Yeni Yayınlanmış Makaleler, Yorumlar ve Sohbetler |
İlim ve Tasavvuf |
Üç Güzellik: İman, İlim, Tasavvuf
|
TASAVVUF HAKİKATLERİN İLMİDİR Tasavvuf hakikatler ilmidir. Bununla beraber tasavvufun bir ilim olup olmadığı İslam alimleri arasında uzun bir zaman boyunca tartışılmıştır. Bugün de aynı şekilde itiraz eden ilahiyatçılar vardır. Onlar derler ki, Tasavvuf bilgi üreten bir ilim değildir. Ancak bunun nedeni bu kişilerin gerçek tasavvufu bilmemeleridir. Gerçek tasavvufu bilmek için bir kâmil Mürşide ve bir de kişinin manevi tahsile kabiliyette olmasına ihtiyaç vardır. Bu iki hususa muhatap olmayanlar tarafından tasavvufun bir bilim olduğu kolaylıkla reddedilebilmektedir. Ancak bu itirazlara gereken cevaplar yine mutasavvıflar tarafından asırlar boyunca verilmiştir. Buna rağmen itiraz etmekte devam eden ilahiyatçılar ve filozoflar görüşlerinde ısrar etmektedirler. İnsanın ulaşamadığı bir şeyi yok sayması tamamen izafi bir husustur. Bu bir zandır. Dolayısıyla hiçbir zaman gerçeği yansıtmaz. Tasavvufun bir ilim olduğuna itiraz edenler kendi zanları ile yollarına devam etmektedirler. Ancak bu zanları gerçeği ifade etmekten uzaktır. Bu husus Kur'an'da şu ayette dile getirilmektedir: “Onların çoğu, hiçbir dayanağı olmayan zandan başka bir şeye uymazlar. Zan ise, gerçek adına hiçbir şey ifade etmez. Hiç şüphesiz Allah,onlar ne yapıyorsa hepsini hakkıyla bilmektedir.” (Yunus, 10/36) Bu tartışmalarda bazılarının amacı da İslam'ın temel güzelliklerinden biri olan tasavvufun değerini küçülterek onu insanların gözünde itibarsızlaştırmaya çalışmalarıdır. Böylece İslam'ın bir güzelliği olan tasavvuf itibarsızlaşırsa İslam'da itibarsızlaşmış olacaktır. İslam ülkelerinde bunu yapanların büyük bir kısmı küresel emperyalizmin adamlarıdır. Küresel emperyalizm İslam’ı ortadan kaldırmak için onun üç güzelliği olan İman, İlim, Tasavvufa saldırarak onların hakikatlerini insanların gözünde küçük düşürmeye gayret etmektedir. Bu nedenle bazı yazarlar İslam'ın bu güzelliklerini gerçek anlamından kopararak dejenere etmek gayreti içindedirler. Ancak bunda başarılı olamayacaklardır. Çünkü İslam'ın bu güzellikleri Allah'ın yerdeki ve göklerdeki nurunun birer tezahürleridir. Bu Nur hiçbir zaman sönmez. Bu nedenle bütün alemlerde İslam'ın güzellikleri birer Nur olarak parlamaya devam edecektir. Sufiler inanç konusunda hadisçiler ve fakihlerle aynı görüşü paylaşan, onların ilimlerini benimseyerek onların esaslarına karşı çıkmayan kimselerdir. Çünkü sufiler, bid’atlardan ve nefsin kölesi olmaktan kaçınan, güzel örneğe bağlı ve ona uymaya hazır, her türlü bilgide fakih ve muhaddislerle ortak görüşlere sahiptirler. Sufilerden bilgi ve anlayışta muhaddis ve fakihlerin derecesine ulaşamamış olanlar, ahkam-ı şer’iyye ve hudud-u islamiyye konusunda karşılaştıkları müşkillerin halli için mutlaka muhaddis ve fakihlere başvururlar. Alimlerin icma ettikleri konuda sufiler de icma ederler. Ulemanın ihtilaf ettiği konularda ise sufiler, ihtiyatlı olmak için en güzel ve en mükemmel olanı seçerler ki böylece Allah’ın kullarına emrettiği şeyi uygulamış ve nehy ettiğinden de sakınmış olurlar. Buna göre sufiler ehl-i sünnetin gerçek temsilcileridir. Bidayette tasavvuf, sofi-bican olmaya derler / Nihayette gönül tahtında sultan olmaya derler. Tasavvuf kalp evinden masivâllâhı gidermektir / Tasavvuf kalb-i mü’min Arş-ı Rahman olmaya derler. Tasavvuf ilm-i Hakk'a sinesini mahzen etmektir / Tasavvuf sofi bir katreyken ummân olmaya derler. (Yayınlama Tarihi: 13.10.2024, Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız) |
TARİKATLARDA EĞİTİM VE İRŞAD Tarikatların amacı insanları eğiterek ve irşad ederek onların hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında saadeti elde edebilmelerine çalışmaktır. İnsanların kötü davranışlarına mani olmak toplum için son derece önemlidir. İnsanlarının kötü davranışlar içinde olmayan toplumlar en mutlu toplumlardır. Tarikatlarda bu amaca yönelik olarak kendilerine katılan insanları İslam inancı doğrultusunda eğitirler. Bu eğitimin temelinde insan nefsinin her türlü kötülüklere olan meylini engellemek ve onu hayırlı ve faydalı işlere yöneltmek vardır. İnsanları irşad etmek, onları mutlak ilim ve hakikati anlamaları için Allah Teâlâ'ya yakınlaşmalarını sağlamaktır. İnsanın Allah Teâlâ'ya yakınlaşarak hakikati ve ilmi öğrenmesi kabiliyeti ölçüsünde olur. Bunun için kâmil bir mürşit yönetimi gerekmektedir. Mürşit terbiye ve ahlâk bakımından örnek olan bir kişidir. Ancak toplumumuz bugün İslam tarikatlarının önemini ve işlevini anlayacak durumda değildir. Toplumumuzun büyük bir kısmı seküler ve laik eğitimli olduklarından İslam dininden uzaklaşmışlardır. Bu nedenle gerçek tarikatın ne olduğunu bilememektedirler. Bu tabii ki her şeyden önce kendi eksikleri ve kusurlarıdır. Bir yandan “En hakiki mürşit ilimdir” diyeceksin, diğer yandan İslami tarikatların gerçek amacının ve yapısının ne olduğunu araştırmayacaksın. Bu çelişki maalesef günümüzde önemli bir sorundur. Bu durum toplumumuzda İslam aleyhine yapılan kavgaları körüklemektedir. Aslında toplumumuzda bugün İslam dini ve tarikatlar hakkında çıkarılan kavgalar, İslam düşmanı olan küresel emperyalizmin entrikaları sonucudur. Çünkü onlar toplumumuzda ve bütün İslam ülkelerinde gerçek İslam'ın bilinmesine mani olmak için paralar harcamaktadırlar. Bunun da nedeni, gerçek İslam'ın hüküm sürdüğü bir toplumu sömüremeyeceklerini bilmelerindendir. Bu kavgadan tarikatlar da payını almaktadırlar. Küresel emperyalistler ülkemizde birçok sahte tarikatları oluşturup onları para ile desteklemektedirler. Bu sahte tarikatlara birçok olumsuz ve ahlâk dışı faaliyetler yaptırıldığından gerçek tarikat anlayışı toplumumuzda kötülenmeye ve silinmeye çalışılmaktadır. Bununla beraber toplumumuzda gerçek anlamda İslam tarikatları da vardır. Ancak bunlar fazla ortaya çıkmazlar ve kendi içlerinde kapalı kalmaktadırlar. Çünkü asırlarca ülkemizde süre gelen tarikat faaliyetleri bugün az da olsa devam etmektedir. Bu tarikatların kendi içlerinde kapalı kalmak istemelerinin nedeni, açık olunca içlerine fitne çıkarmak için bir sürü unsurun dahil olacağını bilmeleridir. Bu fitnelerle dejenere olmak istemediklerinden, kendi içlerinde kapalı olmayı tercih etmektedirler. Tabii ki bu böyle devam etmeyecektir. Küresel emperyalistlerin gücü bir gün azalınca gerçek İslami tarikatlar tekrar toplumda yerini alacaktır. Böylece toplumumuz daha yaşanabilir ve mutlu bir ülke olacaktır. Bu yakındır. Ümit ediyoruz ki, 3. dünya harbi sonunda Siyonizm yıkılacak ve dünya küresel emperyalizmden kurtulacaktır. O zaman ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde gerçek Müslümanlar devlet yönetiminde söz sahibi olabileceklerdir. Bu da bu ülkelerin tekrar refah ve mutluluk içinde yaşamaya kavuşmaları demektir. İstikbal İslam'dadır. (Yayınlama Tarihi: 30.09.2024, Yorumun tamamını okumak için tıklayınız) |
TARİKAT VE ZİKİR Tarikatların özünde zikir en önemli yeri tutar. Tarikatlar temelde aynı amaca yönelmiş olmalarına rağmen onları birbirinden ayıran husus yapılan zikirlerdir. Allah ile insan arasında irtibat ve münasebeti temin edecek vasıta ancak zikirdir. Bugün toplumumuzda tarikatlara olduğu kadar sufilerin yaptıkları zikirlere de itirazlar yükselmektedir. Onlara göre bu zikirler bugünkü modern çağa uymamaktadır. Çünkü onlara göre bu çağ bilim ve akıl çağıdır ve yapılan zikirlerin akıl ve bilim ile açıklanması mümkün değildir. Aslında bu türlü düşünce ve yorumlar İslami özelliklerini kaybetmiş olan toplumumuz için gayet doğaldır. Çünkü toplumumuz İslam'ın doğru anlaşılmasından maalesef uzaktır. Bunun da nedeni toplumumuzda yıllarca İslam aleyhine yapılan eğitimler ve propagandalardır. Batı hayranlığı ve batının modern dedikleri hayat ve düşünce tarzlarını ilericilik zannederek benimseyenlerin İslam'daki zikrin işlevini anlamaları imkansızdır. Bu insanlar sadece dünya hayatının zevk ve sefasını yaşamayı amaçlamaktadırlar. Bu nedenle gerek tabiatta ve gerekse insan yapısındaki manevi işaretleri görememektedirler. Eğer bu işaretleri görselerdi böyle düşünmeyecekler ve imanın tadını hissedeceklerdi. Ancak onlar her şeye akıl ve pozitif bilim anlayışı ile baktıklarından Allah'a iman zevkini elde edememektedirler. Onların iman ettikleri tanrı, akılları ve pozitif bilimdir. Akıl ve pozitif bilim ise eksikliklere ve hatalara muhataptır. Oysa Allah’ın ilmi her türlü noksanlık ve hatadan münezzehtir. Bizi insan yapan en önemli şey kalbimizdeki İslam imanıdır. İmansız bir kalp hiçbir şey demektir. Böyle bir imansız kalbe sahip olan insan ömrünü tamamen maddi arzularla oyalayarak geçirir. Böylece ahiret hayatı için kendisine hazırladığı hiçbir şey yoktur. Böyle insanların ahiret hayatlarında hüsranda olacakları birçok Kur'an ayetlerinde ve hadis-i şeriflerde ifade edilmektedir. Kalplerde iman sahibi olanlar, bu imanları sayesinde doğru yolu tutmaya çalışırlar. Bu doğru yol için bilmesi gereken şeyleri öğrenerek ilim sahibi olurlar. Ancak insan ruhu için bu da yeterli değildir. Ruhun tatmin olması ve huzur bulması için Allah'ı zikretmesi gerekir. Allah'ı zikretmenin yolları ise gerçek tarikatlarda öğretilir. Bu yol tasavvuf yoludur. Bu yolda insan ruhu tekamül ederek hakikate ve marifete ulaşmaya çalışır. İşte insanların dünya hayatında istemeleri gereken budur, kemal'e ermek ve Hakk'a vasıl olmak. Bu yol için en önemli vasıta Zikrullahtır. Bu zikirler insan ruhunu Allah Teâlâ'nın tecellilerine mazhar ve manevi sırlara muhatap kılar. İşte gerçek ilim budur. Bu Sırlar İlmine sahip olanlar, bütün diğer ilimleri de bilirler. Çünkü bütün ilimler Allah'ın indinde bilindiğinden, onların sırları kendisini Allah'a ulaşma yolunda geliştiren kimselere gösterilir. İşte hakikat ve marifet buradadır. Bunu elde etmek dünyada ve ahirette en büyük saadettir. Bu saadete erişmek için yaşamını İslam şeriatına uygun olarak düzenlemesi, yanı sıra Allah Teâlâ'yı zikretmesi çok önemlidir. Bu nedenle zikir tarikatların en temel öğelerindendir. Peygamber Efendimiz zikri, özellikle 4 arkadaşına, çeşitli vesilelerle ve başka başka şekilde Talim ve Telkin etmiştir. Yüksek tarikatların her biri bu telkinlere gelenek ile varis olduklarını bildirmektedirler. Bu geleneklerin esaslarını aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz: Sıddıkiye, Kübreviyye, Nur-Bahşiyye, Cehriyye. Bazı meşayih efdal-i zikir olarak “La ilahe illallah” zikrini kullanmışlar ve müritlerine de onu telkin etmişlerdir. Kelime-i Tevhid bir olumsuzlama ve ispat ifadesidir. Bazı şeyhler, düşmanların zail olup dostların ortaya çıkmasında bu zikrin etkili olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü bu zikirde bütün esmaların mevcut olduğunu ileri sürmüşlerdir. İsm-i Celal, yani “Allah” lafz-ı şerifi 99 ismin azamıdır. Bir kimse “Ya Allah” dese Hakk Teâlâ Hazretlerinin bütün sıfat ve cümle ef'aliyle zikretmiş olur. Ama “Ya Rahman” dese yalnız rahmet sıfatıyla anmış olur. Diğer isimler de böyledir. Buna göre Lafza-ı Celal, Allah Teâlâ'nın ilminin ismidir. Allah ismi hiçbir şeyden türememiştir. Allah isminin diğer bir hassasiyetini şöyle ifade edebiliriz: Bir kafir, “Eşhedü en Lailahe illa’r-rahman ve illa’r-rahim ve illa’l-melik ve illa’l- kuddus” dese küfürden İslam'a girmiş olmaz. Ama “Eşhedü en La ilahe illallah” dese küfürden çıkıp İslam'a girer. İşte bu da Allah isminin ne kadar kutsal ve şerefli olduğunu gösterir. İmam Gazali diyor ki “Lailaheillallah” tevhid-i avamdır. “Lailaheillahu” tevhid-i havastır. Fahruddin-i Razi, Gazali'nin bu sözlerini güzel bularak bunu Kur'an ile de şöyle takrir etmiştir: “Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmaktadır: “Allah ile beraber başka bir ilaha dua etme. Ondan başka ilah yoktur.” (Kasas, 28/88) Bu ayet şuna delalet eder ki tevhidin sonu bu kelimedir.” Bazı ehl-i işaret (Tasavvufi yorumcular) buyururlar ki Hak Subhanehu ve Teâlâ “Hu” ismi ile kâşife-i esrar (sırların keşfedilmesi) ve diğer isimlerle kâşife-i kulub’tur (kalblerin keşfedilmesi). “Hu” esmasının yeri ruh ve kitapların nurudur. Salik “Hu” zikrine devam ederek sır makamını keşfedebilmeyi ister. Hz. Ali (Kerrem-Allahu Vechehu) çok zaman şu duayı yaparmış: “Ya Hu, ya Men hüve lailahe illa Hu, la ya’lemu eyne hüve illa Hu”. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda “Ve hüve’l-ismü’l-azam” diye cevap vermiştir. Mevlana Celaleddin (ks) dahi bir çok vakitte bazen ism-i Celaleye ve bazen “Hu” ismine devam edermiş. Cehri zikrin üstünlüğünü imameyn ve gizli zikrin üstünlüğünü İmam-ı Azam söylemiştir. İmameyne göre derviş önceleri cehri zikire devam etmelidir. Zira cehr ile zikrettikçe tevhid sedası havatırların (fikir ve düşünceler) kalbten defedilmesine neden olur ve böylece masivayı kalbinden giderir. Ondan sonra gizli zikre devam etmelidir. Zira o sayede kutsal sırlar ortaya çıkar. Aynı zamanda gizli zikir riyadan varestedir. (Yayınlama Tarihi: 23.09.2024, Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)
|
TARİKAT NEDİR? Tarikat, tasavvufun sistemleşmiş şeklidir. Tarikatlar, hakikatlerin yollarıdır. Tarikatlar, şeriatın birer delili, ab-ı hayat dağıtan bir kevser kaynağıdırlar. Asırlardır nice ehl-i iman, bu kaynaktan içmiş, bu muazzam hazineden istifade etmiştir. Tarikat, Resulullah’ın miracının gölgesinde kalb ayağıyla ruhanî bir seyrü sülûktur. Bütün hak tarikatlar, esaslarını Kur’ân'dan almışlardır. Tarikatı kabul etmek istemeyen bazı kimselerin, “Hz. Peygamber devrinde tarikat mı vardı?” şeklindeki soruları, bir aldatmacadan ibarettir. Zira, tarikatın bütün esasları, zaten Resulullah’ın tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir. Tarikatın belli bir sistem içinde ortaya çıkması , hicri III. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir. Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar. Tarikatın sözlük anlamı “yol” demektir. Bu kelime bir bakıma metot, usûl anlamına da gelir. Sözlükte "yol, hal ve gidiş, kat, tabaka" gibi anlamlara gelen tarikat, bir tasavvuf kavramı olarak, Hakk'a ulaşmak için gidilen, bir takım kuralları bulunan yol demektir. Mutasavvıflara göre tüm insanlar, hatta bütün yaratıkların alıp verdiği nefesler sayısınca Allah'a giden yol vardır. Tarikatlar, kuruluşlarından itibaren yalnız dinî, tasavvufi bir örgütlenme halinde kalmayarak sosyal, siyasal, kültürel, sanatsal ve askeri birer kurum olarak önemli görevler yaptılar. Ancak XX. yüzyıla doğru eski saflıklarını kaybettiler. Bunun nedeni ortaya birçok sahte ve dolandırıcı tarikatların ortaya çıkması ve Müslümanların bunları gereği gibi tanımamasıdır. Bu sahte tarikatlar İslam düşmanları tarafından çıkarılmışlardır. Bunların amacı İslam’ı kötülemek ve insanları İslam dininden uzaklaştırmaktır. Emperyalist sermaye tarafından desteklenen bu sahte tarikatların hedefi gerçek tarikatları insanların gözünden düşürmektir. Bu durum haklı olarak son dönemlerde insanların şiddetli eleştirilerine hedef olmuştur. Her tarikatta kurucu şeyh pir olarak anılır. Eğer tarikatın adab ve erkânı sonraki şeyhlerden birisi tarafından belirlenmişse, bu kişiye pir-i sani (ikinci pir) denir. Tarikat örgütlenmesinin merkezinde şeyh bulunur. Bu şeyh tarikatın kurucusu değilse, onun ya da onu izleyen şeyhlerin halifesidir. Her şeyhin Hz. Muhammed'e uzanan bir silsilesi vardır. Her silsile, geriye dogru, birbirinden icazet alan kişiler halinde ehl-i beyt imamlarına, onlardan genellikle Hz. Ali'ye, bazan da Hz. Ebu Bekir'e ulaşır ve böylece Hz. Peygamber'e bağlanır. Tasavvufta esas olan şeyhin kitap ve sünnet ilmine vakıf olması, tam ve güzel sıfatlarla sıfatlanması, dünya ve mevki hırsından uzak olmasıdır. Tarikat şeyhi manevi bir silsile ile Peygamber Efendimizden gelmelidir. Şeyhin Peygamberin emirlerine uyması, az yemeyi, az uyumayı ve az konuşmaya ihtiyar ederek namaz ve oruç gibi ibadetlere düşkün olup, her an Hakk’ı zikretmesi vazifeleri meyanındadır. Başkalarını terbiye ve irşada memur bir kimsenin önce kendisini ıslah etmesi her yönüyle mükemmel olması gerekir. Bu ancak sağlam bir irade ile gerçekleşir. Tarikat şeyhi mensupları arasında dayanışma, sevgi ve kardeşlik bağlarını güçlendirmeyi temin eder. Bir mürşit insanları işinden gücünden alıkoyup zillet ve meskenete sevk etmez. Seyri süluk, talibin bir mürşidin gözetiminde yaptığı manevi yolculuk anlamında tasavvuf terimidir. Sözlükte "yola girmek, yolda yürümek; (bir şey) başka bir şeyin içine nüfuz etmek, katılmak, intikal etmek" anlamlarına gelen süluk kelimesi tasavvufta "insanı Hakk'a ulaştıran tavır, amel, ibadet, fiil, hareket ve davranış tarzları" manasında kullanılmıştır. Süluk "yol" anlamına gelen ve terminolojide benzer çağrışımlara sahip olan tarik ve tarikat kavramlarından daha kapsamlıdır. Tarikat, belli bir şeyh etrafında toplanmış mürid ve muhiblerden oluşan tasavvufi bir cemaati ifade ettiği halde, sülukta böyle kurumsallaşma şart değildir. Tasavvuf "süluk ilmi" şeklinde tarif edilir. Bu ilmin konusu, talibin Hakk'a erme yeteneğini kazanmak için nefsini dünya kirlerinden arındırması, ahlakını düzeltmesi ve güzelleştirmesi, amacı da nefsini ve Rabbini bilmesidir. Süluk anında zihni bazı şüphelerden uzak bulundurmak için Allah Teâlâ hakkında sağlam bir inanç ve bilgiye ihtiyaç vardır. Salik Allah hakkındaki bilgileri her an hatırlayarak bu yolculuğunu devam ettirmelidir. Tarikatı “sâliki hakikate götüren yol” şeklinde tanımlayan sûfîler, dinin zâhirî ve şeklî kısmı olan şeriatın kurallarına uyulmadan tarikatla hakikate ulaşılamayacağını vurgulamıştır. Tarikatlar, Müslüman halkın dinî inanç ve duygularını canlı tutmanın yanı sıra gayri müslimlerin ihtidâsına (İslama girmesinde) vesile olmak, işgalci ve sömürgecilere karşı İslâm ülkelerinde direniş cepheleri teşkil etmek, ihtiyaç durumunda İslâm ordularıyla birlikte seferlere katılmak, fethedilen bölgelere yerleşip İslâmiyet’i yaymak gibi fonksiyonlar icra etmiştir. Tarikatların bu başarısı insanların gönül dünyasına hitap etmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak bu husus tarikat ve tasavvuf hayatında aynı zamanda istismara ve yozlaşmaya da sebebiyet vermiştir. Nitekim tarihte ve günümüzde bunun örneklerine rastlanmaktadır. Bundan dolayı tarikat mensubu dervişlerin gönül dünyasında hangi mertebeye yükselirse yükselsin şeriat kurallarına riayet etmesi şart koşulmuş, dinin zâhir kurallarına riayet edilmemesi tarikat hayatında açık bir sapma olarak değerlendirilmiştir. Geçmişte tekkelerin belli kanunlar çerçevesinde ve göz önünde faaliyet göstermesi sebebiyle dinî ve ahlâkî açıdan istismar ve yozlaşma büyük ölçüde önlenmiştir. Günümüzde ise tarikat faaliyetleri Türkiye’deki yasak yüzünden yer altında yürütüldüğü için istismara daha açık durumdadır. Günümüzdeki tarikatların ve şeyhlerin davranışlarının şeriata uyup uymadığı kontrol edilmek zorundadır. Bunu devlet yapmadığına göre, bu görevin Müslümanlar tarafından yapılması gerekir. Bunun için Müslümanlar gerçek şeriatın ne olduğunu bilmeli ve bu nedenle de iyi bir din eğitimine sahip olmalıdırlar. Aksi halde tarikatların ve şeyhlerin davranışlarının İslam şeriatına aykırılıkları bilinemez. Bu durum da sahte tarikat ve şeyhlerin insanları kandırmalarına ve İslam dinini saptırmalarına yol açar. Bu nedenle toplumda sahte tarikat ve şeyhlerin mevcut olmasından en başta sorumlu olanlar Müslümanlardır. (Yayınlama Tarihi: 15.09.2024, Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)
|
TASAVVUF VE ŞERİAT Mutasavvıflar, diğer İslâmî disiplinlerde olduğu gibi tasavvufun da asıl ve en önemli kaynağının Kur’ân ve Sünnet olduğunu ve bu iki temel kaynağın kendi ilimleri için bir meşrûiyet kaynağı olduğunu dile getirmişlerdir. Tasavvufun İslâmî bir ilim olduğu ve tasavvuftaki “hakikat” anlayışının şeriatın genel hükümleri ile çatışmayan meşrû bir temel üzerine bina edildiği ilk tasavvuf kaynaklarında Kur’ân’dan ve Sünnetten referanslar gösterilerek savunulmuştur. Tasavvufun İslâmi ilimler içerisindeki konumu, şeriat ile olan münasebeti ve İslâm dairesi içerisinde nereye yerleştirileceği hususu tasavvufun İslâmî ilimler arasında ortaya çıkmaya başladığı ilk zamanlardan günümüze kadar tartışılmıştır. Gerek sûfîler içerisinde şeriata aykırı bazı görüşlerin ortaya çıkması, gerekse tasavvuf konusundaki yanlış algılamalar karşısında sûfîler şeriata uygun bir tasavvuf anlayışını ortaya koymak gayreti içine girmişlerdir. Dinin hükümlerine aykırı her türlü düşünceyi reddedebilecek kadar şeriata bağlı bir tasavvuf anlayışını temsil etmişlerdir. Bu sufilerin telif ettikleri eserlerde, şeriata aykırı her türlü fiil, düşünce ve kavramın reddedileceği açıkça vurgulanmıştır. İslâm tarihindeki bazı büyük İslam alim ve mutasavvıfların çizgisi şöyledir: İlk önce sıbyan mektebine gitmişler, elifbâyı öğrenmişlerdir. Sonra dârül Kur'anlarda Kur'an-ı Kerîm'i öğrenmişlerdir. Ondan sonra âlet ilimlerini öğrenmişler; Arapça, sarf, nahiv, mantık... vs. Ondan sonra, yüksek ilimleri, ulûm-ü şer'iyye'yi öğrenmişler, ondan sonra "İlimden maksat, onun uygulanması, ilmiyle âmil olmak, bildiklerini hayatına uygulamak, tatbik etmek." diye bir bakıma ilm-i ahlâk demek olan, tasavvufa geçmişlerdir. Tasavvufun uygulama biçimleri ve insanların terbiye edilmesinde düşünülen yöntemler tarikatlar olarak ifade edilir. Tarikatlardaki uygulamalarla marifetullaha (Allah bilgisi) ve dinin hakikatine erişilmiştir. Demek ki, şeriat ilminde belirli bir olgunluk seviyesine gelince, insanın sonunda varacağı zirve, son durak İslam tasavvufu oluyor. Batıdaki insanlar İslam tasavvufunun güzelliğini ve gerçekliğini fark etmiştir. Ancak İslam’a olan karşıtlıkları onu aslıyla kabul etmekten uzaklaştırmıştır. Ayrıca batılı insanlar İslâm’dan bağımsız olarak ele aldıkları tasavvufa, kendi dinî anlayışlarına zarar vermeksizin terapi, müzik ve dans gibi konularda birikimlerinden faydalanılabilecek bir akım olarak bakmaktadırlar. Mevlana ve İbn Arabi Enstitülerin batı şehirlerinde yaygın olarak rastlanmasının asıl sebebi budur. Batıda yayılan İslam tasavvufu anlayışı İslam şeriatından uzak olduğundan, insanların onunla istedikleri şeylere ulaşmaları mümkün olmamıştır. Hastalarını tedavi edememişler, sufilerin keşiflerine benzer keşiflere ulaşamamışlardır. Ancak bu farkı anlayan batılıların bazıları da İslam’a yönelmektedirler. Bu bakımdan tasavvuf, aklı başında insanların Müslüman olmalarına vesile olmaktadır. Tasavvufun şeriat ile sınırlı bir ilim olduğu ve temelini Kur’an ve Sünnet’in oluşturduğu bir disiplin olduğu, daha ismen ortaya çıktığı ilk dönemlerden itibaren dile getirilmiştir. Bu hususta bazı İslam alimlerinin görüşleri aşağıda ifade edilmektedir: ● Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848): “Havada bağdaş kurup oturacak kadar kerametleri olan bir kimseyi görseniz Allah’ın emir ve yasaklarına, dinin hudutlarına ve şeriata ne ölçüde uyduğuna vakıf olmadan ona inanmayınız.” ● Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896) tasavvufun şeriat sınırları içerisinde olduğunu “Kitap ve Sünnet’in kabul etmediği her türlü vecd hali batıldır.” sözleriyle de ifade etmektedir. ● Cüneyd-i Bağdâdî’ye (ö. 297/909) tasavvufun ne olduğu sorulduğunda şöyle tanımlamıştır: “Halka uyma kirinden arınmak, tabiî huylardan uzaklaşmak, beşerî sıfatları söndürmek, nefsin isteklerinden uzaklaşıp ruhani vasıflar kazanmaya gayret etmek, hakikat ilimleriyle alakadar olmak, daima en uygun olana göre hareket etmek, herkese karşı samimi olmak, Allah’a verilen ahde vefa göstermek ve şeriat hususunda Rasûl’e (sav) tabi olmaktır.” ● İlk sûfîlerden ve aynı zamanda muhaddis olan Ebü’l-Kasım İbrahim b. Muhammed enNasrâbâdî (ö. 367/978) de “Tasavvufun aslı Kitap ve Sünnet’e sarılmak, bidatları ve hevâyı terk etmek, şeyhlere saygı göstermek, halkı (hatalarından dolayı) mazur görmek, evrada devam etmek, ruhsatları ve tevillere göre hareket etmeyi bırakmaktır.” diyerek tasavvufun esasının şeriata bağlı olmaktan geçtiğini vurgulamaktadır. ● Kuşeyrî’ye (ö. 465/1072) göre şeriat, ubudiyete (kulluğa) sımsıkı sarılmak, hakikat ise rubûbiyyeti müşâhede etmeyi ifâde etmektedir. Hakikat ile takviye edilmemiş şeriat makbul değildir. Aynı şekilde şeriatla sınırlandırılmamış hiçbir hakikat da makbul değildir. Şeriat insana bazı mükellefiyetler getirir. Hakikat ise Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufları hakkında gelen bir bildirimdir. Allah’a ibadet etmek ve O’nun emirlerini yerine getirmek şeriat, O’nun kaza ve kaderini, gizlediği ve açıkladığı şeyleri müşahede etmek ise hakikat kapsamında mütalaa edilmektedir. ● Hücvîrî (ö.481/1088), şeriat ve hakikat kavramlarının sûfîlere ait birer ıstılâh olduğunu belirttikten sonra şeriat ile zâhirdeki halin sıhhatinin, hakikat ile bâtındaki halin düzeltilmesinin kastedildiğini ifade eder. ● Necmeddîn-i Dâye Hazretleri (ö. 654/1256) “Tasavvuf Yolu” adlı kitabında şunları söylemektedir: “İnsan nefsinin saf ayna olma konusunda kemale ermek için uzun bir yolu kat etmesi, çetin tehlikelerden geçmesi gerekir. Bu da şeriat yolunda, tarikat ve hakikat ile birlikte tedrici bir sülük olmaksızın gerçekleşemez. ● İbn Arabî Hazretleri (ö. 638/1240) Fütûhat-ı Mekkiyye adlı kitabında bu konu ile ilgili şunları yazmaktadır: “Ey dost! şeriat ilimlerini olduğu gibi riyazetler, halvetler, mücahedeler, lüzumsuz İhtiyaç ve gereksiz düşüncelerden uzaklaşmakla Allah'tan bilgi alan velilerin ve akılların ilimlerini elde etmeye çalış.” Dünya hayatında iken düşüncelerinin şeriatın övdüğü düşünceler olması için çalış. Böyle yaparsan ahiretteki suretin güzelleşir, bunun tersi de doğrudur. (Yayınlama Tarihi: 28.08.2024, Tasavvuf Sohbetinin tamamını okumak için tıklayınız)
|
HADİSLER VE ŞERİAT İslam dini ilahi bir din olup insanların hayatını düzenleyen kurallar bütünüdür. Şeriat kelimesinin bağlantılı olduğu diye bir diğer kavram dindir. Din Allah'ın asırlar boyu gönderdiği peygamberlerin ortak davetinin adıdır. “Allah katında din ancak İslam'dır.” (Ali İmran, 3/19) Bu itibarla din Kur'an'da bahsedilen genel ilkeler ve kurallardır. Şeriat ise bu ilkelerin ve kuralların uygulanabilmesi için yapılan detaylı ifadelerdir. O halde din sabittir, değişmez ve evrenseldir. Şeriat ise dinamiktir. Şeriatsız din olmadığı gibi, dinsiz de bir şeriat mümkün değildir. Hadislerde şeriat kavramı kanun ve yol, kanun önünde eşitlik, İslam’ın hükümleri, ibadetler, toplumsal huzurun sağlanması ve akide anlamında kullanılmıştır. Şeriat, kanun, kural veya hükümler demektir. Kanun, İslami ilimlerdeki karşılığı ile ahkâm, hakların sahiplerine ulaşması ve düzeni, ayrıca da insan ve toplumun hem dünya ve hem de ahiret hayatında mutluluk yoluna girmesini hedefler. Tarih boyunca bütün toplumlar bir şeriata sahip olmuşlardır. Zira şeriatsız bir toplumda zulüm, düzensizlik ve kargaşanın egemen olduğu bir gerçektir. Şeriat kavramının ibadet manasında da kullanıldığı görülmektedir. Bir rivayete göre ise, “İki Bedevi Hazreti Peygambere gelerek, onlardan biri “İnsanların en hayırlısını” sormuş, Allah Resulü de “Ömrü uzun, ameli güzel olandır” şeklinde cevap vermiştir. Diğeri de İslam'da amel ve davranışların arttığını bu itibarla bunların tamamını kapsayan bir ameli söylemesini talep etmiş. Hazreti Peygamber de “Dilin hep Allah'ı zikretsin” şeklinde karşılık vermiştir. Hazreti Peygamberin verdiği bu cevaptan, İslam'ın bir yaşam felsefesi olduğunu ve bunun da Allah ile irtibatın kesilmeksizin devam etmesi gerektiğini anlıyoruz. Çünkü zikrullah hayatta Allah'ı hatırlatan bir ibadettir. İslam, Müslümanların hem kendi içlerinde hem de dünyada barış içinde yaşamaları için, hem dünyevi hem de uhrevi bazı müeyyideler ortaya koymuştur. Bunlar İslam şeriatının sonuçlarıdır. Buna göre şeriat kavramının, bir üst şemsiye olarak İslam inancından hayatın tüm alanlarınla ilgili konuları içerdiğini, dinin temel esaslarının neredeyse tamamını kapsadığını söyleyebiliriz. Hz. Peygamber (sav)’e Allah Teâlâ tarafından birçok bilgiler verilmiştir. Bunların bir kısmı vahiyle gelen Kur’an ayetleridir. Diğer bir kısmı da onun kalbine aktarılan hikmet bilgileridir. Bazı araştırmacılar Hazreti Peygamber’in Kur'an dışı aldığı bilgiyi Hikmet kavramıyla açıklamışlardır. Yüce Allah'ın Kur'an dışında Hz. Peygamber ile iletişim içerisinde olduğu aşikardır. Çünkü bir beşer olmakla birlikte o, Allah Teâlâ tarafından insanlara risaleti ulaştırmakla, yani tebliğ, talim, tezkiye ve beyan ile görevlendirilmiş bir resuldür. Çeşitli ayetlerde de ifade edildiği üzere kendisine kitap verildiği gibi bir de hikmet verilmiştir. O da bunları ümmetine öğretmektedir (Cuma, 62/2). Dolayısıyla Yüce Allah'ın Kur'an vahyinin yanı sıra ilham, kalbe ilka ve rüya gibi bazı yollarla da elçisi ile iletişim kurması çok doğal bir şeydir. Bu durumu bazı ayetlerde geçti üzere hikmet kavramı ile ifade etmek gerekir. Buna göre Hazreti Peygamber’in Allah ile Kur'an dışı bir iletişim içerisinde olduğu, bu iletişim esnasında kendisine hikmet içeren bilgiler verildiği anlaşılmaktadır. Hz. Peygamberin, sadece Kur'an-ı kerim'in kalbine aktarılan vahyi seslendiren pozisyonda olmadığı, ilahi iradeye bağlı kalmak şartıyla teşride de aktif bir rol aldığı kanıtlanmıştır. Bu hususu ifade ederken Allah Resulünün bağımsız bir teşri yetkisine sahip olduğu anlaşılmamalıdır. Kur'an'da haram kılma ve helal kılma fiillerinin bazen Hz. Peygamber’e nispet edildiği görülmektedir. Örneğin “Kadının halası ve teyzesi ile aynı nikah altında cem edilememesi.” (Buhari, Nikah, 27) “Süt kardeşliğin nesep gibi nikahta haram olarak yer alması.” (Müslim, Radâ’, 5) Ancak Peygamberimizin bu teşrilerinde yanlış yapmadığı ve ilahi hikmete uygun olduğu aşikardır. Çünkü ona bu bilgiler yine Allah tarafından verilmektedir. Günümüzde de, Hz. Peygamber’in itibarını azaltmak için bazı İslam düşünürleri, sadece Kur’an’ı esas aldıklarını ve hadislere itibar etmenin gerekli olmadığını ileri sürmektedirler. Bu düşünceler sadece İslam düşmanlarının işine yaramaktadır. Şeriat ülkelere göre değişmez. İçtihadın etkisi yine onu yaşayan insanların düşünce birliğindedir. İçtihad İslam'ın temel ilkelerine aykırı olmamak şartıyla dikkate alınabilir. Mu’âz b. Cebel hadisindeki, Mu’âz’ın kendi reyiyle hareket etmesi, onun keyfi olarak hareket etmesi anlamına gelmemelidir. Çünkü Mu’âz kendi düşüncesi, onun İslam Peygamberinden öğrendiklerinin bir sonucudur. Dolayısıyla o kendi düşüncesinde İslam'a aykırı bir sonuca gitmesi mümkün değildir. Çünkü İslam'ı temsilen gönderilen kişi muhakkak ki İslami eğitimi tamamen almış bir insandır. Bu İslami anlayışta bir insanın kendi reyiyle hareket etmesi kendi nefsiyle hareket etmesi anlamında olmayıp, öğrendiği İslami ilkelerle göre hareket etmesi demektir. Fakat bazı İslam dışı düşünürler, bu hadisi suistimal ederek insanların Kur'an ve sünnette görmediği hususlarda kendi nefsine göre karar verebileceklerine hükmetmektedirler. Bu ise tamamen yanlış bir şeydir. Şeriatta yerel unsurların da etkisi vardır. Şeri kanunu şekillendiren ve somut hale getiren fukaha, örf ilkesini esas almıştır. Örfün şeriattaki konumuna delil olarak şu hadis gösterilir: “Müslümanların iyi ve güzel gördükleri şeyler Allah katında da iyi ve güzeldir. Müslümanların kötü ve çirkin gördükleri şeyler, Allah katında da kötü ve çirkindir.” (Ahmet bin Hanbel, Müsned, c. 1, s.379) Bir başka rivayete göre Hz. Peygamber, “Allah, benim ümmetimi dalalet üzerine bir araya getirmez” buyurmuştur (Tirmizî, Fiten, 7). Bu rivayetler örfün şeriattaki yerini göstermektedir. Ayrıca Mecelle'de, “Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir” şeklinde bir ilkeye de yer verilmiştir. Şeriatın en belirgin özelliği, sekülerizm ile tamamen zıt olmasıdır. Çünkü şeriat hem dünyevi hem de uhrevi yönü olan ilahi kaynaklı bir sistemdir. Sekülerizm dini sadece insanların vicdanına, camiye, namaza ve birkaç kandil gecesini hapsetmiştir. Şer’i bir sistem, hayatı bir bütün olarak ele alır ve asla parçalanma ve bölünmeyi kabul etmez. Bu nedenle İslam şeriatın seküler yasalarla yönetilen ülkelerde uygulanması mümkün değildir. (Yayınlanma Tarihi : 22.08.2024 - Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)
|
KUR’AN AYETLERİNDE ŞERİAT Şeriat kelimesi, “suya giden yol” anlamında Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın gösterdiği yol için benzetme yapılarak kullanılmıştır. Bu benzetme su kaynağının tatlılığı, berraklığı ve güzelliği bakımından yapılmıştır. Şeriat kelimesinin temel anlamı ile ayetlerdeki kullanımları arasında çok güçlü bir anlam ilişkisi vardır. Şura suresinin 13. ve 21. ayetlerinde “şerea” fiili iki defa yer almaktadır. Burada şerea fiili yol belirlemek, yol göstermek anlamında kullanılmıştır. Casiye suresinin 18. ayetinde “şeriat” kelimesi “şere’a” kökünün isim halidir. Bu ismin geçtiği tek yer bu ayettir. Casiye suresinin bu 18. ayete kadarki kısmında Şura suresindekine benzer şekilde Yüce Allah'ın yarattığı harikalar ve insanın hizmetine sunduğu faydalar, O’nun yüceliği ve kudretinin delilleri olarak anlatılır. Bununla beraber bazı insanlar Allah'ı ve onun gönderdiği vahyi kabul etmemekte nihayetinde Cehennemi hak etmektedirler. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'den önce İsrail oğullarına kitap, nübüvvet ve hüküm gibi bir din ile ilgili çeşitli konuları açıklamış, fakat onlar ayrılığa düşerek dinin aslını ve asaletini koruyamamışlardır. İşte bunun sonunda, 18. ayette belirtildiği üzere Hz. Muhammed'e İslam dini hakkında açıklamalar yapılmıştır. Din, üzerinde yürünecek açık bir yol, yani yaşanacak hayat biçimi olarak anlatılmıştır. Bu ayetteki şeriat kelimesi yol, tarikat, hidayet, minhâc, din ve millet kelimeleri ile karşılık bulmuştur. Maide sueresinin 48. ayetinde geçen “şir’at” kelimesi de Kur’an’da tek olarak bu ayette geçmektedir. “Şir’at” kelimesi de “şere’a” kökünün isim halidir. Casiye suresinde geçen “şeriat” ve Maide suresinde geçen “şir’at” isimleri dil alimleri ve müfessirler tarafından genelde aynı anlamda oldukları kabul edilmiş ve bu kelimelere şu karşılıklar verilmiştir: yol (tarîk), gidişat (sünnet), takip edilen yol (mezheb) ve millet. Maide suresinin 48. ayetteki “şir’at” kelimesinin peşinden gelen “minhâc” kelimesine de çoğunlukla sünnet denilmiştir. Bu anlamları ilk yorumlayan kişi İbn Abbas ve onun öğrencileridir. Bu anlamda sünnet kelimesinin anlamı, bir peygamber tarafından gerçekleştirilen uygulamalar olduğu ifade edilmektedir. Şeriat, insana yol gösteren Allah'ın dünya hayatında takip etmesini istediği yoldur. O halde vahyin insana gösterdiği yol şeriattır. Her peygamber belli bir şeriatı ümmetine farz kılmıştır. Ancak Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in getirdiği şeriat diğer dinlerdeki şeriatı ortadan kaldırmıştır. Tek geçerli şeriat, onun getirdiği şeriattır. Diğer dinlerin şeriatları artık geçerli değildir. Bütün peygamberler silsilesinde, hatta Hazreti Muhammed'in peygamberliği devrinde yani Kur'an'ın vahyedildiği zaman aralığında olsun, dinin bazı uygulamalarındaki değişim vahyin kesilmesi ile bitmiştir. Bu saatten sonra dinin özü ve talimlerinde bir değişimden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü o zamana kadar değişim dinin kaynağı olan Allah tarafından gerçekleştiriliyordu. Buradan çıkan sonuç şudur: Hz. Muhammed ile birlikte son şekline ulaşmış olan din ve şeriatta bulunan temel hükümlerin sonraki tarihlerdeki sosyal zemindeki ihtiyaçlara cevaben değiştirilmesi mümkün değildir. Ancak zamanla insanların bazı yeni ihtiyaçlarına göre şer’i hükümlerin yenilenmesi, Allah tarafından görevlendirilen müceddidler tarafından yapılmaktadır. Bu amaçla Allah Teâlâ her yüz yılda bir insanlara, İslam dininin o günkü ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlayacak olan müceddidler göndermektedir. Müceddidler İslam dininin temel esaslarını değiştirmeden, İslam dininin o zamanına göre yeni yorumunu yapmaktadırlar. Bu yenileme işini her İslam alimi yapamaz. Gerçek müceddid Allah'ın tayin ettiği kişilerdir. Yapılan yenilikçi yorumlar Allah tarafından onlara ilham edilmektedir. Bu da vehbi ilimlerdendir. Müceddid olmak kişinin kendi kesbi ilmiyle gerçekleşmez. Yenileme olayı Allah'ın ilham ettiği kişiye bağlı olmayan bir yorumdur. Dolayısıyla bugün kesbi ilimlerle yapılan yenilik tekliflerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Geçen asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleridir. Ondan önceki asrın müceddidi ise Garibullah Hazretleridir. Bazı ilahiyatçılar, ilim adamları ve filozoflar dindeki bu yeni yorumlamayı herkesin yapabileceğini iddia etmektedirler. Onlara göre insan yaşamı değişen ve gelişen bir olgudur. Bu değişimleri ve gelişimleri fark eden ve İslam dininin esaslarını bilen insanlar yeni yorumlarla dini geliştirebilecekleri iddia edilmektedir. Bu iddia doğru değildir. Çünkü aslında insan yaratıldığından beri aynı yaşamı sürdürmektedir. Biyolojik yaşam ve ruhsal yaşam aynı şekilde devam etmektedir. Çünkü biyolojik yaşam insanın maddi hayatının devamı için gerekli gıdalara ve havaya ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç aynı şekilde devam etmektedir. Ruhsal yaşam ise Allah'a iman edip etmemekle belirlenmektedir. Çünkü kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olurlar (Rad, 13/28). Her devirde bu iman şarttır. Dolayısıyla ruhsal yaşamda da bir değişiklik yoktur. Zamanla değişen husus insanın bilgi hazinesidir. İnsan zamanla kendi iç dünyasını ve alemi inceleyerek bilgisini arttırmaktadır (Fussilet, 41/53). Bu ayet gereği insanın kendi iç alemini ve dış alemi inceleyerek elde ettiği bilgiler, onun düşüncesinde ve akıl yürütmesinde etkilidir. Bunu sonunda insanın ya imanı artar ve perçinleşir veya imanını kaybederek küfre düşer. Bu olgu insanın yaratılışından beri aynı şekilde devam etmektedir. İnsan devamlı değişmekte ve gelişmekte iddiasıyla İslam inanışı bir dereceye kadar çürütülmeye çalışılmaktadır. Onlara göre insan değiştiğine göre İslam şeriatı da zamana göre değişmesi ve yeniden yorumlanması gerekir. Bu düşünce son derece yanlıştır ve İslam dininin düşmanları olan küresel emperyalistlere hizmet etmektedir. Bunun sonunda insanlar bazı hükümleri yok saymakta ve kendilerine göre yeni hükümler vaaz etmektedirler. Örneğin tesettür, nafile ibadetleri gibi hususlarda aksi görüşler ileri sürerek İslam inancı yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bütün bunlar insanları İslam şeriatını inkar etmeye götürür. Buna karşı Müslümanların uyanık olması gereklidir. (Yayınlanma Tarihi : 15.08.2024 - Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)
|
ŞERİAT NEDİR? Şeriat Allah Teâlâ’nın, insanların hem dünyada hem de ahirette saadet elde edebilmeleri için koyduğu hükümlerdir. Bu hükümler insanı ve onun çevresindeki bütün alemi içine almaktadır. Şeriat: “Din”, “Allah’ın emri”, “İlâhî emir ve yasaklar” gibi manalara da gelmektedir. Şeriat sözcüğü “açık, belli olan yola” ad olarak konulmuştur. Ayrıca bu müstear olarak “dinin ilahi yolu” anlamın da kullanılmıştır. Bazılarına göre “suya inilen yere, sulama, su içme yerini, insanların kendisinden su içmek ve su çekmek için geldikleri yere, ya da suya giden yol” olarak tanımlanmıştır. Çünkü her kim ona gerçekten ve sıdkla girerse hem suya kanar hem de temizlenir. Burada “suya kanmadan” kastım bazı hikmet ehli kişilerin söylediği “içerdim ama kanmazdım, fakat ne zaman ki yüce Allah'ı tanıdım, içmeden kandım” sözüyle ifade edilmek istenilen husustur. Temizlenmekten kasıt ise günahlar ve kirden uzaklaşıp tertemiz pampâk olmaktır. (Ragıb El İsfahani) Şeriat, umumi manasına nazaran seçilmiş bir peygamber tarafından tebliğ edilmiş ilahi kanunlar demektir. Ahkam-ı şer'iye denilince, bundan ilahi kanunların hükümleri manasını anlamak lazımdır. Ve bununla asıl Kur'an'a, Hadise, İcmaa açık olarak dayandırılan hükümler kastedilmiş olur. Şeriat kavramının içinde, imani hükümlerin yanında ahlaka, ibadete ve günlük hayattaki işlere dair hükümlerin hepsi vardır. Genel anlamda, her peygamberin getirdiği İlahi kanunlara da şeriat denilir. Şeriat kelimesiyle, açıkça Kur'an'a, Hadise ve İcmaa dayanan hükümler kastedilmiş olur. Şeriat Kur'an ve sünnette ifade edilen hükümlerdir. Bu hükümler arasında ibadet, ahlak gibi bireysel hususlar olmakla birlikte, evrenin çalışmasında esas olan Allah'ın hükümleri ve koyduğu kanunlar da vardır. Bugün tabiat kanunları olarak ifade edilen ve pozitif bilimlerde ele alınan olgular da, Allah'ın koyduğu yasalar yani şeriattır. Çekim kanunları, elektriksel güçler, atomik güçler hepsi Allah'ın belirlediği kurallara tabidirler. Taneciklerin ve dalgaların hareketleri hep belirli bir yasayla olur. Bu yasalar hiçbir zaman değişmez. Bu yasalar Allah Teâlâ tarafından vazedilmiş ve her an için O’nun kontrolü altındadır. Bu hareketlerde en ufak bir sapma görülmez. “O, yedi göğü birbiri üzerine yarattı. Rahman'ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar döndür bak, göz aradığı bozukluğu bulmaktan aciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk, 67/3,4) Kainattaki varlıklar, Allah'ın “fıtri” kanunlarına isyansız itaat ettikleri için, bu alem muntazam ve mükemmeldir. Hiçbir yerde en küçük bir karışıklık yoktur. Demek insanlar da yaşayışlarında İlahi kanunlara isyansız itaat etseler, özlenen ahenge kavuşacak ve aradıkları saadete ereceklerdir. Uyumsuzluğun ve huzursuzluğun sebebi, isyan ve tuğyanlarıdır. Ahiret saadeti gibi, dünyevi huzurun da çaresi İslam'dadır. Bir insanın “Ben şeriatı istemiyorum” demesi kadar gaflet dolu bir ifade olamaz. Çünkü şeriatın hükümleri biz istesek de istemesek de geçerlidir. İnsanın iradesi ancak imanını belirlemekte sınırlıdır. Şeriatın Allah'ın yasaları olmadığını düşünen insanlar, İslam imanının şerefine sahip olmayan kişilerdir. Onların iman sahibi olmaması Allah'ın koyduğu hükümleri geçersiz kılmaz. İnsan istese de istemese de kalbi çalışır, kanı deveran eder, böbrekleri kanı süzer. Ben bunları istemiyorum demek, nasıl bir saçma ifadedir. Ancak insan inanmayarak, nefis ve şeytanın arzularına uyarak, şeriatın ibadet ve diğer emirlerini yerine getirmeyebilir. Bu onun için günaha girmesi ve ahiretini mutluluğuna kaybetmesi demektir. Şeriat, insanın hem dünyada ve hem de ahirette saadeti elde etmesi için bir vasıtadır. Şeriat ile bütün insanlar ve alem, Hakk’ın belirlediği esaslarla varlıklarını devam ettirirler. Bugünün pozitif bilim anlayışında, akıl ile her hakikate erişilme çabası boşunadır. Çünkü aklın gücü sınırlıdır. Her hakikati anlama ve yorumlama gücüne sahip değildir. Hakikati tam anlayabilmek için Peygamberin getirdikleri de dikkate alınmalıdır. Bu da İslam şeriatına tam olarak uymakla mümkün olur. Örneğin elektronların davranışlarını anlayabilmek için onların hem zahiri hem de batıni taraflarını bilmek gerekir. Bunun için İslam’ın öğrettiği Sırlar İlmini bilmek gerekir. (Bkz. Kuantum Teorisi ve Tasavvuf) Dünyayı ve insanı yaratan Allah Teâlâ, her zamanın ihtiyacına cevap verecek genişlik ve zenginlikte değişmez İlahî kanunlar koymuştur. Şeriat Müslümanlar için kurtuluş reçetesidir. Onu ilk tatbik eden Allah Resulü, insanlık tarihine misli olmayan bir asr-ı saadet yaşatmıştır. Râşit halifelerin o güzel idareleri, Hz. Ömer'in (ra) o parlak adalet örnekleri şeriatın eseridir. Bugün de İslam dünyasını çökertmek ve etkisiz hale getirmek için, İslam şeriatı kötülenmekte ve insanların ondan uzaklaşmalarına çalışılmaktadır. Bunlar yapanlar, İslam’ın kendi sömürülerine engel olduğunu düşünen emperyalistlerdir. Müslüman ülkelerini idare edenlere de şunu hatırlatmak istiyoruz: İlim asrında yaşıyoruz. Herşeye ilim ve îman gözüyle bakmalısınız. Muvaffak olmak istiyorsanız, Allah'ın kanunları olan İslâm şeriatına uygun hareket ediniz. Yoksa hiçbir hayırlı işte muvaffak olamazsınız! Çalışmalarınız, emekleriniz boşa gider. Millete ve memlekete bilmeyerek zarar vermiş olursunuz! Allah’ın hoşuna gitmeyecek, toplum huzurunu bozacak ve diğer insanların hakkını ihlal edecek davranışlar sergilemeyi tercih eden insan, İslam’a göre başıboş ve yaptırımsız bırakılamaz. Bu düzeni ve adaleti sağlayacak olan da şeriattır. Şeriatta hüküm koyucu Allah’tır. Başka herhangi bir kimsenin haram ve helalleri değiştirme, kural koyma hakkı ve yetkisi bulunmamaktadır. Peygamberler de ancak Allah’tan öğrendikleri hükümleri bildirirler (Necm, 53/3,4). (Yayınlanma Tarihi : 08.08.2024 - Makalenin tamamını okumak için tıklayınız) |
ŞEYHİM KÂMİL-İ MÜRŞİD HAKKI ŞİŞTAR (ks) HAZRETLERİ İstanbul’da gerçek bir Allah dostu, gerçek bir veli, gerçek bir kutup, gerçek bir kamil-i mürşid geldi ve geçti. Çok az insanın yakından tanıdığı bu Allah dostunun adı Hakkı Şiştar (ks) dır. Hakkı Bey, takriben 1900 yıllarında Üsküp Makedonya’daki Preşova kasabasında dünyaya gelmiştir. Buradan, mübadele zamanında ailesi ile birlikte Edirne’ye göçmüş ve oradan da Ankara’ya gelmiştir. Eğitimi hakkında bugün herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Ancak kendisinin Osmanlıca Türkçesini çok güzel yazıp ve kullandığını bıraktığı bazı notlardan anlıyoruz. Bununla beraber, kendisinin TC Devlet Demir Yollarında müfettiş yardımcısı olarak çalıştığını ve genç yaşta buradan emekli olduğunu biliyoruz. Hakkı Bey emekli olduktan sonra İstanbul’a gelip yerleşmiştir. İstanbul’da 1979 yılında vefat etmiştir. Kabri Topkapı mezarlığındadır. Hakkı Bey’i tanıyan insanların anlatmalarıyla, onun manevi hayatı hakkında elimizde bazı bilgiler mevcuttur. Hakkı Bey, kırk yaşlarında iken Hacı Bayram Veli Hazretlerinin talebesi olmuş ve ondan ledünni ilmi öğrenmiştir. Kendisi maneviyata girişini şöyle anlatmaktadır: “Bir gün trenle İzmir’e teftişe gidiyordum. Bulunduğum kompartımanda karşıma bir zat oturdu ve bana İzmir’de otele indiğimde akşam namazından sonra çekmek üzere bir tespih verdi. Ben de, otele gelip akşam namazını kıldıktan sonra bu tespihi çektim. Tespihi çeker çekmez, tespihi veren zat ile Hacı Bayram Veli Hazretleri karşımda zuhur ettiler. Hacı Bayram Veli Hazretleri o zata, “Bu bizim talebemizdir, onu biz yetiştireceğiz” dedi. Bunun üzerine diğer zat peki diyerek kayboldu. Bundan sonra Hacı Bayram Veli Hazretleri bana her gece gelerek manevi ilimleri (ledünni ilmi) öğretti.” Hakkı Bey, namazlarını aksatmadan kılabilmek için ikindi namazını bürosunda masasının arkasında kılardı. Ancak tek parti yönetiminde memurların bürolarda abdest almaları ve namaz kılmaları yasaklanmıştı. Bu husus genel müdürlük tarafından bütün memurlara tebliği edilince memurlar bürolarda abdest almak ve namaz kılmaktan kanun hükmüyle vazgeçtiler. Ancak Hakkı Bey ikindi namazlarını büroda kılmaya devam etti. Birgün genel müdürlükten bir görevli gelip kendisine büroda namaz kılmamasını bildirdi. Bunun üzerine Hakkı bey çekmecesini açıp içindeki hançeri görevliye göstererek şöyle dedi: “Kim ben namaz kılarken bana dokunursa onu bu hançerle vururum.” Haber genel müdüre gidince genel müdür, Hakkı beye büroda ikindi namazını kılması esnasında dokunmayın, fakat diğer bütün memurlara mani olun talimatını verdi. Hakkı beyin bu kesin tavrı karşısında bir şey yapamayan devlet onu haksız olarak doğu Anadolu’nun trenin gittiği en uç noktaya tayin etti. Hakkı bey bu tayin emrine uymayınca resen emekli yapıldı. Erken emeklilik onun emekli maaşının az olmasına neden oldu. Manevi yoldaki harcamaları fazla olduğundan zor duruma düştü. Kendi geçimini göz ardı ederek emekli maaşının büyük bir kısmını manevi ziyaretlerinin masrafları için kullandı. Hakkı Bey, aldığı manevi eğitimle velayet makamının en yüksek mertebelerine ulaşmıştır. Devrinin kutbu olmuş ve manevi yolda birçok hizmetlerde bulunmuştur. Hakkı Bey, emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşmiştir. İstanbul’da uzun bir süre Kadırga semtinde ve daha sonra da Fındıkzade’de mütevazi bir hayat sürmüştür. Türkiye’deki bütün evliyaları tanıyan ve onları kabirlerinde ziyaret ederek hizmette bulunan bir kişidir. Bunun için gece ve gündüz devamlı seyahat etmiş, bütün Allah Dostlarının kabirlerini ziyaret ederek onlarla manevi görüşmeler yapmıştır. Ancak bu görüşmelerin mahiyeti yakınları tarafından bilinmemektedir. Hakkı Bey, bütün parasını Allah yolunda bu şekilde harcamıştır. Geliri sadece emekli maaşı olmuştur. Kimseden hiçbir şekilde maddi yardım kabul etmemiştir. Daima kiracı olarak ömür sürmüştür. Vefatında oturduğu evde, geriye sadece bir yatak ve yorgan, çok eski bir hasır masa ve sandalye ve birkaç parça giyim eşyası kalmıştır. Hakkı Bey evlenmemiştir. Kendisinin ifadesine göre, yaşadığı manevi hayatın ve hizmetlerin, bir evlilik müessesi içinde yerine getirilmesi imkansızdır. Hakkı Bey’in İstanbul’da sadece iki müridi vardı. Bir de Lüleburgaz’da eskiden bir müridi olduğunu kendisi ifade etmiştir. Ancak bu mürit bugün bilinmemektedir. İstanbul’daki iki müridi hayattadır. Hakkı Bey, müridlerinin sorunlarının giderilmesinde yalnız hayattayken değil, vefat ettikten sonra bile yardımcı olmuştur. Hakkı Bey, son derecede mütevazi, eli açık, yardım sever ve sabırlı bir insandı. Ehl-i Sünnet itikadının gerçek bir temsilcisi idi. Dışarıdan, kendisinin bir veli ve bir kutup olduğunun anlaşılması kesinlikle imkansızdı. Kıyafeti ve görünüşü klasik bir devlet memurunu yansıtmaktaydı. Sakalı, cüppesi ve sarığı yoktu. İnsanlara da sadeliği öğüt verir ve aşırılıklardan kaçınmalarını tavsiye ederdi. Ahreti kurtarmanın yolunun, beş farz ibadeti yerine getirmek, anne babaya iyilik yapmak, hayırlı işlerle uğraşmak, doğru olmak, yalan konuşmamak ve haram yememek olduğunu ifade ederdi. Hakkı Bey, kendisinin ifadesiyle Melami idi. Ancak onun manevi dünyasını, etrafındakilerin anlaması çok zordu. Bu konuda fazla açıklama yapmazdı. Bazen cezbe halinde yaşar ve etrafındakileri tanımazdı. Kendisinin birçok kerametini gören insanlar vardı. Bu bakımdan çok sevilir ve herkes, ondan yardım ve dua için ziyaret ederdi. O da insanlara kendisine izin verildiği sürece yardımda bulunur ve dua ederdi . Hiçbir şekilde siyasetle ilgilenmemiştir. Müridlerine de siyasetle uğraşmamalarını tavsiye ederdi. Hakkı Bey, öğrendiği ilimleri ömrünün sonuna doğru kaleme alıp kitap haline getirmek istese de, Allah Teâlâ tarafından müsaade edilmemiş ve kendisinin ifadesiyle, bu bilgilerin kendisiyle birlikte ahirete gideceğinin bildirildiğini ifade etmiştir. Allah, bütün dostlara onun şefaatini nasip eylesin. Amin. (Yayınlanma Tarihi : 29.07.2024 - Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız)
|
HZ. İSA (AS)’IN TEKRAR DÜNYAYA GELMESİ Hz. İsa (as)’ın tekrar dünyaya gelip hükmetmesini hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar beklemektedirler. Bekleme şekilleri, bekledikleri yer ve onun gelme biçimine olan itikatları çok farklı da olsa, bugün yeryüzündeki Müslümanlar da Hz. İsa’yı en az Hıristiyanlar kadar merak ve hasret ile beklemektedirler. Zira, peygamberler zincirinin son halkası Hz. Muhammed (sav) de, İsa (as)’ın tekrar dünyaya teşrif edeceğini hadisleriyle haber vermiştir. Ayrıca Kur’an’ı Kerim’de İsa (as)’ın tekrar yeryüzüne gönderileceğine işaret eden ayetler vardır. Dolayısıyla Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi Hz. İsa’nın tekrar dünya üzerine döneceğine inanmaktadırlar. Bununla beraber Müslümanlar ve Hristiyanlar Hz. İsa'nın dünyaya tekrar geldiğinde gerçekleştireceği işler konusunda tamamen farklı inanışlara sahiptir. Hristiyanlar Hz. İsa'nın Mesih olarak kıyamete yakın dünyaya geleceğine inanırlar. Onlara göre Hz. İsa gelince Hristiyanlık dünyanın tek geçerli dini olacaktır. Herkes Hristiyan olacaktır. Kıyamete kadar da bu durum devam edecektir. Müslümanlar ise, Hz. İsa'nın dünyaya tekrar gelince Hz. Muhammed'in dinine tabi olacağını ve putperest Hristiyanlığı yok edeceğine inanırlar. Müslüman âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, şu an ruhu ve bedeniyle bambaşka bir âlemde bulunan Hz. İsa’nın ahirzamanda tekrar dünyaya döndürüleceğini ve bu hadisenin de yaklaşmış olan Kıyamet günü için bir işaret olacağını ima etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber, Hz. İsa’nın yeniden dünyaya gelişini bir Kıyamet alâmeti olarak hadislerinde belirtmiştir. "Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet gününde o, onlar aleyhine şahit olacaktır." (Nisa, 4/159) "Şüphesiz o, kıyamet saati için bir ilimdir. Öyleyse ondan yana hiçbir kuşkuya kapılmayın ve bana uyun. Dosdoğru yol budur." (Zuhruf, 43/61) Hz. İsa (as)'nın gelişi konusunda nakledilen hadisler tevatür derecesindedir. Birçok araştırmacı da alimlerimizin görüşlerinin bu yönde olduğunu aktarmaktadır. Hz. İsa (as)'nın yeryüzüne tekrar gelişi konusu kıyametin on büyük alametinden biridir ve birçok İslam alimi eserlerinde bu konuyu detaylı olarak ele almışlardır. Bu konudaki izahlar topluca değerlendirildiğinde Hz. İsa (as)'nın ikinci gelişi hakkında İslam alimleri arasında bir söz birliği olduğu açıkça görülür. "Sizler on alameti görmedikçe hiçbir zaman kıyamet kopmaz... Biri de İsa (as)'ın inmesi..." (Müslim, Kitabü-l Fiten: 39) "Kıyamet on alamet görülmedikçe kopmaz: Duman, Deccal, Dabbetu'l arz, Güneş'in batıdan doğması, İsa'nın yeryüzüne inmesi..." (Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, 5. cilt, s. 362) İslam Alimleri Hz. İsa (as)'nın gelişini, Akide (İnanılan ve İtikad Edilen Esas) konusu olarak değerlendirmektedirler. Ehl-i sünnetin inanç konularını açıklayan hemen tüm eserlerde, Hz. İsa (as)'ın kıyametten önce yeryüzüne geleceği, Deccal ile mücadele edip onu öldüreceği, gerçek din ahlakını dünyaya hakim kılacağı yer almaktadır. İslam alimleri, Kur'an-ı Kerim'de yer alan delilleri ve hadislerde bildirilen haberleri bir arada değerlendirerek, Hz. İsa (as)'ın dönüşüne inanmayı önemli bir inanç esası olarak kabul etmişlerdir. Hz. Ebu Hureyre (ra)’ın rivayet ettiği bir hadis şöyledir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin ederim! Meryem oğlu İsa'nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adaletli bir hakim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap'tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur." Hz. İsa bir veli olarak tekrar geleceğinden kendisinin bir peygamber olarak görev yapmamasından dolayı, makam izharı olmayacaktır. Onun gelmesi Hristiyanlık ve İslamiyet'in beraber hareket etmesi ve birleşmesi açısından önemlidir. Ayrıca Yahudiler de onun geleceğini biliyor ve nefret ediyorlar. Belki de onun bilinmemesi hizmeti açısından daha ehemmiyetlidir. Şayet bilinse rahat hizmet edemeyebilir. Risale-i Nur’dan öğreniyoruz ki, “ahirzamanda Hz. İsa’nın (semadan) nüzulü kat’idir.” Yalnız, bunu anlamak için tek boyutlu düşünce yerine müteaddit mana tabakalarını (bedahet, sarahat, işaret, ima, remiz ilâahir) nazara alan geniş bir tefekküre ihtiyaç vardır. On Beşinci Mektup’taki izah işte bu geniş tefekkürün önünü açacak niteliktedir. Buna göre “nüzul” meselesinin en mühim hikmeti ve anlamı şudur: “Ahirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak: (…) İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. (…) İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.” Biz Müslümanlar, Hz. İsa (as)’ın Allah’ın bir Peygamberi olduğuna inanır ve onu severiz. Onun tekrar dünyaya gelişi ile ilgili yaptığımız yorumlar, İslam inancının bize verdiği bilgiler çerçevesinde olmaktadır. Ancak her şeyin doğrusunu Allah Teâlâ bilir. (Yayınlanma Tarihi : 23.07.2024 - Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)
|
Eski Yayınlanmış Makale ve Yorumların Özetlerini Özetler Sayfamızdan okuyabilirsiniz |
Hadis Şerhleri |
1. Bölüm Oku |
2. Bölüm Oku |
3. Bölüm Oku |
4. Bölüm Oku |
5. Bölüm Oku |
6. Bölüm Oku |
E - Kitaplar |
Üç Güzellik Oku |
Tasavvuf ve Fizik Oku |
Bir Gerçek Veli Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler- 1.Bölüm Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler– 2.Bölüm Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler- 3.Bölüm Oku |
Sosyal Medyada Sohbetler 4.Bölüm Oku |
40 Hadis-i Şerif Oku |
İslâm Ahlâkı Oku |
Tasavvuf Sohbetleri Bölüm 1 Oku |
Tasavvuf Sohbetleri Bölüm 2 Oku |
Tasavvuf Sohbetleri |
Hayat ve Ölüm Oku |
Ruh Nedir ? Oku |
Nefs Nedir ? Oku |
Kalbin Hikmeti ve Sırları Oku |
Akıl Cevheri Oku |
Sevgi - Muhabbet Oku |
Besmele’nin Sırları Oku |
Fatiha’nın Sırları Oku |
Tecellilerin Hakikati Oku |
Allah Teâlâ’nın Zât ve Sıfatlarının Tecellileri Oku |
Esmâ-i Hüsnâ Oku |
Nur Tecellileri Oku |
İnsanın Halife Olmasının Hikmeti Oku |
Arif Kimdir ? Oku |
İnsanın Kendini Bilmesi Oku |
Marifetullah ve Muhabbetullah Oku |
Nefsin Özgürlüğü ve Ruhun Özgürlüğü Oku |
Ramazan Ayının Fazileti Oku |
Tasavvufta Hikmet Makamı Oku |
Namazın Sırları ve Güzellikleri Oku |
Sufilerin Namaz Hakkındaki Görüşleri Oku |
İbn Arabi (ks) Hazretleri Oku |
Vahdet-i Vücûd Oku |
Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd Oku |
Hakikat Arzı Oku |
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Oku |
Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) |
Yunus Emre (ks) Oku |
Şeyh Galib ve İnsanın Değeri Oku |
Hüsn ü Aşk Oku |
Su Hayatın Sırrıdır Oku |
Su Kasidesi Oku |
İsmail Hakkı Bursevî (ks) Oku |
Hacı Bayram-ı Velî (ks) Oku |
Hacı Bayramı Velî’nin Şiirleri Oku |
Hacı Bayramı Velî’nin Tasavvuf Eğitimi Oku |
Aziz Mahmud Hüdaî (ks) Oku |
Aziz Mahmud Hüdaî (ks) Hazretlerinin Menkibe ve Şiirleri Oku |
Şeyhim Kâmil-i Mürşid Hakkı Şiştar (ks) Hazretleri
|
Tasavvuf ve Şeriat Oku |
Tasavvuf Hakikatlerin İlmidir |
Ana Sayfa |