İlim ve Tasavvuf

Yeni Yayınlanmış 

Makaleler, Yorumlar ve Sohbetler

İlim ve Tasavvuf

Üç Güzellik:

İman, İlim, Tasavvuf

 

TASAVVUF  VE  ŞERİAT

Mutasavvıflar, diğer İslâmî disiplinlerde olduğu gibi tasavvufun da asıl ve en önemli kaynağının Kur’ân ve Sünnet olduğunu ve bu iki temel kaynağın kendi ilimleri için bir meşrûiyet kaynağı olduğunu dile getirmişlerdir. Tasavvufun İslâmî bir ilim olduğu ve tasavvuftaki “hakikat” anlayışının şeriatın genel hükümleri ile çatışmayan meşrû bir temel üzerine bina edildiği ilk tasavvuf kaynaklarında Kur’ân’dan ve Sünnet’ten referanslar gösterilerek savunulmuştur.

Tasavvufun İslâmi ilimler içerisindeki konumu, şeriat ile olan münasebeti ve İslâm dairesi içerisinde nereye yerleştirileceği hususu tasavvufun İslâmî ilimler arasında ortaya çıkmaya başladığı ilk zamanlardan günümüze kadar tartışılmıştır. Gerek sûfîler içerisinde şeriata aykırı bazı görüşlerin ortaya çıkması, gerekse tasavvuf konusundaki yanlış algılamalar karşısında sûfîler şeriata uygun bir tasavvuf anlayışını ortaya koymak gayreti içine girmişlerdir. Dinin hükümlerine aykırı her türlü düşünceyi reddedebilecek kadar şeriata bağlı bir tasavvuf anlayışını temsil etmişlerdir. Bu sufilerin telif ettikleri eserlerde, şeriata aykırı her türlü fiil, düşünce ve kavramın reddedileceği açıkça vurgulanmıştır.  

İslâm tarihindeki bazı büyük İslam alim ve mutasavvıfların  çizgisi şöyledir: İlk önce sıbyan mektebine gitmişler, elifbâyı öğrenmişlerdir. Sonra dârül Kur'anlarda Kur'an-ı Kerîm'i öğrenmişlerdir. Ondan sonra âlet ilimlerini öğrenmişler; Arapça, sarf, nahiv, mantık... vs. Ondan sonra, yüksek ilimleri, ulûm-ü şer'iyye'yi öğrenmişler, ondan sonra "İlimden maksat, onun uygulanması, ilmiyle âmil olmak, bildiklerini hayatına uygulamak, tatbik etmek." diye bir bakıma ilm-i ahlâk demek olan, tasavvufa geçmişlerdir. Tasavvufun uygulama biçimleri ve insanların terbiye edilmesinde düşünülen yöntemler tarikatlar olarak ifade edilir.  Tarikatlardaki uygulamalarla marifetullaha (Allah bilgisi) ve dinin hakikatine erişilmiştir. Demek ki, şeriat ilminde belirli bir olgunluk seviyesine gelince, insanın sonunda varacağı zirve, son durak İslam tasavvufu oluyor.

Batıdaki insanlar İslam tasavvufunun güzelliğini ve gerçekliğini fark etmiştir. Ancak İslam’a olan karşıtlıkları onu aslıyla kabul etmekten uzaklaştırmıştır. Ayrıca batılı insanlar İslâm’dan bağımsız olarak ele aldıkları tasavvufa, kendi dinî anlayışlarına zarar vermeksizin terapi, müzik ve dans gibi konularda birikimlerinden faydalanılabilecek bir akım olarak bakmaktadırlar. Mevlana ve İbn Arabi Enstitülerin batı şehirlerinde yaygın olarak rastlanmasının asıl sebebi budur. Batıda yayılan İslam tasavvufu anlayışı İslam şeriatından uzak olduğundan, insanların onunla istedikleri şeylere ulaşmaları mümkün olmamıştır. Hastalarını tedavi edememişler, sufilerin keşiflerine benzer keşiflere ulaşamamışlardır.  Ancak bu farkı anlayan batılıların bazıları da İslam’a yönelmektedirler. Bu bakımdan tasavvuf, aklı başında insanların Müslüman olmalarına vesile olmaktadır.

Tasavvufun şeriat ile sınırlı bir ilim olduğu ve temelini Kur’an ve Sünnet’in oluşturduğu bir disiplin olduğu, daha ismen ortaya çıktığı ilk dönemlerden itibaren dile getirilmiştir. Bu hususta bazı İslam alimlerinin görüşleri aşağıda ifade edilmektedir:

● Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848): “Havada bağdaş kurup oturacak kadar kerametleri olan bir kimseyi görseniz Allah’ın emir ve yasaklarına, dinin hudutlarına ve şeriata ne ölçüde uyduğuna vakıf olmadan ona inanmayınız.”

● Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896) tasavvufun şeriat sınırları içerisinde olduğunu “Kitap ve Sünnet’in kabul etmediği her türlü vecd hali batıldır.” sözleriyle de ifade etmektedir.

● Cüneyd-i Bağdâdî’ye (ö. 297/909) tasavvufun ne olduğu sorulduğunda şöyle tanımlamıştır: “Halka uyma kirinden arınmak, tabiî huylardan uzaklaşmak, beşerî sıfatları söndürmek, nefsin isteklerinden uzaklaşıp ruhani vasıflar kazanmaya gayret etmek, hakikat ilimleriyle alakadar olmak, daima en uygun olana göre hareket etmek, herkese karşı samimi olmak, Allah’a verilen ahde vefa göstermek ve şeriat hususunda Rasûl’e (sav) tabi olmaktır.”

● İlk sûfîlerden ve aynı zamanda muhaddis olan Ebü’l-Kasım İbrahim b. Muhammed enNasrâbâdî (ö. 367/978) de “Tasavvufun aslı Kitap ve Sünnet’e sarılmak, bidatları ve hevâyı terk etmek, şeyhlere saygı göstermek, halkı (hatalarından dolayı) mazur görmek, evrada devam etmek, ruhsatları ve tevillere göre hareket etmeyi bırakmaktır.” diyerek tasavvufun esasının şeriata bağlı olmaktan geçtiğini vurgulamaktadır.

Kuşeyrî’ye (ö. 465/1072) göre şeriat, ubudiyete (kulluğa) sımsıkı sarılmak, hakikat ise rubûbiyyeti müşâhede etmeyi ifâde etmektedir. Hakikat ile takviye edilmemiş şeriat makbul değildir. Aynı şekilde şeriatla sınırlandırılmamış hiçbir hakikat da makbul değildir. Şeriat insana bazı mükellefiyetler getirir. Hakikat ise Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufları hakkında gelen bir bildirimdir. Allah’a ibadet etmek ve O’nun emirlerini yerine getirmek şeriat, O’nun kaza ve kaderini, gizlediği ve açıkladığı şeyleri müşahede etmek ise hakikat kapsamında mütalaa edilmektedir.

● Hücvîrî (ö.481/1088), şeriat ve hakikat kavramlarının sûfîlere ait birer ıstılâh olduğunu belirttikten sonra şeriat ile zâhirdeki halin sıhhatinin, hakikat ile bâtındaki halin düzeltilmesinin kastedildiğini ifade eder.

● Necmeddîn-i Dâye Hazretleri (ö. 654/1256) “Tasavvuf Yolu” adlı kitabında şunları söylemektedir: “İnsan nefsinin saf ayna olma konusunda kemale ermek için uzun bir yolu kat etmesi, çetin tehlikelerden geçmesi gerekir. Bu da şeriat yolunda, tarikat ve hakikat ile birlikte tedrici bir sülük olmaksızın gerçekleşemez.

● İbn Arabî Hazretleri (ö. 638/1240) Fütûhat-ı Mekkiyye adlı kitabında bu konu ile ilgili şunları yazmaktadır: “Ey dost! şeriat ilimlerini olduğu gibi riyazetler, halvetler, mücahedeler, lüzumsuz İhtiyaç ve gereksiz düşüncelerden uzaklaşmakla Allah'tan bilgi alan velilerin ve akılların ilimlerini elde etmeye çalış.” Dünya hayatında iken düşüncelerinin şeriatın övdüğü düşünceler olması için çalış. Böyle yaparsan ahiretteki suretin güzelleşir, bunun tersi de doğrudur. 

(Yayınlama Tarihi: 28.08.2024,    Tasavvuf Sohbetinin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

HADİSLER  VE  ŞERİAT

İslam dini ilahi bir din olup insanların hayatını düzenleyen kurallar bütünüdür. Şeriat kelimesinin bağlantılı olduğu diye bir diğer kavram dindir. Din Allah'ın asırlar boyu gönderdiği peygamberlerin ortak davetinin adıdır. “Allah katında din ancak İslam'dır.” (Ali İmran, 3/19)

Bu itibarla din Kur'an'da bahsedilen genel ilkeler ve kurallardır. Şeriat ise bu ilkelerin ve kuralların uygulanabilmesi için yapılan detaylı ifadelerdir. O halde din sabittir, değişmez ve evrenseldir. Şeriat ise dinamiktir. Şeriatsız din olmadığı gibi, dinsiz de bir şeriat mümkün değildir.

Hadislerde şeriat kavramı kanun ve yol, kanun önünde eşitlik, İslam’ın hükümleri, ibadetler, toplumsal huzurun sağlanması ve akide anlamında kullanılmıştır. Şeriat,  kanun, kural veya hükümler demektir. Kanun, İslami ilimlerdeki karşılığı ile ahkâm, hakların sahiplerine ulaşması ve düzeni, ayrıca da insan ve toplumun hem dünya ve hem de ahiret hayatında mutluluk yoluna girmesini hedefler. Tarih boyunca bütün toplumlar bir şeriata sahip olmuşlardır. Zira şeriatsız bir toplumda zulüm, düzensizlik ve kargaşanın egemen olduğu bir gerçektir. Şeriat kavramının ibadet manasında da kullanıldığı görülmektedir. Bir  rivayete göre ise, “İki Bedevi Hazreti Peygambere gelerek, onlardan biri “İnsanların en hayırlısını” sormuş, Allah Resulü de “Ömrü uzun, ameli güzel olandır” şeklinde cevap vermiştir. Diğeri de İslam'da amel ve davranışların arttığını bu itibarla bunların tamamını kapsayan bir ameli söylemesini talep etmiş. Hazreti Peygamber de “Dilin hep Allah'ı zikretsin” şeklinde karşılık vermiştir. Hazreti Peygamberin verdiği bu cevaptan, İslam'ın bir yaşam felsefesi olduğunu ve bunun da Allah ile irtibatın kesilmeksizin devam etmesi gerektiğini anlıyoruz. Çünkü zikrullah hayatta Allah'ı hatırlatan bir ibadettir.

İslam, Müslümanların hem kendi içlerinde hem de dünyada barış içinde yaşamaları için, hem dünyevi hem de uhrevi bazı müeyyideler ortaya koymuştur. Bunlar İslam şeriatının sonuçlarıdır. Buna göre şeriat kavramının, bir üst şemsiye olarak İslam inancından hayatın tüm alanlarınla ilgili konuları içerdiğini, dinin temel esaslarının neredeyse tamamını kapsadığını söyleyebiliriz.

Hz. Peygamber (sav)’e Allah Teâlâ tarafından birçok bilgiler verilmiştir. Bunların bir kısmı vahiyle gelen Kur’an ayetleridir. Diğer bir kısmı da onun kalbine aktarılan hikmet bilgileridir. Bazı araştırmacılar Hazreti Peygamber’in Kur'an dışı aldığı bilgiyi Hikmet kavramıyla açıklamışlardır. Yüce Allah'ın Kur'an dışında Hz. Peygamber ile iletişim içerisinde olduğu aşikardır. Çünkü bir beşer olmakla birlikte o, Allah Teâlâ tarafından insanlara risaleti ulaştırmakla, yani tebliğ, talim, tezkiye ve beyan ile görevlendirilmiş bir resuldür. Çeşitli ayetlerde de ifade edildiği üzere kendisine kitap verildiği gibi bir de hikmet verilmiştir. O da bunları ümmetine öğretmektedir (Cuma, 62/2).  Dolayısıyla Yüce Allah'ın Kur'an vahyinin yanı sıra ilham, kalbe ilka ve rüya gibi bazı yollarla da elçisi ile iletişim kurması çok doğal bir şeydir. Bu durumu bazı ayetlerde geçti üzere hikmet kavramı ile ifade etmek gerekir. Buna göre Hazreti Peygamber’in Allah ile Kur'an dışı bir iletişim içerisinde olduğu, bu iletişim esnasında kendisine hikmet içeren bilgiler verildiği anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamberin, sadece Kur'an-ı kerim'in  kalbine aktarılan vahyi seslendiren pozisyonda olmadığı, ilahi iradeye bağlı kalmak şartıyla teşride de aktif bir rol aldığı kanıtlanmıştır. Bu hususu ifade ederken Allah Resulünün bağımsız bir teşri yetkisine sahip olduğu anlaşılmamalıdır. Kur'an'da haram kılma ve helal kılma fiillerinin bazen Hz. Peygamber’e nispet edildiği görülmektedir. Örneğin “Kadının halası ve teyzesi ile aynı nikah altında cem edilememesi.” (Buhari, Nikah, 27) “Süt kardeşliğin nesep gibi nikahta haram olarak yer alması.” (Müslim, Radâ’, 5) Ancak Peygamberimizin bu teşrilerinde yanlış yapmadığı ve ilahi hikmete uygun olduğu aşikardır. Çünkü ona bu bilgiler yine Allah tarafından verilmektedir.

Günümüzde de, Hz. Peygamber’in itibarını azaltmak için bazı İslam düşünürleri, sadece Kur’an’ı esas aldıklarını ve hadislere itibar etmenin gerekli olmadığını ileri sürmektedirler. Bu düşünceler sadece İslam düşmanlarının işine yaramaktadır.

Şeriat ülkelere göre değişmez. İçtihadın etkisi yine onu yaşayan insanların düşünce birliğindedir. İçtihad İslam'ın temel ilkelerine aykırı olmamak şartıyla dikkate alınabilir. Mu’âz b. Cebel hadisindeki,  Mu’âz’ın kendi reyiyle hareket etmesi, onun keyfi olarak hareket etmesi anlamına gelmemelidir. Çünkü Mu’âz kendi düşüncesi, onun  İslam Peygamberinden öğrendiklerinin bir sonucudur. Dolayısıyla o kendi düşüncesinde İslam'a aykırı bir sonuca gitmesi mümkün değildir. Çünkü İslam'ı temsilen gönderilen kişi muhakkak ki İslami eğitimi tamamen almış bir insandır. Bu İslami anlayışta bir insanın kendi reyiyle hareket etmesi kendi nefsiyle hareket etmesi anlamında olmayıp, öğrendiği İslami ilkelerle göre hareket etmesi demektir. Fakat bazı İslam dışı düşünürler, bu hadisi suistimal ederek insanların Kur'an ve sünnette görmediği hususlarda kendi nefsine göre karar verebileceklerine hükmetmektedirler. Bu ise tamamen yanlış bir şeydir.

Şeriatta yerel unsurların da etkisi vardır. Şeri kanunu şekillendiren ve somut hale getiren fukaha, örf ilkesini esas almıştır. Örfün şeriattaki konumuna delil olarak şu hadis gösterilir: “Müslümanların iyi ve güzel gördükleri şeyler Allah katında da iyi ve güzeldir. Müslümanların kötü ve çirkin gördükleri şeyler, Allah katında da kötü ve çirkindir.” (Ahmet bin Hanbel, Müsned, c. 1, s.379)  Bir başka rivayete göre Hz. Peygamber, “Allah, benim ümmetimi dalalet üzerine bir araya getirmez” buyurmuştur (Tirmizî, Fiten, 7). Bu rivayetler örfün şeriattaki yerini göstermektedir. Ayrıca Mecelle'de, “Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir” şeklinde bir ilkeye de yer verilmiştir.

Şeriatın en belirgin özelliği, sekülerizm ile tamamen zıt olmasıdır. Çünkü şeriat hem dünyevi hem de uhrevi yönü olan ilahi kaynaklı bir sistemdir. Sekülerizm dini sadece insanların vicdanına, camiye, namaza ve birkaç kandil gecesini hapsetmiştir. Şer’i bir sistem, hayatı bir bütün olarak ele alır ve asla parçalanma ve bölünmeyi kabul etmez. Bu nedenle İslam şeriatın seküler yasalarla yönetilen ülkelerde uygulanması mümkün değildir.

(Yayınlanma Tarihi : 22.08.2024  -  Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KUR’AN  AYETLERİNDE  ŞERİAT

Şeriat kelimesi, “suya giden yol” anlamında Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın gösterdiği yol için benzetme yapılarak kullanılmıştır. Bu benzetme su kaynağının tatlılığı, berraklığı ve güzelliği bakımından yapılmıştır. Şeriat kelimesinin temel anlamı ile ayetlerdeki kullanımları arasında çok güçlü bir anlam ilişkisi vardır.

Şura suresinin 13. ve 21. ayetlerinde “şerea” fiili iki defa yer almaktadır. Burada şerea fiili yol belirlemek, yol göstermek anlamında kullanılmıştır.

Casiye suresinin 18. ayetinde “şeriat” kelimesi “şere’a” kökünün isim halidir. Bu ismin geçtiği tek yer bu ayettir.

Casiye suresinin bu 18. ayete kadarki kısmında Şura suresindekine benzer şekilde Yüce Allah'ın yarattığı harikalar ve insanın hizmetine sunduğu faydalar, O’nun yüceliği ve kudretinin delilleri olarak anlatılır. Bununla beraber bazı insanlar Allah'ı ve onun gönderdiği vahyi kabul etmemekte nihayetinde Cehennemi hak etmektedirler. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'den önce İsrail oğullarına kitap, nübüvvet ve hüküm gibi bir din ile ilgili çeşitli konuları açıklamış, fakat onlar ayrılığa düşerek dinin aslını ve asaletini koruyamamışlardır. İşte bunun sonunda, 18. ayette belirtildiği üzere Hz. Muhammed'e İslam dini hakkında açıklamalar yapılmıştır. Din, üzerinde yürünecek açık bir yol, yani yaşanacak hayat biçimi olarak anlatılmıştır. Bu ayetteki şeriat kelimesi yol, tarikat, hidayet, minhâc, din ve millet kelimeleri ile karşılık bulmuştur.

Maide sueresinin 48. ayetinde  geçen “şir’at” kelimesi de Kur’an’da tek olarak bu ayette geçmektedir. “Şir’at” kelimesi de “şere’a” kökünün isim halidir.

Casiye suresinde geçen “şeriat” ve Maide suresinde geçen “şir’at” isimleri dil alimleri ve müfessirler tarafından genelde aynı anlamda oldukları kabul edilmiş ve bu kelimelere şu karşılıklar verilmiştir: yol (tarîk), gidişat (sünnet), takip edilen yol (mezheb) ve millet. Maide suresinin 48. ayetteki “şir’at” kelimesinin peşinden gelen “minhâc” kelimesine de çoğunlukla sünnet denilmiştir.  Bu anlamları ilk yorumlayan  kişi İbn Abbas ve onun öğrencileridir. Bu anlamda sünnet kelimesinin anlamı, bir peygamber tarafından gerçekleştirilen uygulamalar olduğu ifade edilmektedir.

Şeriat, insana yol gösteren Allah'ın dünya hayatında takip etmesini istediği yoldur. O halde vahyin insana gösterdiği yol şeriattır. Her peygamber belli bir şeriatı ümmetine farz kılmıştır. Ancak Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in getirdiği şeriat diğer dinlerdeki şeriatı ortadan kaldırmıştır. Tek geçerli şeriat, onun getirdiği şeriattır. Diğer dinlerin şeriatları artık geçerli değildir. 

Bütün peygamberler silsilesinde, hatta Hazreti Muhammed'in peygamberliği devrinde yani Kur'an'ın vahyedildiği zaman aralığında olsun, dinin bazı uygulamalarındaki değişim vahyin kesilmesi ile bitmiştir. Bu saatten sonra dinin özü ve talimlerinde bir değişimden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü o zamana kadar değişim dinin kaynağı olan Allah tarafından gerçekleştiriliyordu. Buradan çıkan sonuç şudur: Hz. Muhammed ile birlikte son şekline ulaşmış olan din ve şeriatta bulunan temel hükümlerin sonraki tarihlerdeki sosyal zemindeki ihtiyaçlara cevaben değiştirilmesi mümkün değildir. Ancak zamanla insanların bazı yeni ihtiyaçlarına göre şer’i hükümlerin yenilenmesi, Allah tarafından görevlendirilen müceddidler tarafından yapılmaktadır.

Bu amaçla Allah Teâlâ her yüz yılda bir insanlara, İslam dininin o günkü ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlayacak olan müceddidler göndermektedir. Müceddidler İslam dininin temel esaslarını değiştirmeden, İslam dininin o zamanına göre yeni yorumunu yapmaktadırlar.  Bu yenileme işini her İslam alimi yapamaz. Gerçek müceddid Allah'ın tayin ettiği kişilerdir. Yapılan yenilikçi yorumlar Allah tarafından onlara ilham edilmektedir. Bu da vehbi ilimlerdendir. Müceddid olmak kişinin kendi kesbi ilmiyle gerçekleşmez. Yenileme olayı Allah'ın ilham ettiği kişiye bağlı olmayan bir yorumdur. Dolayısıyla bugün kesbi ilimlerle yapılan yenilik tekliflerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Geçen asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleridir. Ondan önceki asrın müceddidi ise  Garibullah Hazretleridir. 

Bazı ilahiyatçılar, ilim adamları ve filozoflar dindeki bu yeni yorumlamayı herkesin yapabileceğini iddia etmektedirler. Onlara göre insan yaşamı değişen ve gelişen bir olgudur. Bu değişimleri ve gelişimleri fark eden ve İslam dininin esaslarını bilen insanlar yeni yorumlarla dini geliştirebilecekleri iddia edilmektedir. Bu iddia doğru değildir. Çünkü aslında insan yaratıldığından beri aynı yaşamı sürdürmektedir. Biyolojik yaşam ve ruhsal yaşam aynı şekilde devam etmektedir. Çünkü biyolojik yaşam insanın maddi hayatının devamı için gerekli gıdalara ve havaya ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç aynı şekilde devam etmektedir. Ruhsal yaşam ise Allah'a iman edip etmemekle belirlenmektedir. Çünkü kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olurlar (Rad, 13/28). Her devirde bu iman şarttır. Dolayısıyla ruhsal yaşamda da bir değişiklik yoktur.

Zamanla değişen husus insanın bilgi hazinesidir. İnsan zamanla kendi iç dünyasını ve alemi inceleyerek bilgisini arttırmaktadır (Fussilet, 41/53). Bu ayet gereği insanın kendi iç alemini ve dış alemi inceleyerek elde ettiği bilgiler, onun düşüncesinde ve akıl yürütmesinde etkilidir. Bunu sonunda insanın ya imanı artar ve perçinleşir veya imanını kaybederek küfre düşer. Bu olgu insanın yaratılışından beri aynı şekilde devam etmektedir.

İnsan devamlı değişmekte ve gelişmekte iddiasıyla İslam inanışı bir dereceye kadar çürütülmeye çalışılmaktadır.  Onlara göre insan değiştiğine göre İslam şeriatı da zamana göre değişmesi ve yeniden yorumlanması gerekir. Bu düşünce son derece yanlıştır ve İslam dininin düşmanları olan küresel emperyalistlere hizmet etmektedir. Bunun sonunda insanlar bazı hükümleri yok saymakta ve kendilerine göre yeni hükümler vaaz etmektedirler. Örneğin tesettür, nafile ibadetleri gibi hususlarda aksi görüşler ileri sürerek İslam inancı yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bütün bunlar  insanları İslam şeriatını inkar etmeye götürür. Buna karşı Müslümanların uyanık olması gereklidir.

(Yayınlanma Tarihi : 15.08.2024  -  Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

ŞERİAT  NEDİR?

Şeriat Allah Teâlâ’nın, insanların hem dünyada hem de ahirette saadet elde edebilmeleri için koyduğu hükümlerdir. Bu hükümler insanı ve onun çevresindeki bütün alemi içine almaktadır. Şeriat: “Din”, “Allah’ın emri”, “İlâhî emir ve yasaklar” gibi manalara da gelmektedir.

Şeriat sözcüğü “açık, belli olan yola” ad olarak konulmuştur. Ayrıca bu müstear olarak “dinin ilahi yolu” anlamın da kullanılmıştır. Bazılarına göre “suya inilen yere, sulama, su içme yerini, insanların kendisinden su içmek ve su çekmek için geldikleri yere, ya da suya giden yol” olarak tanımlanmıştır. Çünkü her kim ona gerçekten ve sıdkla girerse hem suya kanar hem de temizlenir. Burada “suya kanmadan” kastım bazı hikmet ehli kişilerin söylediği “içerdim ama kanmazdım, fakat ne zaman ki yüce Allah'ı tanıdım, içmeden kandım” sözüyle ifade edilmek istenilen husustur. Temizlenmekten kasıt ise günahlar ve kirden uzaklaşıp tertemiz pampâk olmaktır. (Ragıb El İsfahani)

Şeriat, umumi manasına nazaran seçilmiş bir peygamber tarafından tebliğ edilmiş ilahi kanunlar demektir. Ahkam-ı şer'iye denilince, bundan ilahi kanunların hükümleri manasını anlamak lazımdır. Ve bununla asıl Kur'an'a, Hadise, İcmaa açık olarak dayandırılan hükümler kastedilmiş olur. Şeriat kavramının içinde, imani hükümlerin yanında ahlaka, ibadete ve günlük hayattaki işlere dair hükümlerin hepsi vardır. Genel anlamda, her peygamberin getirdiği İlahi kanunlara da şeriat denilir. Şeriat kelimesiyle, açıkça Kur'an'a, Hadise ve İcmaa dayanan hükümler kastedilmiş olur.

Şeriat Kur'an ve sünnette ifade edilen hükümlerdir. Bu hükümler arasında ibadet, ahlak gibi bireysel hususlar olmakla birlikte, evrenin çalışmasında esas olan Allah'ın hükümleri ve koyduğu kanunlar da vardır. Bugün tabiat kanunları olarak ifade edilen ve pozitif bilimlerde ele alınan olgular da, Allah'ın koyduğu yasalar yani şeriattır. Çekim kanunları, elektriksel güçler, atomik güçler hepsi Allah'ın belirlediği kurallara tabidirler. Taneciklerin ve dalgaların hareketleri hep belirli bir yasayla olur. Bu yasalar hiçbir zaman değişmez. Bu yasalar Allah Teâlâ tarafından vazedilmiş ve her an için O’nun kontrolü altındadır. Bu hareketlerde en ufak bir sapma görülmez.

“O, yedi göğü birbiri üzerine yarattı. Rahman'ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar döndür bak, göz aradığı bozukluğu bulmaktan aciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk, 67/3,4)

Kainattaki varlıklar, Allah'ın “fıtri”  kanunlarına isyansız itaat ettikleri için, bu alem muntazam ve mükemmeldir. Hiçbir yerde en küçük bir karışıklık yoktur. Demek insanlar da yaşayışlarında İlahi kanunlara isyansız itaat etseler, özlenen ahenge kavuşacak ve aradıkları saadete ereceklerdir. Uyumsuzluğun ve huzursuzluğun sebebi, isyan ve tuğyanlarıdır. Ahiret saadeti gibi, dünyevi huzurun da çaresi İslam'dadır.

Bir insanın “Ben şeriatı istemiyorum” demesi kadar gaflet dolu bir ifade olamaz. Çünkü şeriatın hükümleri biz istesek de istemesek de geçerlidir. İnsanın iradesi ancak imanını belirlemekte sınırlıdır. Şeriatın Allah'ın yasaları olmadığını düşünen insanlar, İslam imanının şerefine sahip olmayan kişilerdir. Onların iman sahibi olmaması Allah'ın koyduğu hükümleri geçersiz kılmaz. İnsan istese de istemese de kalbi çalışır, kanı deveran eder, böbrekleri kanı süzer. Ben bunları istemiyorum demek, nasıl bir saçma ifadedir.  Ancak insan inanmayarak, nefis ve şeytanın arzularına uyarak, şeriatın ibadet ve diğer emirlerini yerine getirmeyebilir. Bu onun için günaha girmesi ve ahiretini mutluluğuna kaybetmesi demektir. 

Şeriat, insanın hem dünyada ve hem de ahirette saadeti elde etmesi için bir vasıtadır. Şeriat ile bütün insanlar ve alem, Hakk’ın belirlediği esaslarla varlıklarını devam ettirirler.

Bugünün pozitif bilim anlayışında, akıl ile her hakikate erişilme çabası boşunadır. Çünkü aklın gücü sınırlıdır. Her hakikati anlama ve yorumlama gücüne sahip değildir. Hakikati tam anlayabilmek için Peygamberin getirdikleri de dikkate alınmalıdır. Bu da İslam şeriatına tam olarak uymakla mümkün olur. Örneğin elektronların davranışlarını anlayabilmek için onların hem zahiri hem de batıni taraflarını bilmek gerekir. Bunun için İslam’ın öğrettiği Sırlar İlmini bilmek gerekir. (Bkz. Kuantum  Teorisi ve  Tasavvuf)

Dünyayı ve insanı yaratan Allah Teâlâ, her zamanın ihtiyacına cevap verecek genişlik ve zenginlikte değişmez İlahî kanunlar koymuştur. Şeriat Müslümanlar için kurtuluş reçetesidir. Onu ilk tatbik eden Allah Resulü, insanlık tarihine misli olmayan bir asr-ı saadet yaşatmıştır. Râşit halifelerin o güzel idareleri, Hz. Ömer'in (ra) o parlak adalet örnekleri şeriatın eseridir. Bugün de İslam dünyasını çökertmek ve etkisiz hale getirmek için, İslam şeriatı kötülenmekte ve insanların ondan uzaklaşmalarına çalışılmaktadır. Bunlar yapanlar, İslam’ın kendi sömürülerine engel olduğunu düşünen emperyalistlerdir.

Müslüman ülkelerini idare edenlere de şunu hatırlatmak istiyoruz: İlim asrında yaşıyoruz. Herşeye ilim ve îman gözüyle bakmalısınız. Muvaffak olmak istiyorsanız, Allah'ın kanunları olan İslâm şeriatına uygun hareket ediniz. Yoksa hiçbir hayırlı işte muvaffak olamazsınız! Çalışmalarınız, emekleriniz boşa gider. Millete ve memlekete bilmeyerek zarar vermiş olursunuz!

Allah’ın hoşuna gitmeyecek, toplum huzurunu bozacak ve diğer insanların hakkını ihlal edecek davranışlar sergilemeyi tercih eden insan, İslam’a göre başıboş ve yaptırımsız bırakılamaz. Bu düzeni ve adaleti sağlayacak olan da şeriattır.

Şeriatta hüküm koyucu Allah’tır. Başka herhangi bir kimsenin haram ve helalleri değiştirme, kural koyma hakkı ve yetkisi bulunmamaktadır. Peygamberler de ancak Allah’tan öğrendikleri hükümleri bildirirler (Necm,  53/3,4).

(Yayınlanma Tarihi : 08.08.2024  -  Makalenin tamamını okumak için tıklayınız)

ŞEYHİM  KÂMİL-İ  MÜRŞİD  HAKKI  ŞİŞTAR (ks) HAZRETLERİ

İstanbul’da gerçek bir Allah dostu, gerçek bir veli, gerçek bir kutup, gerçek bir kamil-i mürşid  geldi ve geçti. Çok az insanın yakından tanıdığı  bu Allah dostunun adı  Hakkı Şiştar (ks) dır.  Hakkı Bey, takriben 1900 yıllarında  Üsküp Makedonya’daki  Preşova kasabasında dünyaya gelmiştir. Buradan, mübadele zamanında  ailesi ile birlikte Edirne’ye göçmüş ve oradan da Ankara’ya gelmiştir.  Eğitimi hakkında bugün herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Ancak kendisinin Osmanlıca Türkçesini çok güzel yazıp ve kullandığını bıraktığı bazı notlardan anlıyoruz. Bununla beraber, kendisinin  TC Devlet Demir Yollarında  müfettiş yardımcısı olarak çalıştığını ve  genç yaşta buradan  emekli olduğunu biliyoruz. Hakkı Bey emekli olduktan sonra İstanbul’a gelip yerleşmiştir. İstanbul’da 1979 yılında vefat etmiştir. Kabri  Topkapı mezarlığındadır.

Hakkı Bey’i tanıyan insanların anlatmalarıyla, onun manevi hayatı hakkında elimizde bazı bilgiler mevcuttur. Hakkı Bey,  kırk  yaşlarında iken  Hacı Bayram Veli Hazretlerinin talebesi olmuş ve ondan ledünni ilmi  öğrenmiştir. Kendisi maneviyata girişini  şöyle anlatmaktadır: “Bir gün trenle İzmir’e teftişe gidiyordum. Bulunduğum kompartımanda karşıma bir zat oturdu ve bana İzmir’de otele indiğimde akşam namazından sonra çekmek üzere bir tespih verdi. Ben de, otele gelip akşam namazını kıldıktan sonra bu tespihi çektim. Tespihi çeker çekmez, tespihi veren zat ile  Hacı Bayram Veli Hazretleri  karşımda zuhur ettiler. Hacı Bayram Veli Hazretleri  o zata, “Bu bizim talebemizdir, onu biz yetiştireceğiz” dedi. Bunun üzerine diğer zat peki diyerek kayboldu. Bundan sonra Hacı Bayram Veli Hazretleri bana her gece gelerek manevi ilimleri (ledünni ilmi) öğretti.”

Hakkı Bey, namazlarını aksatmadan kılabilmek için ikindi namazını bürosunda masasının arkasında kılardı. Ancak tek parti yönetiminde memurların bürolarda abdest almaları ve namaz kılmaları yasaklanmıştı. Bu husus genel müdürlük tarafından bütün memurlara tebliği edilince memurlar bürolarda abdest almak ve namaz kılmaktan kanun hükmüyle vazgeçtiler. Ancak Hakkı Bey ikindi namazlarını büroda kılmaya devam etti. Birgün genel müdürlükten bir görevli gelip kendisine büroda namaz kılmamasını bildirdi. Bunun üzerine Hakkı bey çekmecesini açıp içindeki hançeri görevliye göstererek şöyle dedi: “Kim ben namaz kılarken bana dokunursa onu bu hançerle vururum.” Haber genel müdüre gidince genel müdür, Hakkı beye büroda ikindi namazını kılması esnasında dokunmayın, fakat diğer bütün memurlara mani olun talimatını verdi. Hakkı beyin bu kesin tavrı karşısında bir şey yapamayan devlet onu haksız olarak doğu Anadolu’nun trenin gittiği en uç noktaya tayin etti. Hakkı bey bu tayin emrine uymayınca resen emekli yapıldı. Erken emeklilik onun emekli maaşının az olmasına neden oldu. Manevi yoldaki harcamaları fazla olduğundan zor duruma düştü. Kendi geçimini göz ardı ederek emekli maaşının büyük bir kısmını manevi ziyaretlerinin masrafları için kullandı. 

Hakkı Bey, aldığı manevi eğitimle velayet makamının en yüksek mertebelerine ulaşmıştır. Devrinin kutbu olmuş ve manevi yolda birçok hizmetlerde bulunmuştur. 

Hakkı Bey, emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşmiştir. İstanbul’da uzun bir süre  Kadırga semtinde ve daha sonra  da Fındıkzade’de mütevazi bir hayat sürmüştür. Türkiye’deki bütün evliyaları tanıyan ve onları kabirlerinde ziyaret ederek hizmette bulunan bir kişidir. Bunun için gece ve gündüz devamlı seyahat etmiş, bütün Allah Dostlarının kabirlerini ziyaret ederek onlarla manevi görüşmeler yapmıştır. Ancak bu görüşmelerin mahiyeti yakınları tarafından bilinmemektedir.

Hakkı Bey, bütün parasını Allah yolunda bu şekilde harcamıştır. Geliri sadece emekli maaşı olmuştur. Kimseden hiçbir şekilde maddi yardım kabul etmemiştir. Daima kiracı olarak ömür sürmüştür. Vefatında oturduğu evde, geriye sadece bir yatak ve yorgan, çok eski bir hasır masa ve sandalye ve birkaç parça giyim eşyası  kalmıştır.

Hakkı Bey evlenmemiştir. Kendisinin ifadesine göre, yaşadığı manevi hayatın ve hizmetlerin, bir evlilik müessesi içinde yerine getirilmesi imkansızdır.

Hakkı Bey’in İstanbul’da sadece iki müridi vardı. Bir de  Lüleburgaz’da eskiden bir müridi olduğunu kendisi ifade etmiştir. Ancak bu mürit bugün bilinmemektedir. İstanbul’daki iki müridi hayattadır. Hakkı Bey, müridlerinin  sorunlarının giderilmesinde yalnız hayattayken değil, vefat ettikten sonra bile yardımcı olmuştur.

Hakkı Bey, son derecede mütevazi, eli açık, yardım sever ve sabırlı  bir insandı. Ehl-i Sünnet itikadının  gerçek bir temsilcisi idi. Dışarıdan, kendisinin bir veli ve bir kutup olduğunun anlaşılması kesinlikle imkansızdı. Kıyafeti ve görünüşü  klasik bir devlet memurunu yansıtmaktaydı. Sakalı, cüppesi ve sarığı yoktu. İnsanlara da sadeliği öğüt verir ve aşırılıklardan kaçınmalarını tavsiye ederdi.  Ahreti kurtarmanın yolunun, beş farz ibadeti yerine getirmek, anne babaya iyilik yapmak, hayırlı işlerle uğraşmak, doğru olmak, yalan konuşmamak ve haram yememek olduğunu  ifade ederdi.

Hakkı Bey, kendisinin ifadesiyle Melami idi. Ancak onun manevi dünyasını, etrafındakilerin anlaması çok zordu. Bu konuda fazla açıklama yapmazdı. Bazen cezbe halinde yaşar ve etrafındakileri tanımazdı. Kendisinin birçok kerametini gören insanlar vardı.  Bu bakımdan çok sevilir ve herkes, ondan yardım ve dua için ziyaret ederdi. O da insanlara kendisine izin verildiği sürece yardımda bulunur ve dua ederdi .

Hiçbir şekilde siyasetle ilgilenmemiştir. Müridlerine de siyasetle uğraşmamalarını  tavsiye ederdi.

Hakkı Bey, öğrendiği ilimleri ömrünün sonuna doğru kaleme alıp kitap haline getirmek istese de,  Allah Teâlâ tarafından müsaade edilmemiş ve kendisinin ifadesiyle, bu bilgilerin kendisiyle birlikte ahirete gideceğinin bildirildiğini  ifade etmiştir.

Allah, bütün dostlara onun şefaatini nasip eylesin. Amin.

(Yayınlanma Tarihi : 29.07.2024  -  Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

HZ. İSA (AS)’IN  TEKRAR  DÜNYAYA GELMESİ

Hz. İsa (as)’ın tekrar dünyaya gelip hükmetmesini hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar beklemektedirler. Bekleme şekilleri, bekledikleri yer ve onun gelme biçimine olan itikatları çok farklı da olsa, bugün yeryüzündeki Müslümanlar da Hz. İsa’yı en az Hıristiyanlar kadar merak ve hasret ile beklemektedirler. Zira, peygamberler zincirinin son halkası Hz. Muhammed (sav) de, İsa (as)’ın tekrar dünyaya teşrif edeceğini hadisleriyle haber vermiştir. Ayrıca Kur’an’ı Kerim’de İsa (as)’ın tekrar yeryüzüne gönderileceğine işaret eden ayetler vardır. Dolayısıyla Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi Hz. İsa’nın tekrar dünya üzerine döneceğine inanmaktadırlar.

Bununla beraber Müslümanlar ve Hristiyanlar Hz. İsa'nın dünyaya tekrar geldiğinde gerçekleştireceği işler konusunda tamamen farklı inanışlara sahiptir. Hristiyanlar Hz. İsa'nın Mesih olarak kıyamete yakın dünyaya geleceğine inanırlar. Onlara göre Hz. İsa gelince Hristiyanlık dünyanın tek geçerli dini olacaktır. Herkes Hristiyan olacaktır. Kıyamete kadar da bu durum devam edecektir. Müslümanlar ise, Hz. İsa'nın dünyaya tekrar gelince Hz. Muhammed'in dinine tabi olacağını ve putperest Hristiyanlığı yok edeceğine inanırlar.

Müslüman âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, şu an ruhu ve bedeniyle bambaşka bir âlemde bulunan Hz. İsa’nın ahirzamanda tekrar dünyaya döndürüleceğini ve bu hadisenin de yaklaşmış olan Kıyamet günü için bir işaret olacağını ima etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber, Hz. İsa’nın yeniden dünyaya gelişini bir Kıyamet alâmeti olarak hadislerinde belirtmiştir.

"Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet gününde o, onlar aleyhine şahit olacaktır." (Nisa, 4/159)

"Şüphesiz o, kıyamet saati için bir ilimdir. Öyleyse ondan yana hiçbir kuşkuya kapılmayın ve bana uyun. Dosdoğru yol budur." (Zuhruf, 43/61)

Hz. İsa (as)'nın gelişi konusunda nakledilen hadisler tevatür derecesindedir. Birçok araştırmacı da alimlerimizin görüşlerinin bu yönde olduğunu aktarmaktadır. Hz. İsa (as)'nın yeryüzüne tekrar gelişi konusu kıyametin on büyük alametinden biridir ve birçok İslam alimi eserlerinde bu konuyu detaylı olarak ele almışlardır. Bu konudaki izahlar topluca değerlendirildiğinde Hz. İsa (as)'nın ikinci gelişi hakkında İslam alimleri arasında bir söz birliği olduğu açıkça görülür.

"Sizler on alameti görmedikçe hiçbir zaman kıyamet kopmaz... Biri de İsa (as)'ın inmesi..." (Müslim, Kitabü-l Fiten: 39)

"Kıyamet on alamet görülmedikçe kopmaz: Duman, Deccal, Dabbetu'l arz, Güneş'in batıdan doğması, İsa'nın yeryüzüne inmesi..." (Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, 5. cilt, s. 362)

İslam Alimleri Hz. İsa (as)'nın gelişini, Akide (İnanılan ve İtikad Edilen Esas) konusu olarak değerlendirmektedirler. Ehl-i sünnetin inanç konularını açıklayan hemen tüm eserlerde, Hz. İsa (as)'ın kıyametten önce yeryüzüne geleceği, Deccal ile mücadele edip onu öldüreceği, gerçek din ahlakını dünyaya hakim kılacağı yer almaktadır. İslam alimleri, Kur'an-ı Kerim'de yer alan delilleri ve hadislerde bildirilen haberleri bir arada değerlendirerek, Hz. İsa (as)'ın dönüşüne inanmayı önemli bir inanç esası olarak kabul etmişlerdir.

Hz. Ebu Hureyre (ra)’ın rivayet ettiği bir hadis şöyledir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin ederim! Meryem oğlu İsa'nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adaletli bir hakim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap'tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur."

Hz. İsa bir veli olarak tekrar geleceğinden kendisinin bir peygamber olarak görev yapmamasından dolayı, makam izharı olmayacaktır. Onun gelmesi Hristiyanlık ve İslamiyet'in beraber hareket etmesi ve birleşmesi açısından önemlidir. Ayrıca Yahudiler de onun geleceğini biliyor ve nefret ediyorlar. Belki de onun bilinmemesi hizmeti açısından daha ehemmiyetlidir. Şayet bilinse rahat hizmet edemeyebilir.

Risale-i Nur’dan öğreniyoruz ki, “ahirzamanda Hz. İsa’nın (semadan) nüzulü kat’idir.” Yalnız, bunu anlamak için tek boyutlu düşünce yerine müteaddit mana tabakalarını (bedahet, sarahat, işaret, ima, remiz ilâahir) nazara alan geniş bir tefekküre ihtiyaç vardır. On Beşinci Mektup’taki izah işte bu geniş tefekkürün önünü açacak niteliktedir. Buna göre “nüzul” meselesinin en mühim hikmeti ve anlamı şudur: “Ahirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak: (…) İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. (…) İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.”

Biz Müslümanlar, Hz. İsa (as)’ın Allah’ın bir Peygamberi olduğuna inanır ve onu severiz. Onun tekrar dünyaya gelişi ile ilgili yaptığımız yorumlar, İslam inancının bize verdiği bilgiler çerçevesinde olmaktadır. Ancak her şeyin doğrusunu Allah Teâlâ bilir.

(Yayınlanma Tarihi : 23.07.2024  -  Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

HZ. İSA (as) TANRI’NIN OĞLU VE İLAH MIDIR?

Hristiyanlıkta Hz. İsa, tarihî olduğu kadar teolojik yönden de önem taşımaktadır, Zira bu dinin temel nasları Hz. İsa ile ilgilidir. Hristiyan inancına göre Hz. İsa Allah’ın bedenleşmiş Kelamıdır, dolayısıyla Tanrı’dır. Tanrı’nın yaratılmamış olan ezeli mesajı bedenleşmiş halinde İsa olarak insanlar arasında yaşamaktadır (Enkarnasyon). Bu sebeple Hristiyanlar İsa’ya “Tanrı oğlu, rab, mesîh” unvanlarını vermektedir.

İncillerde Tanrı’nın ondan “oğlum”, onun da Tanrı’dan “babam” diye bahsettiği çeşitli pasajlar İsa’nın uluhiyetine delil olarak gösterilmektedir. Buna karşılık onun ilah olmadığını savunanlar yine İncillerdeki aşağıdaki ayetlere dayanırlar:

“İsa yola çıkarken biri koşarak yanına geldi. Önünde diz çöküp ona “İyi öğretmenim. Sonsuz yaşama kavuşmak için ne yapmalıyım?” diye sordu. İsa, “bana neden iyi diyorsun” dedi, “iyi olan yalnız biri var O da Tanrıdır.” (Markos, 10/17,18)

İznik Konsili’nin toplanmasına sebep olan Arius da, konsilde İnciller’den getirdiği karşı delillerle onun ilah olmadığını göstermeye çalışmıştır. Ancak Arius aforoz edilerek Konsilden uzaklaştırılmıştır. Sonra da öldürülmüştür.

İsa’nın tabiatı, yani insan mı yoksa ilah mı veya hem insan hem ilah mı olduğu hususu asırlar boyu tartışılmış, 325 İznik, 431 Efes ve 451 Kadıköy konsillerinde alınan kararlarla insanî ve ilâhî olmak üzere iki tabiatı fakat bir tek şahsiyeti olduğu, Tanrı’nın oğlu olması hasebiyle teslîsin bir uknûmunu teşkil ettiği resmen tasdik ve ilân edilmiştir. (Catechism of the Catholic Church)

Kilise kendi dini otoritesinin yıkılmaması için asırlarca batıl inançlarında ısrar etmişlerdir. Burada amaçları dini otorite ile elde ettikleri maddi çıkarları kaybetmemektir. Çünkü Hıristiyanlık dini Kilise adamlarına devletler yanında büyük bir otorite sağlamakta hem de büyük bir ekonomik gücü ellerinde tutabilmektedirler. 

Bu durum asrımızda Hıristiyanlığı zayıflatmaktadır. Halkın Kiliseye olan inancı sarsılmaktadır. İletişimin yüksek bir seviyede olduğu zamanımızda insanlar İslam dini ile ilgilenmekte ve burada herhangi bir çelişkiyle karşılaşmadıkları için İslam dinine geçmektedirler. Bunun sonunda 30-40 yıl sonra dünyada Müslümanların sayısı Hıristiyanların sayısını geçecektir. Bunun sonunda dünyada İslam dininin hakimiyeti başlayacaktır.

İslam Dini Hz. İsa (as)’ın Tanrı’nın oğlu ve İlâh olduğu inancını tamamen ret eder. Kur'an’a göre Hz. İsa (as) bütün üstün özelliklerine rağmen bir insan ve bir kuldur. Bu husus aşağıdaki ayetlerde açık olarak ifade edilmektedir.

“Hiçbir zaman Mesih de, Allah'ın bir kulu olmaktan çekinmez. Allah'a yakın melekler de kim, O’na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O onların hepsini huzuruna toplayacaktır.” (Nisa, 4/172)
“Muhakkak ki Allah ancak Meryem oğlu İsa Mesih'dir diyenler kafir olmuşlardır. Onlara de ki, Allah Meryem oğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helak etmek istese O’na kim engel olabilir? Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti sadece Allah'a aittir. O dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir.” (Maide, 5/17)
“Allah'ın bir mucizesi olarak İsa şöyle dedi: Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi ve beni bir peygamber yaptı.” (Meryem, 19/30)

Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (sav)’in onun kulu ve resulü, İsa’nın da Allah’ın kulu ve elçisi olup Allah’ın Meryem’e ilkah ettiği kelimesi ve Allah’tan bir ruh olduğuna inanan kimsenin cennete gireceği, Meryem oğlu İsa’ya en yakın kimsenin Hz. Muhammed (sav) olduğu yine hadislerde açıklanmaktadır. Ayrıca Peygamberimiz (sav), Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı methettikleri gibi kendisinin methedilmesini yasaklamıştır. 

“Yahudiler, “Uzeyr, Allah’ın oğludur.” dediler. Hıristiyanlar da: “Mesih Allah’ın oğludur.” dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri sözlerden ibarettir. Onlar, bu sözlerini daha önce geçmiş kâfirlerin sözlerine benzetirler. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan bâtıla döndürülüyorlar.” (Tevbe, 9/30)

Hristiyanlar Hz. İsa (as)'ın Allah'ın oğlu olduğunu, müşrikler de melekler için Allah'ın kızları olduğunu iddia etmekteydiler. Kur'an-ı Kerim'de Yüce Rabbimiz her iki gurubu da kınamaktadır. Nitekim ayeti kerimenin sonundaki ifadeler açıkça bunu göstermektedir.

Kur'an-ı Kerim'de Hz. İsa (as)'ın Allah'ın oğlu olmadığına dair bir çok deliller vardır. Şöyleki: “O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir.” (İhlas, 112/3,4);  “Allah’ın çocuk edinmesi olur şey değildir.” (Meryem, 19/35)

Allah için çocuk edinmek olur şey değildir. Allah, Hristiyanların iftirasından münezzehtir. Bir şeyin olmasına hükmederse ona sadece “ol” der o da “olur”. İsa için de “ol” dedi. Hemen babasız oluverdi. Allah varlıkların olmasını isterse buna engel olunmaz. İstediği tarzda ve gecikmeksizin hemen oluverir. 

“Ey kitap ehli! Dininizde aşırıya gitmeyin ve Allah hakkında gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem'in oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın resulü, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve O’ndan gelen bir ruhtur. Allah'a ve peygamberlerine iman edin. “Tanrı Üçtür” demeyin. Sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilahtır. O Allah çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.” (Nisa, 4/171)

“Ey kitap ehli, dininizde haddi aşmayın” hitabı özellikle Hristiyanlaradır. Haddi aşmak, İsa peygamberin şanını çok fazla yüceltmek adına onun ilah olduğunu iddia etmektir. Kuşkusuz din ve mezhepte ileri giderek, hatta sınırı aşmak, birtakım abartmalarda bulunmak hoş karşılanmayan bir durumdur.

(Yayınlanma Tarihi : 20.07.2024  -  Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)

 

BARNABAS  İNCİLİ

İncillerin yazılmasında, Kur'an-ı Kerim'in değişmemiş olmasında gösterilen büyük hassasiyet gösterilmemiştir. Hakiki bilgilere birçok yanlış düşünceler, efsaneler ve hurafeler eklenmiştir. Bununla beraber hakiki İncil’e çok yakın olan İncillerin de mevcudiyeti bugün biliniyor. Bunlardan en önemlisi Barnabas İncilidir.

Barnabas Kıbrıs'ta doğmuş bir Yahudi olup asıl ismi Josef idi. Kendisi İsa (as)’a inananların başında gelmekte ve havarilerin arasında mühim bir mevkide bulunmaktadır. Kendisine verilen Barnabas lakabı nasihat verici, iyiliğe teşvik edici manasına gelmektedir. Hristiyanlık alemi Barnabas’ı  Pavlos  ile birlikte, Hıristiyanlığı yaymaya giden büyük bir Aziz olarak tanımakta ve her senenin 11. Haziranında onun yortusunu yapmaktadırlar.

Barnabas, İsa (as)'dan duyduğu ve öğrendiği hususları hiçbir değiştirme yapmadan kayıt etmiştir. Bu İncil Hristiyanlığın ilk 300 senesinde diğer İncillerle beraber elden ele dolaşmış ve okunmuştur. 325 senesinde İznik Ruhani Meclisi İbranice yazılmış olan bütün İncillerin ortadan kaldırılmasına karar verince, Barnabas İncili de yok edilmiştir. Çünkü 4 İncilin dışında İncil okuyan ve bulunduranların öldürüleceğine dair emir çıkarılmıştı. Diğer  4 İncil  Latinceye tercüme edilmiş, fakat Barnabas İncili birdenbire ortadan kaybolmuştur. Ancak 383 senesinde Papa Damasus, tesadüfen eline geçen Barnabas İncilinden arta kalan bir nüshayı Papalık kütüphanesinde saklamıştır. 1585 senesine kadar burada kalan Barnabas İncilini Papa Sextusun dostu olan Fra Morino (Fra, İtalyanca erkek kardeş ve rahip manasına gelir) kütüphanede bulmuş ve onunla çok ilgilenmiştir. Fra Morino Barnabas İncilini İtalyancaya çevirmiş, daha sonra bu İncil Prens Öjen’e hediye edilmiş. Prens Öjen  öldükten sonra Barnabas İncili onun özel kütüphanesi ile birlikte 1738'de Viyana'daki Kraliyet kütüphanesine nakledilmiştir.

İlk defa olarak bu kütüphanede Barnabas İncilinin  İtalyanca tercümesini bulan iki İngiliz bay ve bayan Rago bunu İngilizceye çevirmişler ve bu İngilizce tercüme 1907 tarihinde Oxford’da basılmıştır Ancak bu tercüme de esrarlı bir şekilde ortadan kaybolmuştur. Bu tercümeden yalnız bir tanesi British Museum ve bir tanesi de Washington’da Amerikan Kongresi Kütüphanesinde bulunmaktadır. Pakistan Kur'an-ı Kerim Cemiyeti büyük bir himmetle İngilizce nüshasını 1973 yılında tekrar basmaya muvaffak olmuştur. Bu İngilizce nüsha Türkçeye çevrilmiş ve ülkemizde de basılmıştır.

Barnabas İncilinin genel teması şudur : Önceki kutsal yazılar tahrif edildiği için hakikati tekrar vazetmek üzere Tanrı İsa’yı görevlendirmiştir. İsa'nın vazedeceği hakikat ise Mesih’in İsmail’in neslinden geleceğidir. Hz.İsa ne Tanrı ne de Mesih’tir. O Mesih olarak gelecek olan Hz. Muhammed'in müjdecisidir. Barnabas İncili bir giriş ile doğumundan semaya urucuna kadar Hz.İsa'nın hayatının anlatıldığı asıl bölümden (222 bab) oluşmaktadır.

Barnabas İncili özellikle teslisi ve Hz.İsa'nın uluhiyetini reddedip onun sadece gerçek Mesihi müjdeleyen bir peygamber olduğunu belirtmesi açısından kanonik İncillerden ayrılmakta ve bu sebeple de Hıristiyanlar tarafından uydurma (apokrif) kabul edilmektedir. Hıristiyan araştırmacılar bu İncil'in XVII. yüzyılda kaleme alındığını , hatta Müslüman olmuş bir Hıristiyan tarafından yazılıp Barnabas’a nispet edildiğini ileri sürmekte, bunu ispat edebilmek için de çeşitli tenkitler yapmaktadırlar. Barnabas İnciline yöneltilen bu tenkitlerin bir kısmı makul olduğu halde çoğu peşin hükümle yola çıkıldığını göstermektedir.

V. yüzyıla ait ve Papa Gelase tarafından neşredilen genelge Barnabas İncilinin apokrif olduğunu belirtmekte ve okunması yasak kitaplar arasında zikretmektedir. VII. yüzyıldan önce kaleme alınan Grekçe Catalogue des soixante livres canoniques adlı belgede apokrif yirmi beş kitap arasında Barnabas İncili de zikredilmektedir. Şu halde V. yüzyılda Barnabas’a nispet edilen bir İncil mevcuttu. Bu İncil'in bugün elde bulunan İtalyanca nüsha ile ilgisinin olmadığı şeklindeki tenkit ise indidir. V. yüzyıldan XVII. yüzyıla kadar bu İncil'den hiç bahsedilmemesine, dolayısıyla söz konusu İncil'in XVII. yüzyılda ortaya atılmış uydurma bir İncil olduğu iddiasına gelince bunun izahı kolaydır. Tecsid (bedenleşme) ve teslisi reddeden Musevi-Hıristiyan geleneğinin yazıları nasıl yasaklanmışsa aynı çizgideki Barnabas İncili de kilise tarafından mahkum edilip yasaklanmış, bu sebeple kilisenin mutlak baskı ve otoritesi sebebiyle ortaya çıkarılamamıştır.

Barnabas İncilinin ana temasını teşkil eden ve Hz. İsa'nın Tanrı'nın oğlu değil bir peygamber olduğu fikrini benimseyip teslisi reddeden inanç, İslam’dan çok önce ilk Hıristiyanlar arasında, Hz. İsa’nın kardeşi Yakub'un liderliğini yaptığı Musevi-Hıristiyan cemaatinde de mevcuttu. Buna göre Barnabas İncili, Pavlus tarafından sahte diye nitelendirilen. fakat taraftarlarınca tam aksi iddia edilen gerçek İncil'i, Hz. İsa'nın vazettiği hakiki mesajını ihtiva etmektedir.

Barnabas İncili, teslis inancını devam ettiren ve Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu inancını temel bir itikat kuralı olarak kabul eden Hristiyanlık Dünyası için bir korkulu rüya haline gelmiştir Bu nedenle Hristiyanlığın dini otoriteleri Barnabas İncilinin yayınlanmasını ve tartışılmasını engellemek için ellerinden geleni asırlarca uygulamışlardır. Fakat bunda başarılı olamamışlardır. Çünkü bugün Barnabas İncilinin tercümeleri her yerde yayınlanmaktadır. Herkes bu tercümeleri kolaylıkla sahip olabilmekte ve okuyabilmektedir.

Biz Müslümanlar için önemli olan, bu tarihi gerçekleri bilmemiz ve Kur'an'ın bildirdiği hususların tam gerçeği yansıttığına inanmamızdır. Bu gerçek bugün Hristiyanlık aleminin her tarafında insanların dikkatini çekmekte ve bu nedenle her gün yüzlerce Hristiyan Müslüman olmaktadır. Hristiyan din adamları ve onlarla işbirliği halinde olan devlet adamları, ne kadar gayret etseler de bu gidişi durduramayacaklardır. Bize bildirilen keşif bilgilerine göre 2060 yılında dünyada tekrar İslam dini tamamen hakim olacaktır. Bunu engellemeye kimsenin gücü yetmeyecektir.

(Yayınlanma Tarihi : 12.07.2024  -  Yorumun tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

 

 

 

AZİZ  MAHMUD  HÜDAÎ (ks) HAZRETLERİNİN  MENKİBELERİ  VE  ŞİİRLERİ

Aziz Mahmud Hüdai (ks) Hazretleri, Osmanlı Devleti’nde 16. ve 17. yüzyılda yaşamış en meşhur ve en önemli mutasavvıflardan biridir.  Hüdai Hazretleri halktan sultanlara kadar uzanan geniş bir tesir halkası meydana getirmiştir. Devrin padişahlarıyla yakın ilgi kurmayı başarmış, lll. Murad, I. Ahmed ve ll. Osman gibi padişahlara mektuplar yazmış, öğütler vermiş, IV. Murad'a saltanat kılıcını kuşatmış, Ferhad Paşa ile Tebriz Seferi'ne katılmıştır. Zaman zaman padişahların davetlisi olarak saraya gitmiş ve onlarla sohbetlerde bulunmuştur.

Evliya Çelebi, "yedi padişahın Hüdayi'nin elini öptüğünü, 170.000 müride icazet (el) verdiğini" belirtir. Aziz Mahmud Hüdayi'nin dergahı her zümreden insanlarla dolup taşmıştır. Devlet ricalinden Sadrazam Kayserili Halil Paşa, Dilaver Paşa, ilmiyeden Hoca Sadeddin Efendi, Sun'ullah Efendi, Şeyhülislam Hocazade Esad Efendi, Okçuzade Mehmed Şâhî Efendi, Sarı Abdullah Efendi, Nev'izâde Atâî, meşhur süfi Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi ve benzerleri onun dergahının müntesip veya müdavimleri arasındaydı. Vefat ettiğinde altmışa yakın halifesi bulunduğu rivayet edilen Aziz Mahmud Hüdayî, halifeleri ve yazdığı otuz kadar eseriyle Anadolu ve Balkanlar'daki dini-tasavvufî hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş ve bu şekilde şöhreti günümüze kadar ulaşmıştır. Tekkesi, İstanbul 'un en önemli tasavvuf ve kültür merkezi olarak hizmet görmüş, bu dergahtan pek çok ilim ve fikir adamı , şeyh ve müsikişinas yetişmiştir.

Bu yazımızda Hüdai Hazretlerinin bazı menkibelerini ve şiirlerini ele alacağız. Bu yazımızda Osman Nuri Topbaş’ın “Âbide Şahsiyetleri Müesseseleriyle Osmanlı” adlı kitabı ve Hasan Kâmil Yılmaz’ın  “Aziz Mahmud Hüdâyi, Hayatı ve Menkıbeleri” adlı kitabı kaynak olarak kullanılmıştır.

Hüdâyî Hazretleri’nin pek meşhur olan kerâmetlerinden biri de, Sultanahmet camiindeki vaazını yapabilmek için, gâyet fırtınalı bir havada hiçbir kayıkçının denize açılamadığı bir zamanda kendi kayığına binerek birkaç müridiyle Üsküdar’dan sâlim bir şekilde karşıya geçmesidir. Allah Teâlâ’nın izniyle kayığın takip ettiği yol, âdeta süt-liman olmuş ve dört bir yanda şaha kalkmış dalgalar bu Allah dostunun kayığına hiçbir zarar vermemişti.

Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdâyî Yolu” denir. Bilen kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdâyî Hazretleri’nin günümüze kadar uzanan bâriz bir kerâmetidir.

Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî  dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken de Hazret-i Yûşâ  tarafına doğru yönelerek “Fâtiha”ya dâvet ederlerdi.

İstanbul’da çok şiddetli bir tâun (veba) hastalığı zuhûr etmişti. Her gün binlerce kişi bu hastalıktan ölüp gitmekteydi. Elinden bir şey gelmeyen halk, çaresiz bir hâlde Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne koştu. Gözyaşlarıyla duâ taleb etti. O da şöyle buyurdu: “Bu türlü işlere karışmak bizim meşrebimize uygun değildir. Ancak mâdem ki hastalığın şiddeti dolayısıyla ısrâr ediyorsunuz, öyleyse Karacaahmed kabristanına gidiniz. Orada bir servi ağacının altında bir hasıra sarılıp yatan ve “Hasır-pûş Dede” denilen bir zât vardır. Ona başvurun! Eğer kabul etmeyecek olursa, selâmımızı söyleyin!..”

Bunun üzerine halk, doğruca denilen şahsa gitti. Fakat meczup meşrepli bu zât, halkın merâmını dinleyince büyük bir öfke ile bağırıp çağırarak herkesi kovdu ve hasırına bürünerek yattı. Çekine çekine tekrar yanına geldiler ve bu defa Hazret-i Pîr’in selâmını ilettiler. Selâmı alır almaz ayağa fırlayan meczup Hasır-pûş Dede, hemen kendisinden istenilen duâya başladı. Duâdan sonra da şöyle dedi: “Bugün bir kimsenin daha cenâzesi kaldırıldıktan sonra bu hastalık da kalksın!”

Ardından Hüdâyî Hazretleri’nin başka bir emri olup olmadığını sordu ve tekrar hasırına büründü. Gerçekten o gün tâundan bir kişi daha vefat ettikten sonra hastalık tamamıyla ortadan kalktı.

Sultan Ahmed’in kendisine büyük bir muhabbetle bağlı bulunduğu Hüdâyî, saraya davetli olduğu bir günde abdest tazelemek mürâd etmişti. Hüdâyî abdestini tazelerken suyunu bizzat Sultan dökmüş, havlusunu da pâdişahın annesi (vâlide sultan) tutmuştu. Vâlide Sultan havluyu verirken gönlünden “Hz. Şeyh’in bir kerâmetini görseydim” diye geçirmişti. Hz. Hüdâyî de keşfen duruma muttali olunca:

“Hayret, ba’zı kimseler bizden keramet isterler. Cihan pâdişahı elimize su döküyor, vâlideleri havlu tutuyor, bundan daha büyük keramet mi olur?” buyurmuştu.

İrşad ve mânevî terbiyesini şiirleriyle de devam ettiren Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, bu sahada da gönülleri nurlandıran pek tesirli eserler vermiştir. Bugün dahî büyük bir gönül hazzı içinde söylenmekte olan pek çok bestelenmiş şiiri vardır. Hüdayî Hazretlerinin Divanı, Divan-ı İlahiyyat olarak da bilinmektedir. Bu eserde Hüdayî Hazretlerinin 255 kadar ilahisinden başka rubai ve kıtalar da vardır.

Hüdâyî Hazretleri, bir gün mürîdleriyle birlikte kayıkla Boğaz’ı geçerken şiddetli bir fırtına çıkmış, şu şiirle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiştir:

Allâhümme yâ Hâdî / Âsân eyle yolumuz!
Sehhil ubûra’l vâdî / Tiz geçir tut elimiz!

Yâ Rab fazl u cûd ile / Kemâl-i şuhûd ile
Hakkânî vücûd ile / Islâh eyle hâlimiz!

(Yayınlanma Tarihi : 03.07.2024  -  Sohbetin tamamını okumak için tıklayınız)

 

 

 

 

MİSYONERLİK (2. Bölüm)

Misyonerlik, sadece dinsel bir faaliyet değil kültürel, siyasal ve ekonomik boyutları olan bir emperyalizmdir. Misyonerliğin kültürel boyutu, ulusal dilin ve dolayısıyla kültürlerin eğitim öğretim yaşamından çıkarılarak yerine küresel dil safsatası ile yabancı dilin konulmasıdır. Nitekim ülkemizde devlet, Türkçe yerine İngilizce eğitim yapan Anadolu liselerini açmıştır. Bu okulları Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu misyoner okulları olarak tanımlamaktadır.

Misyonerliğin siyasal boyutu ise, Ulus devletlerin ortadan kaldırılarak küresel dünya imparatorluğunun kurulmasıdır. Nitekim çok uluslu şirketler, İstanbul başkent olmak üzere bir dünya devleti kurma projesi üzerinde çalışmaktadırlar.

Misyonerliğin ekonomik boyutu olan Küreselleşme ise, kapitalizmin yeni ve vahşi bir versiyonudur. Kapitalizmin temeli de Protestanlıktır. Çünkü Protestanlıktaki rasyonel olma, tutumlu olma ve dünyevi işe dini ve ahlaki değer verme gibi prensipler günlük sosyal ve ekonomik hayata uygulanınca kapitalizm doğmuştur. Bu bağlamda ulusal ekonomilerin zenginlikleri özelleştirme adı altında elden çıkarılarak, çok uluslu şirketlere satıldıkları görülmektedir. Bu ise kapitalizmin gereği çok uluslu şirketlerin dünyanın kaynaklarına el koymaya başladıklarını göstermektedir.

Kasıtlı olarak veya bilmeyerek Türk halkının inancına saldıranlar, farkında olmasalar da misyonerliğe hizmet etmiş olmaktadırlar. Çünkü Türk halkının inancında meydana gelebilecek bir inanç boşluğunu doldurulmasını Hıristiyan misyonerleri sabırsızlıkla beklemektedirler. Çünkü din inancı, toplum için doğal bir ihtiyaçtır. Bu sebeple Eski Sovyetlerde din yasaklandığı için Rus köylülerinden bazıları putlara tapmaya başlamıştır.

Hıristiyan misyonerleri, ülkede yaratılan manevi boşluktan yararlanarak faaliyetlerini yoğun bir şekilde yürüterek büyük başarılar sağlamışlardır. Bazıları “ne olacak sanki bir grup insan da varsın Hıristiyan olsun, kime ne zararı var” diye düşünebilirler ve bu düşünce, görünüşte hepimize akla uygun da gelebilir. Fakat bir süre sonra Hıristiyan olanların sayıları milyonlarla ifade edilmeye başladığında Batılılar, Türkiye’de Müslüman-Hıristiyan çatışmasını başlatabilirler. Çünkü onlar hâlâ Türklerin Anadolu ve İstanbul’u almasını hazmedememişlerdir.

Bir çeşit sömürgecilik olan misyonerliğin bu kadar yol almasında hiç şüphesiz AB’ye uyum yasalarının büyük rolü olmuştur. Ulus devletini tasfiye etmek amacı taşıyan Batı, bu yasaları Türkiye’ye karşı bir psikolojik savaş aracı olarak kullanmaktadır. Bazı ilahiyatçılar Kur’an’da açık olmayan ayetler olduğunu ileri sürerken, bazıları Kur’an’ın Hz. Peygamber (sav)’in ağzından çıkan sözler olduklarını ileri sürmektedirler. Medyada birbiri ile çelişen birçok ilahiyatçı açıklamaları ile Müslümanların kafalarını karıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu bir misyonerlik taktiğidir. Müslümanların bu türlü oyunlara karşı daima uyanık olmalıdır. Bunların bir kısmının İslam’ın temel kaynaklarından ikincisi olan hadisleri inkar ettikleri görülmektedir. Ayrıca “Horozdan kurban kesilmesi, cinsel ilişki ile oruç bozulması” gibi akla, mantığa ve bugüne kadar İslam anlayışına uygun olmayan düşünceleri dile getirmekte ve medya bunu, toplumun inancını rencide etmek bağlamında zevkle ve alaycı bir tavırla ele almaktadır. Ayrıca medyatik ilahiyatçılardan birisi Moon tarikatı ile ilişkisi olduğunu bir programda itiraf etti.

Türkiye'nin coğrafi konumu, Asya ile Avrupa'yı birbirine bağlayan bir alanda yer alması, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olması, dünyanın değişik medeniyet ve kültürlerine beşiklik yapmış bir bölgesinde bulunması, yüzyıllardan beri çeşitli tehditlere maruz kalmasına vesile teşkil etmektedir. Bir başka deyişle jeopolitik ve jeostratejik açıdan önemi yüzünden bölgede menfaati olan ve dolayısıyla Türkiye'nin güçlenmesini istemeyen çevreler tarafından her yol denenerek ülkemize yönelik örtülü ve sinsice yürütülen pek çok faaliyetin sürdürüldüğü bilinmektedir. Bu tehlikelerden biri de Türkiye'de yüzyıllardır yürütülen misyonerlik faaliyetleridir. Önceleri dini gayelerle başlayan bu faaliyetler, daha sonra ait oldukları ülkelerin emperyalist gayelerini gerçekleştirmek için siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik nüfuz sağlamanın yollarından biri olarak kullanıldı. Söz konusu amaçlarını gerçekleştirebilmek için gittikleri toplumları kendi dinlerinden, dillerinden ve kültürlerinden koparmanın yollarını deneyen misyonerler takip ettikleri metotlarla kültürsüzleştirdikleri toplum üzerinde etkili olmaya çalışırlar. Böylece kültür emperyalizminin öncülüğünü yapan misyonerler ortaya çıkan boşluktan yararlanarak kendi din, dil ve kültürlerini yerleştirmek için çaba sarfederler. Bunun için en fazla eğitim ve öğretim kurumları ile sağlık kuruluşlarını kullanmışlardır. Açtıkları bu kurumlarda yürüttükleri çalışmalarla Osmanlı toplumundaki etnik ve dini bakımdan farklılıklar gösteren unsurların bağımsızlık hareketlerine zemin hazırladılar. Eskiden olduğu gibi günümüz Türkiye’sinde de gerek anılan kurumlarda verilen eğitim yoluyla gerekse yasal olmayan yollardan ülkeye soktukları yayınlarla misyonerlik faaliyetlerine gizli, açık ya da örtülü olarak devam edildiği görülmektedir. Bu tür etkilerden kurtulabilmek için toplumun her kesiminin gerek eğitim ve öğretim kurumları vasıtasıyla gerekse kitle iletişim araçları yoluyla gerekli bilgilerle aydınlatılması ve söz konusu faaliyetlerin kontrol altında tutulmasında yarar vardır. (Prof. Dr. Ayten Sezer)

Tehlike büyüktür. Toplum olarak kültürümüzü ve dini inançlarımızı Batı emperyalizmin musallat olmasından korumalıyız. 1000 yıldır toplumumuzun birliğini ve bütünlüğünü, bağlı bulunduğumuz İslam dininin temel ilkeleri ile sağladık. Bu yüzden her devirde bağımsızlığımızı elde edebildik. Bu yolda nice zaferler elde eden ülkemiz bundan sonra da aynı inanç ve ilkelerle yoluna devam ederek, Batı misyonerliğinin ülkemizde hezimete uğramasına çalışmalıyız.

Ümit ve dua ediyoruz ki, Allah Teâlâ bu topraklar üzerinde İslam dinini ve Türk Milletini kıyamete kadar devamlı payidar kılacaktır. Bu topraklar üzerinde, İslam’ın ve Milletimizin gücü, İslam’a ve Türklüğe düşman olanlara karşı daima muzaffer olacaktır. Bu konuyla ilgili bütün münafık, sahtekar ve düzenbazlar bertaraf edilecektir. Ülkemiz bütün insanlık için, daha önce olduğu gibi, huzur ve barış yuvası olacaktır.

(Yayınlanma Tarihi : 25.06.2024  -  Makalenin  tamamını okumak için tıklayınız)

 

Eski Yayınlanmış Makale ve Yorumların Özetlerini 

Özetler  Sayfamızdan okuyabilirsiniz

Hadis  Şerhleri

1. Bölüm                    Oku

2. Bölüm                    Oku

3. Bölüm                    Oku

4. Bölüm                    Oku

5. Bölüm                    Oku

6. Bölüm                    Oku

E -  Kitaplar

Üç Güzellik                       Oku                        

Tasavvuf ve Fizik             Oku

Bir Gerçek Veli                 Oku

Sosyal Medyada Sohbetler-

1.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler– 2.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler-

3.Bölüm                             Oku

Sosyal Medyada Sohbetler

4.Bölüm                             Oku    

40 Hadis-i Şerif                 Oku

İslâm Ahlâkı                      Oku

Tasavvuf Sohbetleri

Bölüm 1                             Oku

Tasavvuf Sohbetleri

Bölüm 2                              Oku

Tasavvuf  Sohbetleri

 Hayat ve Ölüm             Oku

 Ruh Nedir ?                   Oku

 Nefs Nedir ?                  Oku

 Kalbin Hikmeti ve Sırları  Oku

 Akıl Cevheri                   Oku

 Sevgi - Muhabbet         Oku

 Besmele’nin Sırları        Oku

 Fatiha’nın Sırları            Oku

 Tecellilerin Hakikati      Oku

Allah Teâlâ’nın Zât ve Sıfatlarının Tecellileri                   Oku

Esmâ-i Hüsnâ                  Oku

Nur  Tecellileri                 Oku

İnsanın Halife Olmasının

Hikmeti                             Oku

Arif  Kimdir ?                    Oku

İnsanın Kendini Bilmesi   Oku

Marifetullah ve

Muhabbetullah                 Oku

Nefsin Özgürlüğü ve

Ruhun Özgürlüğü              Oku

Ramazan Ayının Fazileti   Oku

Tasavvufta Hikmet

Makamı                                Oku

Namazın Sırları ve

Güzellikleri                           Oku

Sufilerin Namaz

Hakkındaki Görüşleri         Oku

İbn Arabi (ks) Hazretleri    Oku

Vahdet-i Vücûd                   Oku

Vahdet-i Vücûd ve

Vahdet-i Şuhûd                   Oku

Hakikat Arzı                         Oku

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî   Oku

Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) 

Oku

Yunus Emre (ks)                 Oku

Şeyh Galib ve İnsanın Değeri  Oku

Hüsn ü Aşk                          Oku

Su Hayatın Sırrıdır              Oku

Su Kasidesi                           Oku

İsmail Hakkı Bursevî (ks)   Oku

Hacı Bayram-ı Velî (ks)       Oku

Hacı Bayramı Velî’nin

Şiirleri                                    Oku

Hacı Bayramı Velî’nin

Tasavvuf Eğitimi                   Oku

Aziz Mahmud Hüdaî (ks)    Oku

Aziz Mahmud Hüdaî (ks)

Hazretlerinin Menkibe ve

Şiirleri                                     Oku  

Şeyhim Kâmil-i Mürşid

Hakkı Şiştar (ks) Hazretleri

                                                 Oku 

           

Tasavvuf ve Şeriat                Oku

Ana Sayfa

Hakkımızda

Makaleler

Yorumlar

Özetler

Hadis Şerhleri

Tasavvuf

Sohbetleri

E - Kitaplar

Bize Ulaşın

İngilizce