'ın mekânsal olarak arş ve semanın üzerinde olduğunu göstermektedir:

“ Güzel sözler ancak O’na yükselir.” (Fatır, 35/10)

Ey İsa! Şüphesiz seni kabz edecek ve kendime yükselteceğim.” (Al-i İmran, 3/ 55)

Göktekinin size yere geçirivermesinden  emin mi oldunuz.” (Mülk, 67/16)

Allah İsa'yı kendisine yükseltmiştir.” (Nisa, 4/58)

Rahman, arşa istiva etmiştir.” (Taha, 20/5)

Ayrıca şu hadisin de açık bir şekilde Cenab-ı Hakk'ın semada bulunduğunu ifade ettiğini iddia eder:

Rabbimiz gecenin üçte biri kaldığında, keyfiyeti bize meçhul bir halde, her gece dünya semasına inerek buyurur ki: “Bana kim dua eder ki duasına icabet edeyim, kim bir şey ister ki ona dilediğini vereyim, kim de affını talep eder ki onu mağfiret edeyim.”

İbni Teymiyye’ye göre Selef-i Salihin’den hiç kimse, Allah'ın semada olduğuna itiraz etmemiştir. Kuran'da, sünnette, sahabe, tabiin ve sonraki dönemlerde yaşayan müçtehit imamların bu gerçeğe aykırı tek bir ifadeleri mevcut değildir.

Allah’ın eli ve yüzü ne demektir?

İbni Teymiyye Allah'ın eli, yüzü ve gözü olduğunu iddia eder. Onun bu görüşü Ehl-i Sünnet kelamcıları tarafından Allah'ın insana benzetilmesi olarak telâkki edilmiştir. Bu görüşü ise İbni Teymiyye, Allah'ın ezeli sıfatlarının ret edilmesi olarak değerlendirmiştir. Allah Teâlâ'yı yaratılmışlara benzetmekten tenzih edebilmek için müteşabih ayetleri tevil eden kelamcıları Yahudilerden daha tehlikeli görmüştür.

İbni Teymiyye, müşebbihe ve mücessimeyi sapıklık olarak itham etmesine karşılık, Allah Teâl'nın semada arş üzerinde oturduğunu söyleyerek Ehl-i Sünnet kelamcılarından ayrılır ve eleştirdiği mücessime ile aynı inancı paylaşır.  Allah Teâlâ'ya isnat ettiği el ve yüz gibi uzuvların keyfiyetlerinin insanlar tarafından bilinmediklerini söylese de bu kendisini teşbihlik (benzetme) den kurtarmaz. Çünkü müşebbihe ekolü de delillerinde  Cenab-ı Hakk’a isnat ettikleri uzuvların keyfiyetini bilmediklerini söylemektedirler.

Müteşabih (birbirine benzer) ayetleri zahiri anlamlarıyla tefsir eden İbni Teymiyye, benimsediği tefsir usulünün  selefe ait olduğunu  söylemesi boş bir iddiadır. Çünkü Malik bin Enes, Ahmet bin Hanbel gibi selef alimleri Allah Teâlâ'nın yaratılmışlardan hiçbirine benzemediğini söylemektedir ve bu konuda son derece tavizsizdirler. Örneğin Muhammed bin Abdülkerim eş Şehristanî,  “el Milel ve’n Nihale” adlı eserinde bunu şöyle dile getirmektedir:

“Bir kişi, “Ey İblis! Ellerimle (kudretimle) yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoyuyordu?” (Sad, 38/75) ayetini okurken elini hareket ettirse ve bu hareketiyle Allah Teâlâ'nın elinin olduğunu ima etse o adamın elini kesmek gerekir.”

Selef, Allah Teâlâ'nın kudretine işaret eden “el” kelimesi okunduğu sırada okuyucunun parmaklarını oynatmasına dahi kabul etmezken, Cenab-ı Hakk’a el, ayak gibi uzuvları isnat eden İbni Teymiyye ile aynı esasları kabul ettiğini söylemesi gerçekten büyük bir çelişkidir.

İbni Teymiyye tefsirlerde, sahabenin sıfatlarla ilgili ayet ve hadislerin zahiri anlamlarının dışında bir mana ile tevil ettiklerini görmediğini iddia etmektedir. Bu iddia da tamamen yanlıştır. Örneğin Taberi,  Ayet el Kürsi'deki “ O’nun kürsüsü (ilmi) bütün yerleri ve gökleri kaplayıp kuşatmıştır.” (Bakara, 2/255) ifadesini tefsir ederken, İbni Abbas'a dayanan bir rivayete göre, kürsü kelimesini ilim olarak tevil etmektedir. Oysa İbni Teymiyye kürsü kelimesini - haşa- Allah Teâlâ'nın üzerinde oturduğu bir mekan olarak anlamaktadır.

Allah’ın semaya inmesi (nüzul)

Ehl-i Sünnet kelamcıları Allah Teâlâ'yı  “yüksek bir yerden daha alçak bir yere intikal etmek” anlamına gelen nüzul kelimesini zahiri anlamıyla  ilişkilendirmekten  sakınmışlardır. Çünkü insanlarda görülen hareket gibi fiillerin Cenab-ı Hakk’a isnat edilmesi Kuran ve sünnete aykırıdır. Çünkü ayetler O’nun insanlara benzetilmesini açıkça nefyetmişlerdir.

O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (İhlas, 112/4)

Buna göre nüzul kelimesine zahiri anlamı verilecek olsa Kuran ile çelişecektir. Bu nedenle bu kelime mecazi olarak anlaşılmalıdır. “Nüzul” kelimesinin  zahiri ve mecazi olarak 5 farklı anlamı vardır. Bu anlamların hepsi Kuran'da ve Arap dilinde kullanılmaktadır. Ancak hadis bağlamında bu kelimenin en uygun anlamı  “Allah Teâlâ'nın rahmetinin kullarına yönelmesidir”

Nüzul kelimesinin zahiri anlamda anlaşılması coğrafi gerçeklerle de  çelişmektedir. Çünkü bir bölgede zaman gecenin son üçte birisine ulaştığında, başka bir yerde gündüz vaktidir. Bu durumda İbni Teymiyye istiva ve semada bulunma kelimelerinin zahiri anlamlarda kabul ederse, Allah Teâlâ'ya hangi bölgeyi tahsis etmektedir. Ayet ve hadislerde böyle bir bölge söz konusu olmadığından, İbni Teymiyye’nin  iddiası tamamen saçma ve gerçek dışıdır.

Mecaz ve hakikat anlayışı

İbni Teymiyye, Ehl-i Sünnet kelamcılarının müteşabih ayetleri ve hadisleri mecazi anlamlarıyla tefsir ettiklerini sert bir dille tenkit etmektedir. Fakat Kuran ve hadislerde adı geçen Cennet nimetleri tamamen mecazi anlamdadır. Çünkü Cennet nimetleri dünyadakilere benzeseler de onların aynıları değildir (Bakara, 2/25).

Ehl-i Sünnet İslam alimleri yazlıkları tefsirlerde Cenab-ı Hakk'ın zat ve sıfatlarından bahseden ayetleri mecaz anlamları çerçevesinde anlamışlardır. Buna göre “istiva” kelimesini “kurulmak, galebe çalmak, güç sahibi olmak”, “yüz” (vech)’e Zat,  “el” e güç, kuvvet, “gelmeye” Allah Teâlâ'nın emrinin gelmesi, “semada / üste olmaya” derece ve mekan itibariyle yüksekte bulunmak gibi anlamlar verilmiştir.

Mecaz, Kuran'ın anlaşılmasında o derece önemsenmiştir ki, alimler “Eğer mecaz Kuran'dan gitmiş olsaydı, o’nun güzellik ve icazının  yarısı da kaybolurdu.” Demişlerdir.

İbni Teymiyye iddia ettiği gibi, sahabe sıfatlar hususunda sessiz kalmış ve müteşabih ayetlere mecazi mana verilemeyeceğine dair bir kanaat belirtmemişlerdir. Onlar müteşabih ayetlerin anlamlarını Allah Teâlâ'ya havale etmişlerdir. İbni Teymiyye gibi müteşabihatı zahir anlamda alıp Cenab-ı Hakk’a cihet (yön) isnat etme yoluna  sapmamışlardır.

Tefviz ve Tevil

Selef-i Salihin, müteşabih ayetlerinin manalarını Allah Teâlâ'ya havale etmek anlamına gelen “tefviz” usulünü kullanmıştır. Bunu yaparken ayetlere, insanın uzuv ve hareketlerinin karşılığı olan zahir anlamları vermekten şiddetle kaçınmışlardır. Onlar müteşabih ayetler ile alakalı derin tefsirlere de girmemişlerdir.

Ancak ileriki zamanlarda ortaya atılan şüpheler karşısında Müslümanların doğru yolda kalabilmeleri için, sonraki dönem İslam alimleri sıfatlar ve müteşabihat ile alakalı rivayetleri Arap dili ve edebiyatının izin verdiği çerçevede tevil ederek, Allah Teâlâ'nın bunlarla neyi murat ettiğini ortaya çıkarmaya çalışmışlardır.

İbni Teymiyye tefviz ve tevil yolunu reddetmiş, buna mukabil müteşabihatı zahiri anlamları çerçevesinde anlamıştır. Böylece mücessimeye yakın durmuştur. Onun bu anlayışında birçok çelişkiler vardır. Çünkü iddiasını desteklemek için kullandığı Kuran delilleri selef alimler tarafından tefviz ve halef alimleri tarafından tevil usulü ile anlaşılmıştır.

İbni Teymiyye tecsim (cisimlendirme) akidesini minber ve kürsülerdeki konuşmalarında savunmuştur. İbni Battuta gezdiği ülkelerdeki gördüklerini anlatan kitabında İbni Teymiyye için şunları söylemektedir:

“Dımaşk şehrinde çeşitli konularda konuşan fakat aklından zoru olduğu anlaşılan Hanbeli fakihlerin ileri gelenlerinden Takiyüddin İbni Teymiyye adında biri vardı. Halka vaaz verir, insanlar da ona karşı ileri derecede saygı gösterirlerdi.

İbni Teymiyye, yaptığı bir konuşmadan dolayı fakihlerin tepkisini çekmişti. El-Meliku’n Nasır’ın huzuruna çıkarılıp, kadılar tarafından sorgulanmış ve hapse atılmıştır. Yıllarca hapiste kaldı. Bu müddet içinde 40 ciltten oluşan ve adını “el -Bahru'l – Muhit” koyduğu bir tefsiri kaleme aldı. Annesinin ricası üzerine Sultan onu serbest bıraktı.

İbni Teymiyye, Dımaşk’ta  bulunduğum sırada –önceden- tutuklanmasına sebep olan ifadeleri tekrar etti. Cuma günü cemaat olarak hazır bulunduğum camide, insanlara vaaz ve nasihatta bulunurken, minberin merdiveninden bir basamak aşağıya inerek “Muhakkak ki Allah Teâlâ benim burada indiğim gibi dünya semasına inmektedir” şeklinde bir cümle sarf etti. Maliki fakihi İbni Zehra söylediklerine karşı çıktı. Cemaatte ayağa kalkıp sarığı başından düşünceye kadar ona dayak attı. Neticede bir daha tutuklandı ve hapsedildiği kalede ölünceye kadar tutuklu kaldı.”

Aynı şekilde İbni Teymiyye’nin kendi el yazısı ile kaleme aldığı “Kitabu’l – Arş” adlı eserinde şunların yazılı olduğu iddia edilmektedir: “Allah Teâlâ  kürsüde oturmaktadır. Yanı başında boşalttığı yerde ise onunla birlikte Hz. Peygamber oturmaktadır.” Ancak bu ifadeler kitabı tasnif edenler tarafından matbu nüshalarını konulmamıştır. Bunu yaparken, din düşmanlarının bundan faydalanmamaları için böyle bir tercihte bulunduklarını söylemişlerdir.

İbni Teymiyye’nin tecsim ile ilgili görüşleri birçok Ehl-i Sünnet İslam alimi tarafından reddedilmiştir. Bir varlık için “oturdu-kalktı, indi-çıktı, geldi-gitti” gibi ifadeleri  kullanmak onun bir cisim olarak kabul edilmesi anlamına gelir. Yaratılmış olan varlıklar için söz konusu olabilen bu durum yaratılmışlara benzemeyen Cenabı Hak için geçerli kabul edilmez. O’nu yarattıklarına benzetme (teşbih) tamamen sapıklıktır. Bu nedenle İbni Teymiyye’nin görüşleri Ehl-i Sünnet alimler tarafından şiddetle reddedilmiştir.

Tasavvuf

İbni Teymiyye tasavvufa karşıdır ve İbni Arabi’yi şiddetli bir şekilde eleştirmiştir. İbni Teymiyye tasavvufu suistimal edenleri eleştirmeye çalışırken, gerçek tasavvufu ayırt etmemiş ve bütünüyle bütün tasavvufu kötülemiştir. Bunun nedeni, kendisinin tasavvufla bir ilgisi olmamasındandır. Tasavvuf bir zevk ilmidir. O zevke sahip olmazsanız, onun ne olduğunu anlayamazsınız. İbni Teymiyye bilmediği tasavvufu, onu suistimal edenleri bahane ederek tümüyle kötülemiştir.  Bu ise ilmi bir davranış değildir.

Oysa İbni Haldun,  Mukaddime adlı kitabında tasavvufa ilgili şunları söylemektedir:

“Bu ilim İslam'da sonradan ortaya çıkan şer’i ilimlerdendir. Aslı şudur: Sufiler taifesince tutulan yol, bir hidayet ve hak tarik olmak üzere, öteden beri ümmetin selefi ve büyükleri olan sahabe, tabiin, bunlardan sonra gelenler tarafından takip edilegelmiştir. İbadet üzerinde önemle durmak (masivadan alakayı kesip) tamamıyla Allah Teâlâ'ya yönelmek, dünyanın alâyişinden ve ziynetinden yüz çevirmek, halk çoğunluğunun yöneldiği (maddi) lezzet, mal ve mevki hususunda zahid ve isteksiz olmak, halktan ayrılarak ibadet için halvete çekilmek bu yolun esasını teşkil etmekte idi. Sahabe ve selefte umumi olan hal bu idi. M. 8. asırda ve daha sonra dünyaya yönelme hususu yaygınlaşıp halk dünyaya dalma haline kayınca, kendilerini ibadete verenlere sufiye ve mutasavvıfa ismi tahsis edildi.

Mürid durmadan makamlarda yükselir, bir makamdan diğer bir makama çıkar. Nihayet saadet için matlup bir gaye olan tevhid ve marifete ulaşır. (Bu mertebe için) Hz. Peygamber (sav), “Allah'tan başka tanrının bulunmadığına şehadet ederek ölen bir kimse cennete girmiştir” buyurmuşlardır. Şu halde müridin bahis konusu tavırlarda yükselmesi zaruridir. Bunların hepsinin kökü itaat ve ihlastır. Bundan evvel ve bununla beraber imanın bulunması lazımdır. Bunlardan, netice ve semere olmak üzere belli bir takım haller ve sıfatlar hasıl olur. Sonra bunlardan da diğer birtakım haller ve sıfatlar neşet eder, bunlardan da yenileri meydana gelir. Ve tevhid ve irfan makamına kadar böylece sürüp gider.

Bundan başka sufilerin kendilerine mahsus bir takım edepleri ve aralarında kullandıkları hususi bir dil vardır. Çünkü lügattaki kelimeler (herkesçe) bilinen manalar için vaaz olunmuştur. O halde bilinmeyen yeni manalar ortaya çıkınca, terim (ve ıstılah) haline getireceğimiz bir kelime ile bu manayı ifade eder ve bu lafızdan o manayı kolay şey anlarız. İşte bundan dolayı bu çeşit bir ilim sufilere mahsus olmuştur. Onların dışında kalan şeriat ehli bu hususla konuşmamışlardır. Böylece şeriat ilmi iki kısma ayrılmıştır:

Bir kısmı fakihlere ve müftülere mahsus olup ibadetlere, adetlere ve muamelelere dair olan umumi hükümlerdir (fıkıh ilmi). Diğer kısım sufiler zümresine mahsus olup sözü edilen mücahedenin icra edilmesi, bununla alakalı olmak üzere nefis muhasebesi yapılması, bu yolda ortaya çıkan (ruhi) zevklerden ve vecd hallerinden, bu hususta bir zevkten diğer bir zevke yükselmenin keyfiyetinden ve yine bununla ilgili olmak üzere sufiler arasında kullanılan ıstılahların izahından bahsedilmesi gibi şeylerdir (tasavvuf ilmi).”

İbni Haldun’un reddiyeleri

İbni Haldun Mukaddime adlı kitabında İbni Teymiyye'nin adını vermeden mücessime ve müşebbihe akımlarını eleştirmiştir. İbni Teymiyye'nin ölümü m.1328 dir. İbni Haldun ise bu kitabı m.1375-83 yılları arasında yazmıştır. Bu nedenle İbni Haldun'un İbni Teymiyye’ den haberdar olmaması imkânsızdır. Ancak İbni Haldun isim belirtmeden İbni Teymiyye'nin görüşlerini Mukaddime adlı kitabında ret etmektedir. Bu konuda İbni Haldun şunları yazmaktadır:

“Mücessimeye gelince, Allah hakkında cismiyeti ispat ve kabul hususunda onlar da aynen böyle yaptılar ve, “O cisimdir, ama sair cisimler gibi değil,” dediler. Şer’i rivayetlerde Allah için “cisim” lafzı sabit olmamıştır. Mücessimeye, “Allah cisimdir”, deme cüretini veren şey, sözü edilen zevahiri kabul etmiş olmalarıdır. Onlar (müteşabih ayetlerin) zevahirini kabul etmekle yetinmemişler, belki daha da ileriye giderek (Allah'ın zatı hakkında maddiyatı ve) cismiyeti kabul etmişlerdir. Mücessime, cismiyet hususunda böyle bir iddia ileri sürmüş ve (diğer yandan da) çelişkili ve safsata bir ifade ile Allah'ı tenzih ederek, “O cisimdir, lakin sair cisimler gibi değil” demiş (böylece hatalarını kapatmak ve ayıplarını örtmek istemiş) tir. Halbuki Arapçada cisim sınırları ve derinliği olan şeydir. Cisme ait olmak üzere bunun dışında yapılan “cisim zatı ile kaim olan şeydir veya cevherlerden mürekkep olan şeydir” vs. şeklindeki tefsirler ve tarifler ise, kelamcılara ait bir takım ıstılahlardan ibarettir. Onlar bu gibi tabirlerle (cismin) lugat ile ilgili olmayan manasını kastederler. Bundan dolayı Mücessime (diğer mezheplerden daha çok) bid’ata batmış, hatta küfre kaymıştır. Çünkü Allah hakkında, eksiklik izlenimi veren fakat ne Allah'ın ne de Nebisinin sözünde geçmeyen (cismaniyet gibi) bir vasıf kabul etmiştir.

Muhaddisler arasında birtakım aşırılar vardır ki sarih bir şekilde teşbih (benzetme) den bahsettiklerinden, kendilerine Müşebbihe denilmiştir. Hatta bunlardan birinin “Allah'ın sakalı ve  uzvu olduğunu size ispat etmem hususunda beni mazur görünüz, bunun dışında aklınıza ne gelirse sorunuz” dediği hikaye edilir. Şayet onlar bu ifade ile (Allah hakkında) noksanlık intibaını uyandıran bahis konusu zevahirde varid olan (vasıf ve organların) hasrını ve bunların, imamlarını ait olan izah tarzlarını kastediyorlar, denilmek suretiyle, bu ifade onların lehinde tevil edilmezse, Allah korusun, bu söz sarih bir küfür olur.  Ehl-i Sünnet’in kitapları bu bid’ata karşı ileri sürülen hüccetler ve delillere dayanılarak onlara karşı yapılan uzun reddiyelerle doludur.

İbni Teymiyye’nin İslam’a olumsuz katkıları

İbni Teymiyye'nin görüşleri İslam düşmanları tarafından tarih boyunca kullanılmıştır. İslam karşıtları Müslümanları dört Ehl-i Sünnet mezheplerinin dışına itmek istedikleri için, Müslümanlara  İbni Teymiyye’yi tavsiye eden ve onu öven propagandalar yapılmıştır. Böylece Müslümanların sapık bir inanışa sürüklenmesi istenmiştir.  Vehhabilik ve Yeni Selefilik akımları bu çalışmaların bir sonucudur.
İbni Teymiyye'nin ölümünden sonra bir süre talebelerinin devam ettirmeye çalıştığı fikirleri, gerek Ehl-i Sünnet alimlerinin ve gerekse İslam halifelerinin yerinde tepkileriyle uzun yıllar boyunca Müslümanlar üzerinde etki oluşturamamıştır. Ancak 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı'nın kendi içinde yaşamaya başladığı karışıklıklar nedeniyle, günümüze kadar ortadan kaldırılamayan büyük bir fitnenin ortaya çıkması engellenememiştir. Bu fitne Vehhabilik akımıdır.

İbni Teymiyye’nin  Ehl-i Sünnet İslam'a aykırı yorumlarını ortaya atarken tamamen kendi görüşü ile mi hareket etmektedir veya kendisini bu yönde konuşmasını sağlayan etkenler var mıdır, bilemiyoruz. Yaşadığı dönemde İslam aleminin  sıkıntılı günler yaşadığını biliyoruz. Bir yandan Mogol saldırıları bir yandan haçlı saldırıları İslam ülkelerini çok  zor zamanalar yaşamasına neden olmaktaydı. Böyle durumlarda Müslümanların inançlarında çalkantıların ortaya çıkması tahmin edilebilir.

Ancak biliyoruz ki, İslam'ın çıktığı günden beri İslam'a karşı olan gruplar  bazı kişileri menfaat karşılığı satın alarak onların İslam'ı saptıracak görüşleri ileri sürmesini sağlamaya da çalışmışlardır. Örneğin h. 2. asırda Ravendi adlı İslam aliminin İslam'ı küçültücü ifadeleri kürsüde söylemesi için kendisine para verilmiştir. Ravendi parayı alınca bir müddet İslam'ı kötüleyen vaizler vermiş, fakat sonra tekrar İslam'ı öven vaizlerine dönmüştür. Bunu gören İslam karşıtları, ona tekrar para vererek İslam'ı kötüleyen konuşmalar yapmasını sağlamışlardır. Fakat bir süre sonra Ravendi tekrar eski haline dönüp İslam’ı öven vaizlere devam etmiştir. İslam düşmanlarının  bu tutumları asırlarca devam etmiş ve her devirde emperyal güçler İslam'ı saptırmak için İslam alimlerine para ve mevki vermişlerdir. Böylelikle amaçları olan gerçek İslam'ın saptırılmasını temin etmeye çalışmışlardır. Bunun en tipik örneği Vehhabilik  hareketini  başlatan Muhammed bin Abdulvehhab’ dır.

 

 

Yorum ve Eleştirileriniz için :    yorum@ilimvetasavvuf.com

 

Ana Sayfa          Yorumlar

 

 

İbni  Teymiyye

Yayınlama Tarihi:  06.08.2019