İlim ve Tasavvuf

Yeni Yayınlanmış 

Makaleler, Yorumlar ve Sohbetler

İlim ve Tasavvuf

Üç Güzellik:

İman, İlim, Tasavvuf

 

HOCA  AHMED  YESEVİ  -  FAKRNAME

Türkler arasında İslamiyet’in ve tasavvufun yaygınlaşmasına öncülük eden Ahmed Yesevî, Türkçe dile getirdiği Hikmetleriyle İslamiyet’in Türkler arasında hızlı bir şekilde yayılmasını sağlamanın yanı sıra tasavvuftaki incelikleri, tarikât adabını, usulünü, erkânını Fakrname adlı eserinde ele almıştır. Fakrname, Dîvân-ı Hikmet’in bir bakıma mukaddimesi özelliğini taşımaktadır. Muhteva itibariyle; tarikât adabını, usulünü, erkânını, kâmil bir şeyhin, bir dervişin vasıflarını, tasavvuftaki “Dört Kapı - Kırk Makam”ı temsil eder. Ahmet Yesevî, yolunun erkânını “Kırk Makam” esasına göre düzenleyen ilk Türk sufidir. Kendisini takip eden pek çok Türk sufîsinde de “Dört Kapı” sisteminin var olduğunu görmekteyiz.

Fakrname’nin içindeki konular, Hoca Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet isimli Türkçe eseri ve Risâle der Makâmât-ı Erbaîn isimli Farsça eserindeki konular ile büyük benzerlik göstermektedir. Ayrıca Ahmed Yesevî’nin müridi Sûfî Muhammed Dânişmend’in “Mir’âtü’l-kulûb” isimli eserindeki birçok cümle ve paragrafı, Fakrname’de bulmak mümkündür. Bu durum, bizzat Ahmed Yesevî tarafından yazılmasa bile, Farkname’nin içerik yönünden tamamen onun fikirlerinden ibaret olduğunu, bu sebeple Ahmed Yesevî’ye ait kabul edilebileceğini göstermektedir. Çağatay Türkçesi ile yazılmış olan Fakrname’nin Taşkent, Duşanbe ve Almatı kütüphanelerinde bazı mecmualar içinde yazma nüshaları bulunmaktadır. Ayrıca Divan-ı Hikmet’in bazı taş baskı nüshalarının başında Arap harfli olarak yayınlanmıştır.

İlk sufiler "yoksulluk" anlamına gelen fakr ile "Allah'a muhtaç olma" anlamına gelen fakrı birleştirerek bunu kendi meslekleri ve gayeleri haline getirmişlerdi. Onlara göre fakr (dervişlik) Allah'a giden yol, fakir de (derviş) bu yolun yolcusudur. Tövbe, vera, zühd, fakr, sabır, tevekkül, rıza şeklinde sıralanan tasavvuf makamların dördüncüsü olarak fakr kabul edilmiştir. Fakat fakr çok defa tasavvufi bir makam değil bir yol yahut metot olarak görülmüştür.

Sufiler daha sonraki devirlerde fakr anlayışını fena ve kulluk anlayışıyla birleştirmişlerdir. Buna göre Allah Mevla (rab), insan onun kuludur; kulun sahip olduğu her şey Mevlasına aittir. Şu halde iyi bir kul Mevlası karşısında hiçbir şeye sahip olmadığını yani fakir olduğunu idrak eder. Kul kendi varlığının gerçek sahibinin de Mevlası olduğunun şuuruna varınca fena mertebesine ulaşır. Fakr bu noktada tevhidin de en yüksek derecesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Hoca Ahmed Yesevi, “Fakrname” adlı eserinde Dört Kapı-Kırk Makam kavramını açıklamaktadır. Bu kavramı bilmeyen ve ona uymayanların kâmil bir şeyh ve derviş olamayacağını ifade etmektedir. Ahmed Yesevi eserinde böyle şeyh ve dervişler için şunları söylemektedir:  “Bizden sonra âhır zaman yakın olduğunda öyle şeyhler ortaya çıkacak ki İblîs, lânet onun üzerine olsun, onlardan ders alacak ve bütün halk onlara dost olacak ve (fakat) müritlerini idare edemeyecekler. O şeyhler ki müritlerinden açgözlülükle bir şeyler dilerler ve canlarını küfür ve dalâletten ayırmazlar ve bid'at ehlini iyi görürler ve sünnet ehlini kötü görürler ve şeriat ilmi ile amel etmezler ve nâmahremlere göz salarlar (bakarlar) ve kötülüğü âdet edip Allahu Taâlâ'nın rahmetinden ümitli olurlar ve şeyhlik işlerini değersiz görürler, (onların) müritleri de dinden çıkmış olur, kendileri de dinden çıkmış olur.”

Hoca Ahmed Yesevi dervişlere fakr’ın anlamını ve önemini kitabında şöyle anlatmaktadır: “Ey derviş, şeyhler daha önce gelenlerin fakîrliğini kabul edip, sözlerine uyup, ahkâm ve erkânlarını bilip, geçici istekleri terk edip, nefsi mücahede yayı ile parçalayıp kendisine itaat ettirip ve kanaatı âdet haline getirip, kazasına razı olup, belasına sabredip, nimetine şükredip, bildirilen risaleye göre amel edip Hüdâ-yı Taâla'nın emirlerini yerine getirse, dervişlik adı ona uygun olur; yoksa bunları bilmeden şeyhlik iddiasında bulunsa, kıyamet günü kara yüzlü olup mahcup olur. Öylelerinden Allah'a sığınırım. Fakîrlik mertebesi yüce bir makamdır, herkesin kolayca eline geçmez.”

Hoca Ahmed Yesevi, fakirliğin hor görülmesini şu sözlerle kınamaktadır: “Ve fakîri iyi görmek (değerli tutmak) imandandır ve fakîri bayağı tutmak (hor görmek) küfürdür. Nasıl ki Peygamberimiz Hazretleri, Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun, buyurdular: Amma fakîrlik mertebesi ve hürmeti yedi kat gökten ve yedi kat yerden daha yücedir. Ey derviş, bir kimse zenginleri dünyası için ağırlasa, ebediyete kadar Hüdâ-yi Taâlânın lânetine uğrar ve eğer fakîri hakîr görse ve horlasa, Hüdâ-yi Taâlâ (onu) pek çok azaba uğratır. Bu türlü hareket mü'minlerde olmaz, bilâkis münafıklarda olur.”

Şeyhlerin sultanı Hâce Ahmed-i Yesevî Hazretleri, Allah’ın rahmeti üzerine olsun, buyurdular ki (bir kimse) yetmiş edep ilmini bilmeyince, yetmiş makam yolunu aşıp gezmeyince, şeyhlik makamı iddiasında bulunsa, o derhal kâfir olur. Fakrdan temiz bir şey yoktur. Fakr gurbettir, aç olmaktır. Eğer insan aç olursa, temizliği ve zikri gitmez. Ver eğer tok olursa, fesatlar ortaya çıkar.

(Yayınlama Tarihi: 18.01.2025,    Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

HOCA  AHMED  YESEVİ - DİVAN-I  HİKMET

Tasavvuftaki Dört Kapı – Kırk Makam kavramı günümüzde Hacı Bektaşi Veli ile ilişkilendirilmektedir. Ancak bu kavram çok daha öncelerde kullanılmış ve tasavvuf eğitiminde esas alınmıştır. Günümüzde bilinmektedir ki, Dört Kapı – Kırk Makam kavramı ilk olarak Hoca Ahmed Yesevî tarafından yazıya dökülmüştür. Bu nedenle onun hayatını ve eserlerini incelemek önemlidir.  

Hoca Ahmed Yesevî edebi şahsiyetinden ziyade fikri şahsiyetiyle, tarihi hayatından ziyade menkıbevî hayatıyla Orta Asya Türk dünyasının en büyük ismidir. Onun gibi geniş bir sahada ve asırlarca tesirini devam ettirebilmiş bir başka şahsiyet gösterebilmek mümkün değildir.

Divan-ı Hikmet, Hoca Ahmet Yesevî'nin en bilinen eseridir. Bu eserde Allah aşkı, ibadet gibi konular işlenmiştir. Türk tasavvuf edebiyatının ilk eseridir.  Ahmet Yesevi, aslen bir şair değil, fikirlerini ve duygularını halka ulaştırmak için manzum hikmetleri tercih etmiştir. Onun hikmetleri derin fikirler ve ahlaki öğütler üzerine kuruludur. Yesevi’nin tarikat mensupları tarafından ortak bir eser olarak kabul edilen Divan-ı Hikmet, onun manevi öğretilerini ve dünya görüşünü yansıtan önemli bir metindir.

Ahmed Yesevî’nin hikmetlerinin başlıca gayesi, İslâm dinine yeni girmiş veya bu dini henüz kabul etmemiş Türkler’e İslâmiyet’in esaslarını, şeriat ahkâmını ve Ehl-i sünnet akîdesini öğretmek, Yeseviyye tarikatı müridlerine tasavvufun inceliklerini, tarikatın âdâb ve erkânını telkin etmektir. Bu sebeple hikmetler sanat endişesinden uzak ve sade bir ifade yanında didaktik bir özellik taşımaktadır. Ancak bazı hikmetlerde ifadenin sûfiyâne ve coşkulu oluşu onları basit manzumeler olmaktan kurtarmıştır.

Ahmet Yesevi aynı zamanda Yesevilik tarikatının da kurucusudur. Bu tarikat ve hikmet adlı şiirler, Anadolu’da İslamiyet’in yayılmasında oldukça etkili olmuştur. Ahmet Yesevi, daha sonra Anadolu’ya yayılacak olan tasavvuf anlayışının temellerini bu eserde atmıştır. Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Eşrefoğlu Rumi gibi gibi şairlerin yetişeceği manevi ortamı hazırlamıştır. Kurduğu Yesevilik tarikatının etkileri Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar yayılmıştır. Şiirlerini inançlarından aldığı güçle, şairlik iddiası taşımaksızın, inandıklarını, düşüncelerini halka daha iyi duyurabilmek için yazmıştır.

Elde bulunan Divan-ı Hikmet nüshalarına Hoca Ahmed Yesevi'den sonra aynı tarzda eser veren bazı Yesevi dervişlerine ait olan ve yine hikmet adıyla bilinen şiirler de karışmıştır. Ancak Divan-ı Hikmet’teki Hoca Ahmed Yesevi'ye ait şiirler ve gerekse Ahmed Yesevi'nin hikmetlerine benzetilerek diğer Yesevi dervişleri tarafından verilen eserler Ahmet Yesevi'nin manevi etkisiyle ortaya çıktıkları için tesirlerini aynı çerçevede değerlendirmek mümkündür.

Divan-ı Hikmet’te pek çok konu ele alınmıştır. Bu konulardan biri de sosyal eleştiri veya zamane eleştirisidir. Bu bağlamda hikmetlerde dikkat çekici eleştirilere rastlanır. Bu eleştirilerden bazıları doğrudan kendi nefsine yönelik olduğu gibi, bazıları da Yeseviliğe mensup dervişlerin hal ve hareketlerinde görülen aksaklıkları düzeltmeye yönelik eğitici bir mahiyettedir. Bazen de devrin ilim adamları ve idarecilerinin davranışları, verdikleri fetvalarla isabetsiz kararlarında ve davalarında yaptıkları haksızlıklar da kıyasıya eleştirilmektedir.

Ahmet Yesevî  Divan-ı Hikmet’deki şiirlerinde şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarından dem vurmaktan maksadını Allah’ı bulmanın derdine düşmek, Allah’ın huzurunda durmadan lafza-yı celȃl zikrine koyulmak, sürekli ağlayarak Allah’ı anmak, gereğince kul olup Allah’a kulluğa boynunu sunmak olduğunu ifade etmektedir.

Ahmet Yesevi'yi bugün ki zamane şeyhleriyle benzeştirmek ve Ahmet Yesevi dilinden bize kadar ulaşmış “hikmetler”i herhangi bir “dini manzume” olarak değerlendirmek büyük bir gaflet olur. Ahmet Yesevi'nin Divan-ı Hikmet’inde neredeyse bin yıldır Türk'ün gönül gözünü ısıtan bir ışık saklıdır. Bu ışığın hüzmeleri her bir hikmetin satırları arasında süzülerek ruh dünyamızı aydınlatmaya, uzun bir zulmet devrinden sonra bütün Türk yurtlarında yeniden başlamıştır. Hoca Ahmet Yesevi dün olduğu gibi bugün de dünya Türklüğünü dizleri dibinde bir araya getiren manevi yol göstericimiz olmaya devam etmektedir.  Hoca Ahmed Yesevi’yi bilerek veya bilmeyerek ne kadar eleştirseler de, onun kişiliğini ve misyonunu bozmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Çünkü Hoca Ahmed Yesevi bir Allah dostudur. Hz. Peygamber (sav) bir Kudsi Hadiste şöyle buyurmaktadır:

“Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Her kim bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı harb ilan ederim.”

(Yayınlama Tarihi: 12.01.2025,    Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)

DÖRT  KAPI - KIRK  MAKAM

Bektâşî inancında “Dört Kapı - Kırk Makam”, bir tarikata bağlı olan insanların geçeceği maddî ve manevi aşamalardır. Hacı Bektaş Velî, Makâlât adlı eserinde tarikatinin öğretisini “Dört Kapı - Kırk Makam” şeklinde düzenlemiştir. Ona göre kul, Tanrı’ya Kırk Makam’da erer. Kul bu kırk makamdan geçmedikçe gerçek bir insan-ı kâmil olamaz.

Dört Kapı ile kastedilen şunlardır: Şerîat Kapısı, Tarîkât Kapısı,  Mârifet Kapısı, Hakîkât Kapısı. Bunların her biri de onar makamdan oluşmaktadır. Toplamı Kırk Makamdır.

Şeriat kapısının makamları: İman etmek, İlim öğrenmek, İbadet etmek, Haramdan uzaklaşmak, Ailesine faydali olmak, Çevreye zarar vermemek, Peygamberin emirlerine uymak, Şefkatli olmak, Temiz olmak, Yaramaz işlerden sakınmak.

Tarikat kapısının makamları: Tövbe etmek, Mürşidin öğütlerine uymak, Temiz giyinmek, İyilik yolunda savaşmak, Hizmet etmeyi sevmek, Haksızlıktan korkmak, Ümitsizliğe düşmemek, İbret almak, Nimet dağıtmak, Özünü fakir görmek.

Marifet kapısının makamları: Edepli olmak, Bencillik, kin ve garezden uzak olmak, Perhizkarlik, Sabır ve kanaat, Haya, Cömertlik, İlim, Hoşgörü, Özünü bilmek, Ariflik.

Hakikat kapısının makamları: Alçak gönüllü olmak, Kimsenin ayıbını görmemek, Yapabileceğin hiçbir iyiliği esirgememek,
Allah’ın her yarattığını sevmek, Tüm insanları bir görmek, Birliğe yönelmek ve yöneltmek, Gerçeği gizlememek, Manayı bilmek, Tanrısal sırrı öğrenmek, Tanrısal varlığa ulaşmak

Kırk Makamın içinde maddî ve manevi hayata ait bölümler bulunmaktadır. Bu makamlar insanın sosyal hayatıyla da doğrudan ilgilidir. Kisiye bir yaşama tarzı ve bir anlayış vermektedir. Dört Kapı Kırk Makam son derece hassas bir sistemleştirmeye dayanır.

Dört Kapı - Kırk Makam kavramı yalnızca Hacı Bektaş’ı hatırlatmamalıdır. Diğer İslam mutasavvıfları da bu konuda şiirler yazmışlar ve yorumlamışlardır. Hacı Bektaşi Veli her makam için ayet ve hadislerden deliller getirmiştir. Bu nedenle Dört Kapı-Kırk Makam kavramı İslam tasavvufunda genel bir görüş olarak kabul edilir. Dolayısıyla Dört Kapı-Kırk Makam esaslarına göre hareket eden bir Müslüman hakikat sırrına ermekte ve insan-ı kâmil mertebesine ulaşmaktadır.

Hacı Bektaşi Veli’nin Makâlât adlı kitabındaki açıklamasına göre, bir kimse bu kırkı makamı bilip, elinden geldiği kadar riayet etmez ise, o kimse ne “Bektaşi” ve ne de “İnsan-ı Kâmil” olabilir. Kâmil bir insan olmak için bunları yapmak gerekir. Bu Kırk makamın hepsine “şeriat” kapısından girilir. Şeriata uymayan hepsinden mahrum kalır. Diğer kapılara ve makamlara çıkmak şeriate uymaya bağlıdır. Şeriatten kıl kadar ayrılanın tarikattan, marifetten ve hakikatten hiçbir nasibi yoktur.

Dört Kapı – Kırk Makam düşüncesi ilk önce Ahmet Yesevî (1093-1166) tarafından “Fakirname” adlı kitabında dile getirilmiştir. Bu kitapta inanç dört bölüme ayrılarak öğrenme kolaylığı sağlamak hedeflenmiştir. Bu görüş daha sonra “Makalat”ta da aynı şekilde ifade edilmektedir. 

Hacı Bektaşi Veli, kırk makam ile ilgili olarak Makâlât adlı kitabında şunları zikretmektedir: “Kırk Makam budur ve biz onu ifade ettik. Eğer sen de hemen bilirsen (öğrenirsen) iyidir. Eğer bu kırk makamın birisi eksik olursa, hakikat tamam olmaz; çünkü şartı eksik olur.  Mesela, bir kişi diliyle iman etse ve gönlüyle etmese öşürü, zekatı tam vermese, hacca giderken yoldan geri dönse, Tanrı Ta’âlâ’nın hükümlerinden birini batıl saysa veya Muhammed Mustafa’yı inkar etse, Hz. Muhammed’in sahabelerinden birini haksız bilse, işlediği bütün ameller heba olur.”

Ancak günümüzde Bektaşi ve Alevilerin bir kısmının, yukarıda anlattığımız Hacı Bektaş’ın nasihat ve tavsiyelerine uymadıkları görülmektedir. Örneğin şeriat ile ilgili emirlere uyulmadığı, beş vakit namazın ve Ramazan ayının orucunun terk edildiği gözlemlenmektedir. Ayrıca içki içilmesi yasak olduğu halde ayinlerde bile içkinin içildiği görülmektedir. Peygamberimizin ashabına hakaret edildiğine rastlanmaktadır. Bütün bunlar Hacı Bektaş Veli’nin, tarikatının temel esası olarak vazettiği Dört Kapı – Kırk Makam anlayışına aykırıdır. Tasavvuf yolunda mesafe almak isteyenlerin bu yanlış davranışlardan uzaklaşmaları, kendilerinin hem dünya hem de ahiret menfaatleri için önemli ve gereklidir. Çünkü hidayete ermek ve Allah’a ulaşmanın yolu İslam şeriatına uymakla başlar. Diğer bütün kapılar ancak şeriat kapısı geçildikten sonra geçilebilir.

 (Yayınlama Tarihi: 02.01.2025,    Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

 

HACI  BEKTAŞİ  VELİ’NİN  MARİFET  ANLAYIŞI

7.-13. yüzyıllarda isminden çok söz edilen sufilerinden Hacı Bektaşi Veli’nin  tasavvuf anlayışında da marifetin önemli bir yeri vardır. Onun tasavvufî eğitim sisteminin merkezinde yer alan “dört kapı, kırk makam” anlayışının kapılarından biri marifet kapısıdır.  Bu nedenle Ariflerin üstünlüğü ulaştıkları bilginin kıymetiyle doğrudan ilişkilidir. Bu bakımdan Hacı Bektaşı Veli’nin tasavvuf düşüncesini anlamak için, onun marifet anlayışını kavramak gereklidir.

Hacı Bektaşi Veli kitaplarında marifeti bir ağaca benzetir ve şöyle der: “Marifet ağacının başı tevhiddir. Özdeki imandır. Kökü yakınlık ve tevekküldür. Budakları nehy-i münker, suyu havf ve recâ, yemişleri ilim, yeri mü’minlerin gönlüdür. Başı arştan yukarıdadır.” Onun bu ifadeleri, doğru bir imana sahip  olmadan  marifete ulaşmanın mümkün olmayacağı demektir. Bunun için dinin emir ve yasaklarına riayet etmek önemlidir.

Hacı Bektaşi Veli Marifetin makamlarını şöyle sıralamaktadır: Marifetin birinci makamı edep; ikinci makamı korku; üçüncü makamı perhizkârlık; dördüncü  makamı sabır ve kanaat; beşinci makamı utanmak; altıncı makamı cömertlik; yedinci makamı ilim; sekizinci makamı miskinlik; dokuzuncu makamı marifet; onuncu makamı kendini bilmektir. Nitekim Hazreti Resul buyurur ki “kendi nefsini bilen, Rabb'ini hakkıyla bilir.”

Hacı Bektaş’a göre marifet ilmine sahip olmuş arifler, Allah’ı tanımaları ve ahirette kendilerine yarar sağlayacak bilgilerle kuşanmış olmaları itibariyle âlim, âbid ve zâhidlerden daha üstün bir konumda yer almaktadır. Arifler hayatın anlamını ve dünyanın değersizliğini anlamış, kalplerini temizleyerek Allah’tan gelen tecellilere ve gaybî bilgilere mazhar olmuşlardır. Bu anlayışı itibariyle Hacı Bektaş’ın sünni tasavvuf düşüncesi geleneğindeki diğer sufilerle aynı çizgide olduğu görülmektedir.

Hacı Bektaş’ın şeriatın ilkelerine ne kadar önem verdiğini kitabında verdiği şu örnekle daha iyi anlaşılmaktadır. Ona göre “Bir kuyuya bir damla içki damlasa, o kuyunun suyunu bir defa çıkarıp başka yere dökseler, o suyun döküldüğü yerde ot bitse ve o otu koyun yese, takva ehlinin sözüne göre o koyunun eti haramdır.” Çünkü temelinde içkinin olduğu yerde hayır yoktur.  Ona göre şeriatın temel ilkelerine riâyet etmeksizin tasavvuf yolunda ilerlemek mümkün değildir. Şeriattan sonra tarikat kapısına, sonrasında ise marifet kapısına ulaşılacaktır.

Bugün birçok Bektaşilik kutlamalarında içki içilmekte olduğunu görüyoruz. Bu ülkemizde olduğu gibi dünyanın diğer ülkelerinde de aynı şekilde uygulanmaktadır. Oysa yukarıda Hacı Bektaş’ın verdiği örnek bunun kendisi tarafından kabul edilmediğini açıkça göstermektedir. Bugünün Bektaşilerinin bu hususu dikkate alarak eylemlerini düzeltmeleri gerekmektedir.

Hacı Bektaşi Veli kitaplarında marifete kalb ile ulaşılacağını ifade etmektedir. Ona göre insanın ikisi başta ikisi de gönülde olmak üzere dört gözü bulunmaktadır. İnsan nasıl ki baş gözüyle halkı (yaratılmışları) görüyorsa, gönül gözüyle de Hâlık’ı (yaratıcıyı) müşâhede edebilmektedir. Hacı Bektaş’a göre marifet bir manadır. Mana ise Yüce Allah’ın cemalini görmektir. Herkes Allah’ın cemalini görmeyi arzular. Ancak Hak Teâlâ ancak mümin kullarını buna mazhar kılacaktır. Hacı Bektaş’a göre Hz. Peygamber’in şu hadislerinde, “Müminin kalbi, Allah’ın evidir.” ve “Müminin kalbi Allah’ın arşıdır.”, ifade edilmek istenen budur.

Hacı Bektaş’a göre ariflerde iman akılla, marifet ise gönülle tahakkuk eder. Allah’a gönülden inanmayan kimse ise münafık hükmündedir. Buradan Hacı Bektaş’a göre marifetin imanın daha üst bir boyutu olduğu anlaşılır.

Akıl aya, marifet güneşe, ilim de yıldıza benzer. Dünyada güneş doğar ve uyanır. Fakat marifet hangi gönülde doğarsa o gönül uyanır; başkası uyanmaz.

(Yayınlama Tarihi: 26.12.2024,    Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

MARİFET  MAKAMININ  İLİMLERİ  (2. Bölüm)

Allah'ın hükmünü bilmeyen kimse Allah'a tam anlamıyla kul olamaz. Allah'a tam ibadet edemez. Hiç kuşkusuz Allah cahil bir kimseyi kendisine Veli ittihaz etmez. İşte bu anlattıklarımız Marifetin babları ve fasıllarıdır. İnsan bu bilgileri tam anlamıyla öğrenip kendine mal edebilirse, o zaman o kimse Arif olarak isimlendirilir.

Allah ehlilerine göre Allah'ı bilip tanıyan alimlere Arifler denir. Ayrıca Allah'ı zevk yoluyla tanıyıp bilme ilmine de Marifet adını verilir. Marifet makamının ehilleri için bu makalede anlattıklarımızın bilinmesi gereklidir. İslam alimleri bu hususta büyük çapta hemfikir halindedirler.

Bu makalede ele aldığımız hususlar özellikle İbn Arabi'nin Vahdet-i vücut anlayışının sonuçlarıdır. Bu anlayış bazı İslam alimleri tarafından eleştirilmiştir. Bu nedenle İbn Arabi'nin marifet hakkındaki görüşlerini kabul etmemişlerdir. Örneğin evrendeki mevcudatın hayal olmadığı ve gerçek olduğu iddia edilmiştir. Ancak burada nasıl İbn Arabî'nin “Hayal” kavramını tanımlamak ve kavramakta güçlük varsa, aynı şey “gerçek olma” kavramının tanımlamasında ve kavranmasında problem vardır. Gerçek kavramı bütün filozoflar tarafından çok farklı şekillerde algılanmış ve açıklanmıştır. Bu nedenle biz İbn Arabî'nin marifet ile ilgili görüşlerini saygıyla karşılıyor ve onlara katılıyoruz.

Allah Teâlâ akıl diye isimlendirilen kuvveti yarattı. Ayrıca bu akıl kuvvetine Hakk’ın hakikatin kendisine verdiği şeyleri ve düşünme gücünü, verdiği hükümleri kabul etme niteliğini de verdi. Allah Teâlâ düşünce gücüne varlıklar üzerinde tasarruf etme gücünü ve hayalin kendisine sağladığı imkanlarla onlar üzerinde tahakküm etme gücünü de vermiştir.

Allah Teâlâ, insanın bu konuda kusur işleyebileceğini bilerek ona şöyle hitap etmiştir: “Allah sizi kendisini düşünmekten sakındırır. Çünkü Allah kullarını esirger, onlara acır.” (Ali İmran, 3/28). Buna göre Cenab-ı Hak zatı hakkında düşünmekten bizleri sakındırmaktadır. Aynı şekilde Allah Resulü de, Allah'ın zatı hakkında düşünmemizi bize yasaklamıştır.

Allah Teâlâ, Resulüne şeriatı göndererek akılların düştüğü çelişkileri ortaya koyup açıklamıştır. Hz. Peygamber (sav) de, Allah'ın buyruklarını insanlara bildirmiş ve onları ümmetine tebliğ ettiğine dair Allah'ı ümmeti üzerine şahit tutmuştur. Bu nedenle Allah'ın zatı hakkında ileri sürülen ihtilaflı düşüncelerden uzak durmak gerekir.

Sahih ve doğru olan ilim şudur: Allah zat olarak meçhuldür, bilinmez. Onun sıfatlanmış olduğu geçerli olan sıfatın hakikatini doğru olarak, tam olarak bilmek te mümkün değildir. Bu nedenle insanlar, şeriat onlara ne getirdiyse onlar üzerinde sebat etmesi, onlar üzerinde sıkıca durması kendi selameti ve kurtuluşu açısından önemlidir. Allah'ı en iyi bilen yine O’dur.

Allah sözü en doğru olandır. Biz O’nu tam olarak bilemeyiz. Ancak O’nun bize bildirdiği kadarıyla O’nu tanıyabiliriz. “O’ndan başka Tanrı yoktur, O azizdir, O hakimdir.” (Ali İmran, 3/6,18)

“Senin kudret ve şeref sahibi olan Rabbin onların ileri sürdükleri vasıflardan münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun ve alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.” (Saffat, 37/180-182) 

(Yayınlama Tarihi: 17.12.2024,    Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

MARİFET  MAKAMININ  İLİMLERİ  (1. Bölüm)

Veli kulun Allah hakkında bildiği şeylere Marifet denir. Her ne kadar Veli'nin sevgisinin berraklığını görünüşte birtakım kederler bozsa da ve gayesini tamamlamak için kendisinden herhangi bir keder zuhur etse de, Allah'ın veli kulu ondan ancak göz kapaklarını açıp kapaması kadar uzak kalır. Bu nedenle Allah veli kulunu itikadı son derece kuvvetli biri yapar. Çünkü ancak senin halini hatırını soran bir kimse seninle ilgilenir. Öyleyse veli kul sevinsin. Çünkü kalbi selimdir ve gönlü huzurludur.

Marifet İlmi velilerin ilmidir. Bu ilim Sırlar İlmi diye de isimlendirilir. Bu ilmin sahibi olan âlimler bütün ilimleri bilir ve onun ilmi bütün ilimlerin hepsini kapsar. Ancak öteki ilimleri bilenler için böyle değildir. Bu nedenle her şeyi kuşatan bütün bilgileri ihtiva eden bu ilimden daha şerefli bir ilim yoktur.

Marifet ilahi bir niteliktir. İlahi isimler arasında onun lafız olarak bir varlığı yoktur. Fakat o sadece Bir’i ister ve Bir’i kabul eder. Tasavvuf ehline göre marifet geniş büyük bir yoldur. Ancak amel ve takva ile o yola sülük etmekle elde edilen her ilim bir marifettir. Çünkü o ilim hakikat ehlinin keşfinden ileri gelir ki fikri nazardan düşünme yoluyla hasıl olan ilmin tam zıddıdır. O ilmin içine asla şüphe ve kuşku girmez. Buna mukabil fikri ve nazari ilim hiçbir zaman şüpheden salim değildir. Bu ilme şüphe karışabilir, onda hayret ve şaşkınlık olabilir. Ona ulaştıran şeyde kusur, eksiklik ve noksanlık olabilir.

Akıllı bir insan için Allah'ı tanımak, bilmek istediği zaman peygamberlerin diliyle Allah'ın kitaplarında Kendisi hakkında haber verdiği şeyler de Allah'ı taklit etmesi gerekir. Eşyayı tanımak bilmek istediği zaman ise duygularının ve aklının kendisine verdiği şeylerle eşyayı tanıyamayacağına göre Hakk Teâlâ onun işitmesi, görmesi ve diğer duyuları oluncaya kadar Allah'a itaat etsin ve O’na ibadet etsin. Böylece bütün işleri Allah'la bilsin. Allah'ı da yine Allah'la bilsin. Çünkü O’nu taklit etmek gerekir Dolayısıyla Sen Allah'ı Allah'la, ayrıca bütün eşyayı, bütün işleri de Allah'la tanıdığın, bildiğin zaman artık bu bilme işinde sana bir bilgisizlik, bir şüphe, bir kuşku ve bir tereddüt gelmez.

Marifet ilmi sahibi olanlar arasından kâmil olan kimse, her şeye her işe öyle keskin bir bakışla bakarken Allah'ın o şeye vermiş olduğu yaratılışı hemen görür ve ona hakkını verir. Sonra her şeyin yaratılışından çıkan şeyler hakkında Allah'ın kullarına bildirdiği şeyleri görür ve ayette geçen “sonra O doğru yola iletti” beyanının anlar. Aynı şekilde her yaratılanı da yaratıcının ona verdiği konuma, yerli yerine koyar. İşte bu tür insanlar hata etmezler ve temel konularda ve yan konularda usul ve firûda mutlak olarak hata etmezler. Dolayısıyla her müçtehid, hem asıl konularda hem de yan konularda isabet eder, doğruyu yakalar. 

İbn Arabî'ye göre marifet yedi ilmi bilmekten ibarettir. Bu yol Allah'ın kulları arasından has, seçkin kimselerin seyr-i sülük ettiği, izlediği yoldur. Bu yedi ilmi şöyle sıralayabiliriz: Hakikatler ilmi, Eşyada Hakk’ın tecellisi ile ilgili olan ilim, Hakk Teâlâ'nın mükellef kullarına şeriatların lisanlarıyla hitap etmesi ile ilgili olan ilim, Varoluş içindeki mükemmellik ve noksanlıkla ilgili ilim, İçerdiği hakikatler bakımından insanın kendini tanımasıyla ilgili olan ilim, Hayal ve hayalin bitişik (muttasıl) ve ayrı (munfasıl) alemi, İlaçlar ve hastalıklar ilmi. Bu yedi meseleyi tam olarak bilen kimseye marifet diye adlandırılan şeyi elde etmiş olur. İslam alimlerinin ekserisinin marifet konusunda söyledikleri şeyler bunları kapsar.

Uluhiyetin mükemmelliği şeriatlarda tezahür etmiştir.  Ancak akli delillerle bunu anlamak mümkün olmaz. Çünkü aklın kemâl ya da mükemmel olarak gördüğü şeyin aynısı Allah katında bir noksanlık olabilir. Allah Teâlâ akılların, duyguların ve hayalin idrak edemeyeceği kadar yücedir. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Tanrı mükemmellik konusunda münferittir (tektir). Bunu O’ndan başka kimse bilemez. Bunu O’nun dışında kimse müşahede edemez. Hiç kimse O’nu ilmen ihata edemez. Hiç kimse O’nu aynen göremez. Ancak eserler müşahede edilir. Cenabı Allah maksud olur, O’nun Yüce rütbesi için hamd edilir. Hem münezzeh hem müşebbeh bir İlah olarak O’na ibadet edilir. İşte ilahi kemâl budur.

(Yayınlama Tarihi: 08.12.2024,    Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

DUANIN  HİKMETİ

İslam’da “Dua Etmek” en önemli ibadetlerden biridir. Dua Allah’a yalvarmak, yakarmak, niyaz etmek, çağırmak, yardım dilemektir. Kelime anlamıyla dua  çağırma anlamına gelir. İnsan dua ile Allah’a yakınlaşır ve ruhen tatmin olurak huzura erer. Dua insanın Allah’a kulluk faaliyetlerinin asıl unsurudur ve bu nedenle önemli bir ibadettir.

Dua aynı zamanda zikir sayılır. İslâm literatüründe çoğunlukla “ezkâr ve ed‘iye” (Zikirler ve Dualar) gibi ifadelerle bu iki kavramın birlikte kullanılması duanın içerdiği saygının bir sonucudur. Buna göre duada biri zikir ve saygı, diğeri herhangi bir dilek olmak üzere iki unsur bulunmaktadır.

Duanın özünde şunlar mevcuttur: Zihnin maddî olmayan aleme doğru çekilmesi, her şeyin değişmez ve üstün prensibinin huşû içinde bir temaşası, ruhun Allah’a doğru yükselişi, hayat denilen mucizeyi yaratan varlığa karşı aşk ve tapınma ifadesi; her şeyi yaratan, en üstün kemal, kudret, kuvvet ve güzellik kaynağı, herkesin kurtarıcısı ve hamisi olan görülmez bir varlıkla irtibata geçilmesi, Allah’ın durmadan taşan sevgi ve alâkasına kulun verdiği bir karşılık.

"Bana dua edin ki size icâbet edeyim. Bana (dua ve) ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mümin, 40/60)

Dua kulluğun gereğidir. Kulluk ise gönülden Allah’a yüz çevirmektir. Kul aczini ifade edip, dua ile Allah’a iltica etmelidir. Kul, tedbiri Allah’a bırakmalıdır. Hikmetine itimat etmeli ve rahmetinden ümitvar olmalıdır. Bütün mevcudat, Hakk’a yönelmiş olarak O’na iltica ile dua etmektedir. Dua kulluğun bir ifadesi olduğundan, onda ibadet kastı ve gayesi hakim olmalıdır. Bu nedenle dua sadece kabul edilmesi gereken bir ihtiyaç dilekçesi olarak görülmemelidir.

İslâmî hayat anlayışında insanın Allah’a doğru bir yöneliş halinde O’nun ilgi ve rahmetini isteyerek dua etmesi önemlidir. Bir hadiste Allah’ın kendisine tövbe edilmesinden duyduğu sevinç, çölde devesini kaybedip sonra bulan kimsenin sevincine benzetilmiştir.

İnsan tabiatının ahlâkî ve manevi yönelişlerinin ihmal edilmesi onu manen duygusuz bir varlık haline getirir. Bu durum onun toplum içinde pozitif bir varlık olmasını engellemektedir. Buna karşı, dini inançların güçlenmesi, toplumun birlik halinde kalması için gereklidir. Bu da İslam dininin hedeflerinden biridir. Bireysel ve toplumsal faydalar için dua edilmesi İslam’ın emirleri arasındadır.

Dua, yalnız Allah için ve Allah’a yapılır. Yani, insan istediğini sadece O’ndan ister, başkasından bir şey istenmez. Çünkü, O’ndan başka hiçbir güç ve kuvvet insanın isteklerini yerine getiremez. Gerçek güç ve kuvvet O’nundur.  Önemli bir iş için duaya başlamadan önce sadaka vermek ve iki rekat namaz kılıp abdestli ve kıbleye yönelik olarak dua etmek, önce Allah’a hamd edip sonra da Peygamberimize salavat getirmek, duanın kabulü için önemli şartlardır.

Duanın kabul olması için gerekli şartlardan biri, dua eden kimsenin yediği rızkın helal olmasıdır. İslâmî kaynaklarda diğer ibadetlerde olduğu gibi dua için de bazı şartlara riayet edilmesi istenmiştir. Buna göre dua eden kişinin konumuna uygun bir edep içinde olması gerekir. Nitekim bir nevi dua olan namazda kulun nasıl hareket edeceği tarif edilmiştir. Bu hareketler dış görünüşü bakımından insanın saygı ve sığınma tavrını belli bir disiplin içine almıştır ve özü itibariyle Allah’ın huzurunda güçsüzlüğünü, noksanını, hamd, şükür ve yardım isteklerini sunmayı ifade eder.

Duanın edeplerinden biri, duanın kalb huzuru ile yapılmasıdır. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, kalbi gaflet içinde olan kulun duasını kabul etmez.”

“Dua günahkarların ilahi affa nail olmaları için çıkacakları merdivendir.” “Dua, Allah ile kul arasında haberleşmedir, devam ettiği sürece her şey güzel ve hayırlıdır.”, “Dua, günahkarların dilidir.”, “Allah bir müminin kusurlarını itiraf edip özür dilemesini nasip ettiğinde, ona derhal af kapısını açar.”

(Yayınlama Tarihi: 22.11.2024,    Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

 

MARİFET  NEDİR?

Marifet, tasavvuftaki son hedefe varma yolunda aşılması gereken son aşamadır. Bilindiği üzere tasavvuftaki vuslata erme (Allah’a kavuşma) yolundaki aşamalar şeriat, tarikat, hakikat ve marifettir. Sufiler marifet makamında Allah Teâlâ hakkında en fazla bilgilere sahip olmaya çalışırlar. Marifet, uçsuz bucaksız sema ve  sonu gelmez yolculuktur. Bir kul, bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ın marifetinde ne kadar ileri giderse gitsin, önünde yine sonsuz bir mesafe vardır.

Marifet, Allah ve O'nun sıfatlan, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında manevi tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi anlamında bir tasavvuf terimidir. Sözlükte masdar olarak "bilmek, tanımak, ikrar etmek", isim olarak "bilgi" anlamına gelen ma'rifet (irfan) kelimesi ilimle eş anlamlı gibi kullanılmakla birlikte aralarında bazı farklar vardır. İlim tümel ve genel nitelikteki bilgileri, marifet tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. İlmin karşıtı cehil, marifetin karşıtı inkardır. Bu sebeple ilim kelimesi her zaman marifetin yerini tutamaz.

Sufiler marifetin ledünni (manevi) bir ilim sayıldığı görüşündedirler. Onlara göre bu ilimde vehmin tesiri bulunmadığından ismet (masumiyet, saflık) vardır. Diğer ilimler ise vehmin etkisi altında oldukları için saf ve masum değildirler. Bu nedenle süluk ile ve yaşanarak öğrenilen bu bilgilerin aynı konularda akli istidlal ve kıyaslarla yahut belli metinleri okumakta elde edilen bilgilerden daha üstün olduğuna inanılır. Nitekim Cüneyd-i Bağdadî, "Mavi gök kubbesinin altında bizim ilmimizden daha şerefli bir ilim olsaydı gider onu öğrenirdim" demiştir.

Bütün varlıkların fıtratında marifet arzusu vardır. Çünkü sufilere göre marifet: "Kalbin Allah'la olan hayatı ", "AIIah'ı sıfat ve isimleriyle tanıyanın niteliği", "birbirini izleyen nurlarla Hakk'ın kalplere doğması", "ilahi bir na't/vasıf", "kalbe atılan bir nurla iç aydınlığa kavuşma hali", "kalp gözüyle ilahi gerçekleri görmek"tir. Bu tarifler söz konusu bilginin mahiyetini tanıtmaktan ziyade kaynağı, elde ediliş yolu ve biçimi, gerçekleşme şartları, güvenilirliği, çeşitleri, etkileri ve sonuçları gibi hususlarla ilgili olup bunların her biri marifetin ayrı bir yönüne vurgu yapması bakımından önemlidir.

Genellikle marifet dille anlatılan ve öğretilen bir şey olmaktan çok susarak anlaşılan ve öğrenilen bir şeydir. Bundan dolayı Zünnûn el-Mısrî'nin tasavvuf yoluna girmek isteyenlerin marifet ehlinin yanında sükut etmelerini ve marifet iddiasında bulunmamalarını tavsiye ettiği kaydedilmektedir. Önemli olan sadece dilin değil nefsin ve zihnin de susmasıdır. Hakk'tan başkasıyla meşgul olmamasıdır. Sükut tefekkürü temin ettiği ölçüde marifet tahsil etmenin aracıdır. Gazzalî marifeti, "Allah'ın kulunun kalbine attığı bir nurla kulun daha önce isimlerini bildiği şeyleri açık seçik görmesi" şeklinde tanımlamıştır.  Buna göre marifet sırf bir lutûf olarak Allah'ın kuluna verdiği bir ışıktır. Hz. Ali'nin, "Allah 'ı Allah'la, O'ndan başkasını da O'nun nuru ile tanıdım" sözünün anlamı budur. Allah kendisini kime tanıtırsa O'nu ancak o tanır.

Abdurrahman-ı Cami'ye göre marifetin dört mertebesi vardır. Tasavvuf yolcusu (salik) birinci mertebede baktığı her şeyi Hakk'la bağlantılı olarak görür; ikinci mertebede gördüğü her eserin Hakk'ın hangi sıfatıyla ilişkili olduğunu bilir; üçüncü mertebede Hakk’ın sıfatlarla tecelli etmesinin hikmetini kavrar; dördüncü mertebede ilahi ilmi kendi marifeti şeklinde algılar. Salik Hakk'a ne kadar yaklaşırsa marifeti o kadar artar.

Sufilerin, doğrudan Allah tarafından bahşedilen marifetin nakil ve akıl yoluyla edinilen dini bilgilerden daha üstün olduğunu söylemeleri bu bilgilerin önemsenmediği şeklinde anlaşılmaması gerekir. Bu nedenle sufiler marifetin nakil ve akıl yoluyla elde edilen bilgileri geçersiz kılmadığını ve onların değerini azaltmadığını ifade etmiş, aksine marifetin sağlıklı ve geçerli olması için Kur'an'a ve hadise aykırı düşmemesini şart koşmuşlardır.

Mutasavvıflar, Allah’ın insanın iç aleminde daha açık şekilde tecelli ettiğine inandıklarından Hakk'ı en iyi bilmenin ve tanımanın yolu olarak insanın özünü tanımasını göstermişlerdir. Dış alemden Allah'a ulaşmaya "seyr-i afak", iç alemden ulaşmaya "seyr-i enfüsî" diyen mutasavvıfların tercih ettiği yol ikincisidir. Marifetin nihai noktası, ilahî kemal karşısında dehşet ve onun münezzehliği karşısında hayrettir.

(Yayınlama Tarihi: 11.11.2024,    Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

HAKİKAT-İ  MUHAMMEDİYYE

İnsan yaratıldığından beri, her zaman diliminde “Hakikat” in ne olduğunu düşünmüş ve aramıştır. Hakikat kavramının ne olduğu ancak İslam Tasavvufunda tam karşılığını bulmuştur.

Hakikat-i Muhammediyye  "Hebâ" adı da verilen hakikatü'l-hakaik’ten (hakikatlerin hakikati) vücuda gelmiştir. Hakk ve halkın bütün makul (aklî) mahiyetlerini özünde toplamış olan hakikatü'l-hakaik, Hakikat-i Muhammediyye'nin maddesi, Hakikat-i Muhammediyye de onun suretidir. Hakikatü'l-hakaik var veya yok, ezeli ve hadis şeklinde nitelenmediği halde Hakikat-i Muhammediyye var ve ezeli diye nitelendirilir.

Diğer taraftan İbnü 'I -Arabî, insanla ilgisini dikkate alarak Hakikat-i Muhammediyye'ye insan-ı kâmil adını verir. Çünkü insan-ı kâmil varlığın bütün hakikatlerini kendinde toplar ve bu özelliğiyle Allah isminin mazharıdır. Bilgi ve ilham bakımından ele alınınca Hakikat-i Muhammediyye bütün peygamberlerin ve velilerin ledünnî ve batınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Aynı zamanda bu hakikat Hakk'tan gelen feyzin halka ulaşmasında aracı olur. İnsan-ı Kâmil'in şerefi ve yüksekliği söz konusudur. Var oluşun bütün dereceleri insan-ı kâmilde gerçekleşir. Bu bakımdan insan-ı kâmil Evrensel hakikatin akılla idrak edilebilen suretidir.

Hakikat-i Muhammedî (Hz. Muhammed'in hakikati) bütün ve genel olur, diğer varlıkların hakikatleri ise onun cüz ve parçaları olur. Hazreti Muhammed'e tabi olma mutluluğuna erişen ve tam olarak ona uyanlara bu tâbi olma ve münasebet sebebiyle zati tecelliden bir nasip ve hisse vardır. Çünkü onlara keşif olunmuştur ki, onların hakikatleri, bütün varlıkların hakikatlerinin özüdür. Bu sebeple onlar (Peygamber’e tâbi olarak, zâti tecelliden nasip alanlar) ayrışma ve kısımların tafsile gelmesi sıkıntısından kurtulmuştur. Sanki onlardan görülen şey, kısım perdesi olmaksızın (tecelli-i zâtiden) o hissenin aynısıdır. Onların mebde-i taayyünleri de o hissedir, kısımlar değil.

Alemde ilk yaratılan nesne Hakikat-i Muhammediyye olduğu için kozmik anlamda, alemdeki bütün atomlarda Hakikat-i Muhammediyye'nin zerreleri bulunmaktadır. Bundan dolayı o alemin anası olarak görülüyor. Bu anlayış sofilerin bir yorumudur. Böyle itikat eder ve bundan feyz alırlar.

Hz. Peygamber'in altmış üç senelik zamanla sınırlı maddi hayatından ayrı bir varlığı daha mevcuttur. Allah'tan başka hiçbir şey yokken ilk defa Hakikat-i Muhammediyye var olmuş ve bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir. Alemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen, "Sen olmasaydın ben kainatı yaratmazdım" ifadesiyle bu husus anlatılır. İlk ilahi tecelli olması sebebiyle "taayyün-i evvel", sevgi tarzında tecelli olması dolayısıyla "taayyün-i hubbi" adı da verilen nur-ı Muhammedî zuhur ettikten sonra her şey ondan ve onun için yaratılmıştır. Resul-i Ekrem'in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. Hz. Adem (as) insanların maddeten babası (ebü'l-beşer), Hz. Peygamber (sav) ruhların babasıdır (ebü'lervah). "Allah ilk defa benim nurumu yarattı"; "Adem toprakla su arasında iken ben peygamber idim" mealindeki hadislerle bu hususa işaret edilmiştir. Hz. Adem'de tecelli edip daha sonra öbür peygamberlere intikal eden, Hz. Muhammed beden olarak dünyaya gelince ona intikal edip onda karar kılan nur ölümünden sonra da devam etmekte ve kainat varlığını sürdürebilmektedir. Bu nur ölümsüz ve ebedî olduğundan mutasavvıflar Hz. Peygamber için "öldü" ifadesini kullanmazlar.

(Yayınlama Tarihi: 03.11.2024,    Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

HAKİKAT  NEDİR?

Hakikat kelimesi sözlükte "gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek" gibi anlamlara gelen “Hakk” kökünden türetilmiştir. Bir mantık terimi olarak Hakikat, düşüncenin dış dünyadaki nesnelere uygunluğunu ifade eder. Nitekim aynı mantıki anlayışla Hakk terimi de "bir önermede hükmün gerçekle örtüşmesi" şeklinde tarif edilmiştir. Genellikle bir şey hakkında sorulan "Nedir?" sorusunun cevabı o şeyin hakikatini ve dolayısıyla tanımını ifade eder.

İnsanlar evrende var oldukları sürece hakikatin ne olduğunu düşünmüşler ve araştırmışlardır. Ancak bu düşünce ve araştırmalarının sonuçları birbirlerinden farklı olarak ortaya çıkmıştır. Herkes kendi aklına ve fikrine göre hakikati anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Bunlar arasında benzerlikler varken çelişkiler de olmuştur. Bu süreç insanını yaşadığı sürece devam edecektir.

İnsan hakikati kendi aklıyla bulabilir mi? Bunun böyle olması için insanın her şeyi ilmen kuşatmış olması gerekir. Halbuki insanın ilmi her şeyi kuşatmış değildir. Bu nedenle, insan ancak ilmen kuşattığı kadarını bilebilir. Bu ise kainatta %4 oranındadır. Bu yüzden insan aklı hakikati tam olarak bilemez. Burada hakikate erişebilmek için her şeyi ilmiyle kuşatan biri gereklidir. O da Allah Teâlâ'dır. Çünkü O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

“Sizin ilahınız, ancak kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah'tır. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (Taha, 20/98)

Bu ayetlere göre hakikati tam olarak ancak Allah Teâlâ bilebilir. Allah Teâlâ'nın ilminde olan hakikat bilgileri insanlara kısmen bildirilmiştir Bunlar Kur'an ve sünnetle ifade edilmiştir. Ancak Allah Teâlâ seçtiği bazı kullarına hakikatle ilgili bazı bilgileri bildirmektedir. Bu bildirme vahiy, ilham ve keşif yoluyla olmaktadır. Bu da tasavvufun özüdür. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz ki, insan aklıyla ulaşabildiği hakikat sınırlıdır ve tüm hakikati yansıtmaz. Burada tasavvuf işin içine girer. Tasavvufta da bazı hakikat bilgilerine ulaşılır. Fakat onlar da sınırlıdır. Çünkü “Size ilimden az bir şey verilmiştir” (İsra, 17/85) buyurulmaktadır.

Tasavvufta hakikat terimi "zahirin ardındaki örtülü ve gizli mana, dini hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilahi sırlara aşina olunması" gibi anlamlar ifade eder. Tasavvufta hakikat dinin, başka deyişle şeriatın iç yüzü olarak yorumlanmıştır. Kuşeyrî, Tasavvuf İlkeleri adlı eserinde şöyle söylemektedir: “Şeriat, kulluğu gerekli kılan bir iştir. Hakikat ise, Tanrının besleyiciliğini ve her şeye malik olduğunu görmektir. Şeriat O’na ibadet etmen, hakikat ise, O’ nu görmendir. Şeriat O’nun emrettiği ile kalkıp oturmak, hakikat ise takdir ettiğini, gizlediğini ve açıkladığını görmektir.” Buna göre şeriat zahir olandır (görünendir), hakikatse bâtındır (gizli olandır).

Gerçeğe, doğruya ulaşmak için zahirdeki batını, yani görünendeki görünmeyeni görmek gerekir. Mutasavvıflara göre kulun ulaşacağı en yüce mertebe budur. Şeriattan hakikate giden yol tarikattır . Hakikati izleyen durak da marifettir.

Mevlânâ, Mesnevi’de bu kavramları şöyle yorumlar:
“Şeriat bir muma benzer, yol gösterir. Ama ele mum almakla yol alınamadığı gibi ele mum almasan da yol alınmış olamaz. Yola düştün mü şu gidişin tarikattir: dilediğine eriştin mi bu, hakikattir.”  Buna göre şeriat bilmektir, tarikat tutmak, hakikatse Allaha ulaşmaktır.

(Yayınlama Tarihi: 22.10.2024,    Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

TASAVVUF  HAKİKATLERİN  İLMİDİR

Tasavvuf hakikatler ilmidir. Bununla beraber tasavvufun bir ilim olup olmadığı İslam alimleri arasında uzun bir zaman boyunca tartışılmıştır. Bugün de aynı şekilde itiraz eden ilahiyatçılar vardır. Onlar derler ki, Tasavvuf bilgi üreten bir ilim değildir. Ancak bunun nedeni bu kişilerin gerçek tasavvufu bilmemeleridir. Gerçek tasavvufu bilmek için bir kâmil Mürşide ve bir de kişinin manevi tahsile kabiliyette olmasına ihtiyaç vardır. Bu iki hususa muhatap olmayanlar tarafından tasavvufun bir bilim olduğu kolaylıkla reddedilebilmektedir. Ancak bu itirazlara gereken cevaplar yine mutasavvıflar tarafından asırlar boyunca verilmiştir. Buna rağmen itiraz etmekte devam eden ilahiyatçılar ve filozoflar görüşlerinde ısrar etmektedirler.

İnsanın ulaşamadığı bir şeyi yok sayması tamamen izafi bir husustur. Bu bir zandır. Dolayısıyla hiçbir zaman gerçeği yansıtmaz. Tasavvufun bir ilim olduğuna itiraz edenler kendi zanları ile yollarına devam etmektedirler. Ancak bu zanları gerçeği ifade etmekten uzaktır. Bu husus Kur'an'da şu ayette dile getirilmektedir:

“Onların çoğu, hiçbir dayanağı olmayan zandan başka bir şeye uymazlar. Zan ise, gerçek adına hiçbir şey ifade etmez. Hiç şüphesiz Allah,onlar ne yapıyorsa hepsini hakkıyla bilmektedir.” (Yunus, 10/36)

Bu tartışmalarda bazılarının amacı da İslam'ın temel güzelliklerinden biri olan tasavvufun değerini küçülterek onu insanların gözünde itibarsızlaştırmaya çalışmalarıdır. Böylece İslam'ın bir güzelliği olan tasavvuf itibarsızlaşırsa İslam'da itibarsızlaşmış olacaktır. İslam ülkelerinde bunu yapanların büyük bir kısmı küresel emperyalizmin adamlarıdır. Küresel emperyalizm İslam’ı ortadan kaldırmak için onun üç güzelliği olan İman, İlim, Tasavvufa saldırarak onların hakikatlerini insanların gözünde küçük düşürmeye gayret etmektedir. Bu nedenle bazı yazarlar İslam'ın bu güzelliklerini gerçek anlamından kopararak dejenere etmek gayreti içindedirler.

Ancak bunda başarılı olamayacaklardır. Çünkü İslam'ın bu güzellikleri Allah'ın yerdeki ve göklerdeki nurunun birer tezahürleridir. Bu Nur hiçbir zaman sönmez. Bu nedenle bütün alemlerde İslam'ın güzellikleri birer Nur olarak parlamaya devam edecektir.

Sufiler inanç konusunda hadisçiler ve fakihlerle aynı görüşü paylaşan, onların ilimlerini benimseyerek onların esaslarına karşı çıkmayan kimselerdir. Çünkü sufiler, bid’atlardan ve nefsin kölesi olmaktan kaçınan, güzel örneğe bağlı ve ona uymaya hazır, her türlü bilgide fakih ve muhaddislerle ortak görüşlere sahiptirler. Sufilerden bilgi ve anlayışta muhaddis ve fakihlerin derecesine ulaşamamış olanlar, ahkam-ı şer’iyye ve hudud-u islamiyye konusunda karşılaştıkları müşkillerin halli için mutlaka muhaddis ve fakihlere başvururlar. Alimlerin icma ettikleri konuda sufiler de icma ederler. Ulemanın ihtilaf ettiği konularda ise sufiler, ihtiyatlı olmak için en güzel ve en mükemmel olanı seçerler ki böylece Allah’ın kullarına emrettiği şeyi uygulamış ve nehy ettiğinden de sakınmış olurlar. Buna göre sufiler ehl-i sünnetin gerçek temsilcileridir.

Bidayette tasavvuf, sofi-bican olmaya derler / Nihayette gönül tahtında sultan olmaya derler.

Tasavvuf kalp evinden masivâllâhı gidermektir / Tasavvuf kalb-i mü’min Arş-ı Rahman olmaya derler.

Tasavvuf ilm-i Hakk'a sinesini mahzen etmektir / Tasavvuf sofi bir katreyken ummân olmaya derler.

(Yayınlama Tarihi: 13.10.2024,    Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız)

TARİKATLARDA  EĞİTİM  VE  İRŞAD

Tarikatların amacı insanları eğiterek ve irşad ederek onların hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında saadeti elde edebilmelerine çalışmaktır. İnsanların kötü davranışlarına mani olmak toplum için son derece önemlidir. İnsanlarının kötü davranışlar içinde olmayan toplumlar en mutlu toplumlardır. Tarikatlarda bu amaca yönelik olarak kendilerine katılan insanları İslam inancı doğrultusunda eğitirler. Bu eğitimin temelinde insan nefsinin her türlü kötülüklere olan meylini engellemek ve onu hayırlı ve faydalı işlere yöneltmek vardır. İnsanları irşad etmek, onları mutlak ilim ve hakikati anlamaları için Allah Teâlâ'ya yakınlaşmalarını sağlamaktır. İnsanın Allah Teâlâ'ya yakınlaşarak hakikati ve ilmi öğrenmesi kabiliyeti ölçüsünde olur. Bunun için kâmil bir mürşit yönetimi gerekmektedir. Mürşit terbiye ve ahlâk bakımından örnek olan bir kişidir.

Ancak toplumumuz bugün İslam tarikatlarının önemini ve işlevini anlayacak durumda değildir. Toplumumuzun büyük bir kısmı seküler ve laik eğitimli olduklarından İslam dininden uzaklaşmışlardır. Bu nedenle gerçek tarikatın ne olduğunu bilememektedirler. Bu tabii ki her şeyden önce kendi eksikleri ve kusurlarıdır. Bir yandan “En hakiki mürşit ilimdir” diyeceksin, diğer yandan İslami tarikatların gerçek amacının ve yapısının ne olduğunu araştırmayacaksın. Bu çelişki maalesef günümüzde önemli bir sorundur.

Bu durum toplumumuzda İslam aleyhine yapılan kavgaları körüklemektedir. Aslında toplumumuzda bugün İslam dini ve tarikatlar hakkında çıkarılan kavgalar, İslam düşmanı olan küresel emperyalizmin entrikaları sonucudur. Çünkü onlar toplumumuzda ve bütün İslam ülkelerinde gerçek İslam'ın bilinmesine mani olmak için paralar harcamaktadırlar. Bunun da nedeni, gerçek İslam'ın hüküm sürdüğü bir toplumu sömüremeyeceklerini bilmelerindendir.

Bu kavgadan tarikatlar da payını almaktadırlar. Küresel emperyalistler ülkemizde birçok sahte tarikatları oluşturup onları para ile desteklemektedirler. Bu sahte tarikatlara birçok olumsuz ve ahlâk dışı faaliyetler yaptırıldığından gerçek tarikat anlayışı toplumumuzda kötülenmeye ve silinmeye   çalışılmaktadır.

Bununla beraber toplumumuzda gerçek anlamda İslam tarikatları da vardır. Ancak bunlar fazla ortaya çıkmazlar ve kendi içlerinde kapalı kalmaktadırlar. Çünkü asırlarca ülkemizde süre gelen tarikat faaliyetleri bugün az da olsa devam etmektedir. Bu tarikatların kendi içlerinde kapalı kalmak istemelerinin nedeni, açık olunca içlerine fitne çıkarmak için bir sürü unsurun dahil olacağını bilmeleridir. Bu fitnelerle dejenere olmak istemediklerinden, kendi içlerinde kapalı olmayı tercih etmektedirler.

Tabii ki bu böyle devam etmeyecektir. Küresel emperyalistlerin gücü bir gün azalınca gerçek İslami tarikatlar tekrar toplumda yerini alacaktır. Böylece toplumumuz daha yaşanabilir ve mutlu bir ülke olacaktır. Bu yakındır. Ümit ediyoruz ki, 3. dünya harbi sonunda Siyonizm yıkılacak ve dünya küresel emperyalizmden kurtulacaktır. O zaman ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde gerçek Müslümanlar devlet yönetiminde söz sahibi olabileceklerdir. Bu da bu ülkelerin tekrar refah ve mutluluk içinde yaşamaya kavuşmaları demektir. İstikbal İslam'dadır. 

(Yayınlama Tarihi: 30.09.2024,    Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)

TARİKAT  VE  ZİKİR

Tarikatların özünde zikir en önemli yeri tutar. Tarikatlar temelde aynı amaca yönelmiş olmalarına rağmen onları birbirinden ayıran husus yapılan zikirlerdir. Allah ile insan arasında irtibat ve münasebeti temin edecek vasıta ancak zikirdir.

Bugün toplumumuzda tarikatlara olduğu kadar sufilerin yaptıkları zikirlere de itirazlar yükselmektedir. Onlara göre bu zikirler bugünkü modern çağa uymamaktadır. Çünkü onlara göre bu çağ bilim ve akıl çağıdır ve yapılan zikirlerin akıl ve bilim ile açıklanması mümkün değildir.  Aslında bu türlü düşünce ve yorumlar İslami özelliklerini kaybetmiş olan toplumumuz için gayet doğaldır. Çünkü toplumumuz İslam'ın doğru anlaşılmasından maalesef uzaktır. Bunun da nedeni toplumumuzda yıllarca İslam aleyhine yapılan eğitimler ve propagandalardır. Batı hayranlığı ve batının modern dedikleri hayat ve düşünce tarzlarını ilericilik zannederek benimseyenlerin İslam'daki zikrin işlevini anlamaları imkansızdır. Bu insanlar sadece dünya hayatının zevk ve sefasını yaşamayı amaçlamaktadırlar.  Bu nedenle gerek tabiatta ve gerekse insan yapısındaki manevi işaretleri görememektedirler. Eğer bu işaretleri görselerdi böyle düşünmeyecekler ve imanın tadını hissedeceklerdi. Ancak onlar her şeye akıl ve pozitif bilim anlayışı ile baktıklarından Allah'a iman zevkini elde edememektedirler. Onların iman ettikleri tanrı, akılları ve pozitif bilimdir. Akıl ve pozitif bilim ise eksikliklere ve hatalara muhataptır. Oysa Allah’ın ilmi her türlü noksanlık ve hatadan münezzehtir.  

Bizi insan yapan en önemli şey kalbimizdeki İslam imanıdır. İmansız bir kalp hiçbir şey demektir. Böyle bir imansız kalbe sahip olan insan ömrünü tamamen maddi arzularla oyalayarak geçirir. Böylece ahiret hayatı için kendisine hazırladığı hiçbir şey yoktur. Böyle insanların ahiret hayatlarında hüsranda olacakları birçok Kur'an ayetlerinde ve hadis-i şeriflerde ifade edilmektedir.

Kalplerde iman sahibi olanlar, bu imanları sayesinde doğru yolu tutmaya çalışırlar. Bu doğru yol için bilmesi gereken şeyleri öğrenerek ilim sahibi olurlar. Ancak insan ruhu için bu da yeterli değildir. Ruhun tatmin olması ve huzur bulması için Allah'ı zikretmesi gerekir. Allah'ı zikretmenin yolları ise gerçek tarikatlarda öğretilir. Bu yol tasavvuf yoludur. Bu yolda insan ruhu tekamül ederek hakikate ve marifete ulaşmaya çalışır. İşte insanların dünya hayatında istemeleri gereken budur, kemal'e ermek ve Hakk'a vasıl olmak. Bu yol için en önemli vasıta Zikrullahtır. Bu zikirler insan ruhunu Allah Teâlâ'nın tecellilerine mazhar ve manevi sırlara muhatap kılar.

İşte gerçek ilim budur. Bu Sırlar İlmine sahip olanlar, bütün diğer ilimleri de bilirler. Çünkü bütün ilimler Allah'ın indinde bilindiğinden, onların sırları kendisini Allah'a ulaşma yolunda geliştiren kimselere gösterilir. İşte hakikat ve marifet buradadır. Bunu elde etmek dünyada ve ahirette en büyük saadettir. Bu saadete erişmek için yaşamını İslam şeriatına uygun olarak düzenlemesi, yanı sıra Allah Teâlâ'yı zikretmesi çok önemlidir. Bu nedenle zikir tarikatların en temel öğelerindendir.

Peygamber Efendimiz zikri, özellikle 4 arkadaşına, çeşitli vesilelerle ve başka başka şekilde Talim ve Telkin etmiştir. Yüksek tarikatların her biri bu telkinlere gelenek ile varis olduklarını bildirmektedirler. Bu geleneklerin esaslarını aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz: Sıddıkiye, Kübreviyye, Nur-Bahşiyye, Cehriyye.

Bazı meşayih  efdal-i zikir olarak  “La ilahe illallah” zikrini kullanmışlar ve müritlerine de onu telkin etmişlerdir.  Kelime-i Tevhid bir olumsuzlama ve ispat ifadesidir.  Bazı şeyhler, düşmanların zail olup dostların ortaya çıkmasında bu zikrin etkili olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü bu zikirde bütün esmaların mevcut olduğunu ileri sürmüşlerdir.

İsm-i Celal, yani “Allah” lafz-ı şerifi 99 ismin azamıdır. Bir kimse “Ya Allah” dese Hakk Teâlâ Hazretlerinin bütün sıfat ve cümle ef'aliyle zikretmiş olur. Ama “Ya Rahman” dese yalnız  rahmet sıfatıyla anmış olur. Diğer isimler de böyledir. Buna göre Lafza-ı Celal, Allah Teâlâ'nın ilminin ismidir.  Allah ismi hiçbir şeyden türememiştir. Allah isminin diğer bir hassasiyetini şöyle ifade edebiliriz: Bir kafir, “Eşhedü en Lailahe  illa’r-rahman ve illa’r-rahim ve illa’l-melik ve  illa’l- kuddus” dese küfürden İslam'a girmiş olmaz. Ama “Eşhedü en La ilahe illallah” dese küfürden çıkıp İslam'a girer. İşte bu da Allah isminin ne kadar kutsal ve şerefli olduğunu gösterir.

İmam Gazali diyor ki “Lailaheillallah” tevhid-i avamdır. “Lailaheillahu” tevhid-i havastır. Fahruddin-i Razi, Gazali'nin bu sözlerini güzel bularak  bunu Kur'an ile de şöyle takrir etmiştir: “Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Allah ile beraber başka bir ilaha dua etme. Ondan başka ilah yoktur.” (Kasas, 28/88)

Bu ayet şuna delalet eder ki tevhidin sonu bu kelimedir.”

Bazı ehl-i işaret (Tasavvufi yorumcular) buyururlar ki Hak Subhanehu ve Teâlâ “Hu” ismi ile kâşife-i esrar (sırların keşfedilmesi) ve diğer isimlerle kâşife-i kulub’tur (kalblerin keşfedilmesi).  “Hu” esmasının yeri ruh ve kitapların nurudur.  Salik  “Hu” zikrine devam ederek sır makamını keşfedebilmeyi ister.

Hz. Ali (Kerrem-Allahu Vechehu) çok zaman şu duayı yaparmış: “Ya Hu, ya Men hüve lailahe illa Hu, la ya’lemu eyne hüve illa Hu”. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda “Ve hüve’l-ismü’l-azam” diye cevap vermiştir.  Mevlana Celaleddin (ks) dahi bir çok vakitte bazen ism-i Celaleye ve bazen “Hu” ismine devam edermiş.

Cehri zikrin üstünlüğünü  imameyn ve gizli zikrin üstünlüğünü İmam-ı Azam söylemiştir. İmameyne göre derviş önceleri cehri zikire devam etmelidir. Zira cehr ile zikrettikçe tevhid sedası havatırların (fikir ve düşünceler) kalbten defedilmesine neden olur ve böylece  masivayı kalbinden giderir. Ondan sonra gizli zikre devam etmelidir. Zira o sayede kutsal sırlar ortaya çıkar. Aynı zamanda  gizli zikir riyadan varestedir.

(Yayınlama Tarihi: 23.09.2024,    Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

 

 

 

 

Eski Yayınlanmış Makale ve Yorumların Özetlerini 

Özetler  Sayfamızdan okuyabilirsiniz

Hadis  Şerhleri

1. Bölüm                    Oku

2. Bölüm                    Oku

3. Bölüm                    Oku

4. Bölüm                    Oku

5. Bölüm                    Oku

6. Bölüm                    Oku

E -  Kitaplar

Üç Güzellik                       Oku                        

Tasavvuf ve Fizik             Oku

Bir Gerçek Veli                 Oku

Sosyal Medyada Sohbetler-

1.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler– 2.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler-

3.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler

4.Bölüm                             Oku    

40 Hadis-i Şerif                 Oku

İslâm Ahlâkı                      Oku

Tasavvuf Sohbetleri

Bölüm 1                             Oku

Tasavvuf Sohbetleri

Bölüm 2                              Oku

Tasavvuf  Sohbetleri

 Hayat ve Ölüm             Oku

 Ruh Nedir ?                   Oku

 Nefs Nedir ?                  Oku

 Kalbin Hikmeti ve Sırları  Oku

 Akıl Cevheri                   Oku

 Sevgi - Muhabbet         Oku

 Besmele’nin Sırları        Oku

 Fatiha’nın Sırları            Oku

 Tecellilerin Hakikati      Oku

Allah Teâlâ’nın Zât ve Sıfatlarının Tecellileri                   Oku

Esmâ-i Hüsnâ                  Oku

Nur  Tecellileri                 Oku

İnsanın Halife Olmasının

Hikmeti                             Oku

Arif  Kimdir ?                    Oku

İnsanın Kendini Bilmesi   Oku

Marifetullah ve

Muhabbetullah                 Oku

Nefsin Özgürlüğü ve

Ruhun Özgürlüğü              Oku

Ramazan Ayının Fazileti   Oku

Tasavvufta Hikmet

Makamı                                Oku

Namazın Sırları ve

Güzellikleri                           Oku

Sufilerin Namaz

Hakkındaki Görüşleri         Oku

İbn Arabi (ks) Hazretleri    Oku

Vahdet-i Vücûd                   Oku

Vahdet-i Vücûd ve

Vahdet-i Şuhûd                   Oku

Hakikat Arzı                         Oku

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî   Oku

Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) 

Oku

Yunus Emre (ks)                 Oku

Şeyh Galib ve İnsanın Değeri  Oku

Hüsn ü Aşk                          Oku

Su Hayatın Sırrıdır              Oku

Su Kasidesi                           Oku

İsmail Hakkı Bursevî (ks)   Oku

Hacı Bayram-ı Velî (ks)       Oku

Hacı Bayramı Velî’nin

Şiirleri                                    Oku

Hacı Bayramı Velî’nin

Tasavvuf Eğitimi                   Oku

Aziz Mahmud Hüdaî (ks)    Oku

Aziz Mahmud Hüdaî (ks)

Hazretlerinin Menkibe ve

Şiirleri                                     Oku  

Şeyhim Kâmil-i Mürşid

Hakkı Şiştar (ks) Hazretleri

                                                 Oku 

           

Tasavvuf ve Şeriat                Oku

Tasavvuf Hakikatlerin İlmidir

                                                 Oku

Duanın Hikmeti                    Oku

Dört Kapı - Kırk Makam      Oku

Ana Sayfa

Hakkımızda

Makaleler

Yorumlar

Özetler

Hadis Şerhleri

Tasavvuf

Sohbetleri

E - Kitaplar

Bize Ulaşın

İngilizce